40 dk.
30 Mayıs 2022
Meal Okumak ve Kur'an Çalışmaları | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Meal Okumak ve Kur'an Çalışmaları | Tek Parça

Soru: Meal okumalı mıyız? Meal okumanın Kur’an’ı anlamak adına tek başına yeterli olmayacağı için sakıncalı olduğu hatta bazı meallerde yanlışlıklar bulunduğu söyleniyor. Tefsir okumak ise hem zor hem uzun zaman isteyen bir iş. Bu durumda Kur’an’ı daha iyi anlamak için neler yapılabilir?
 

Cevap: Arapça bilmeyen bir insan için Kur’an’ı tanıma, anlama adına elimizdeki meallerden başka bir imkân olmadığı açıktır. Fakat mevzunun önemi nedeniyle birkaç farklı noktaya ayrıntılarıyla temas etmek yerinde olacaktır.

 

Öncelikle insanları meal okumaktan uzak tutmaya çalışmanın nedenlerinden başlayalım.

 

Hem genel İslami ilim geleneği hem biraz da Osmanlı’dan miras aldığımız Osmanlı-Türkiye dini geleneği bu konuda aşırı korumacı bir refleks geliştirmiştir. Yani bu geleneği temsil edenler halkın meal ve tefsir gibi temel eserleri pek okumamaları gerektiğini düşünürler. Çünkü onlara göre avam ayrıntılı bilmediği bir konuyu ya hiç anlamayacak ya da yanlış anlayacaktır. Bu da dinin yanlış anlaşılması olacaktır. O halde halk, bu konulardan ve temel eserlerden uzak durmalıdır. Bu anlayışı zamanla halk da benimsemiş, “Çok okuyanın kafası çok karışır.” gibi gündelik ve ucuz savunma mekanizmaları oluşturulmuştur. 

 

Bunun dışında medrese-ilahiyat eğitimi almış sınıftan bazı kimselerin kendi ayrıcalıklı konumlarını muhafaza etmek istemesi de halkı temel kaynaklardan uzak tutmanın bir başka nedenini oluşturur. Zaten okumayı sevmeyen hatta okumaya düşman bir toplumun içinde yıllarca dirsek çürüterek elde edilen “İslam’ı yorumlayabilme ayrıcalığını koruma” dürtüsü de maalesef geniş halk kesimlerini temel kaynakları bizzat okumak ve düşünmekten alıkoymuştur. Burada asıl önemli olan “İnsanların kafası karışır.” düşüncesinin hem ilahiyatçı sınıf (veya geleneksel ulema sınıfı ile diyanet elitleri) hem de geniş halk kesimleri arasında egemen bir düşünce hâlini almasıdır. 

 

Aslında bu düşüncenin haklı olabilecek yanlarının bulunduğu durumlar vardır. Örneğin insanlar bir hadis görür ama o konuda o hadisten başka o hadisi tamamlayan veya o hadise aykırı olan başka hadisler de vardır. Bir başka hadise bakarlar belki de o hadis (geleneksel ulema sınıfına göre) mensuhtur yani hükmü başka bir hadisle kaldırılmış olabilir. Yahut o hadis umumi değildir, duruma ve kişiye özel söylenmiştir ancak insanlar umumi olarak anlayabilir. Mukayyet (kayıtlı, hükmü bazı şartlarla sınırlandırılmış) bir hadis iken bu kayıtlar bilinmeyebilir. Böylece o hadisi okuyan insanlar yanlış yorumlayarak dinleri hakkında yanlış bilgi sahibi olmuş olurlar. 

 

Diğer taraftan ortalama bir Müslümanın gözünde Kur’an ve hadislerin ulaşılmaz bir ulviyeti vardır. Bu nedenle yanlış yorumlanabilecek bir hadis veya ayet, bir konudaki yanlış yorumun sarsılmaz bir dayanağı hâline gelebilir. Yine o metinlerde karşılaşılacak ve zahiren bugünün değer yargılarıyla uyuşmadığı zannedilebilecek (kadın hakları, sahabeler arası ihtilaflar, hayvan hakları vb.) ham veri manasındaki sözler veya uygulamalar da modern düşünce akımlarının bilerek ya da bilmeyerek etkisinde fazlaca kalmış kişilerin yanlış algılamaları sonucunda nefrete dönüşebilir. Hatta iman esaslarında şüpheler oluşturabilir. Sonuçta tefsir, meal veya hadislerin tercümeleri Kur’an ve hadislerin kendilerinde var olan o ulvi güzellikleri tam yansıtabilmiş değildir. Çünkü çeviriler kısa ve yüzeysel metindir. Bu da okunduğu zaman okuyan kişinin kendi arzuladığı ve hayal ettiği ulviyeti görememesine yol açar. Böylece o metinlere saygı azalabilir. Kur’an ve hadis, o okunan metinlerden ibaret zannedilebilir. 

 

Aslında bu korkular tamamen yersiz değildir ancak alınmaya çalışılan önlemler bir dereceye kadar yersiz ve faydasız olmuştur. Bir defa korkulan nesneden veya olgudan uzaklaşmak, onunla irtibatı kesmek bireysel ya da çocuksu korku duygularının işaret ettiği tehlikelerden korunmak için uygun bir yöntem olabilir. Fakat burada korkulan şey eğitimsiz insanların Kur’an’ı yanlış anlamalarıdır. Bu durumda korku nesnesi Kur’an değil eğitimsizlik olmalıdır. Dolayısıyla alınacak önlem de Kur’an’ın anlamıyla insan zihninin irtibatını koparmak değil insan zihnini doğru anlama yönünde eğitmeye yönelik adımlar atmak olmalıydı. 

 

Örneğin bu konudaki problemlerin en önemli nedenlerinden birisi şudur: Kur’an ve hadisler için derli toplu, farklı seviyelerdeki okuyucular için hazırlanmış kitaplara dün sahip değildik, bugün de sahip değiliz. Edebiyat klasiklerinin ilkokullarda okutulabilecek daha kısa ve özet versiyonları bulunur. O kitaptaki aşırı dramatik kısımlar veya öğrencinin yaşına uygun olmayan sahneler çıkarılır, o şekilde basılır. Diğer dersler için de böyledir. İlkokulda okutulan matematik kitabı ile lise matematik kitabı aynı seviyede olmayacaktır. İşte Kur’an ve hadislere giriş mahiyetinde böylesi metinler-kitaplar hazırlanmış değildir. 

 

Başlangıç seviyesinde her Müslümanın öğrenip hayatına aksettirmesi gereken iman esaslarına ve güzel ahlaka dair ilk 100 ayet ve ilk 100 hadis gibi bir kitap, sonraki seviye için ibadetlere dair ayet ve hadislerin olduğu, daha üst bir seviye olarak siyaset, adalet, ekonomi gibi toplumsal konularla ilgili ayet ve hadislerin toplandığı kitaplar basılabilir ve yaygınlaşabilirdi. Gayrimüslimlerin veya imana-Kur’an’a uzak kişilerin eleştirisine muhatap olmuş ayet ve hadislerle ilgili ayrı çalışmalar yapılabilirdi ve bunlar farklı kategoriler halinde ele alınıp basılabilir, okutulabilir, yaygınlaştırılabilirdi. Zamanla her seviyeden insanın kendi seviyesine göre Kur’an ve hadislerden istifadesi de artmış olurdu. Ancak böyle bir sınıflandırma mantığının yokluğu, sonuç olarak da böyle eserlerin eksikliği ciddi bir sorun olarak önümüzde durmaktadır.

 

Kur’an’ın başka dillere tercümesi (daha doğrusu açıklanarak çevrilmesi anlamındaki meali) tarihsel olarak da belli bir dönemden sonra bu anlayışın kurbanı olmuş gibidir. Aslında Kur’an’ın başka dillere tercümesi ve ana dili Arapça olmayanlar için de anlaşılır kılınma çabası her dönemde kendine göre söz konusu olmuştur. Efendimiz (sav) henüz hayattayken Selman-ı Farisi (ra) hazretlerinin Arabistan’ın doğusunda ve güneyindeki Müslüman olan İranlı çiftçiler için Fatiha suresini Farsçaya çevirdiği ve Efendimiz’in (sav) bunu men etmediği biliniyor. Bu, bir hadis veya sünnet olarak nakledilmese de tarihi bir anlatım olarak kayıtlara geçmiştir.(1)

 

Miladi 976’da vefat eden Samani hükümdarı Mansur b. Nuh’un emriyle Kur’an’ın tamamının Taberi tefsirinin özetiyle birlikte Farsçaya çevrildiği bilinmektedir. Bu tercüme satır arası bir tercümedir yani bir çeşit kelime mealidir ve nüshaları bugün elimizdedir. Günümüze ulaşan bu ilk tercümenin bir nüshası Süleymaniye diğer nüshası Dresden kütüphanelerinde halen mevcuttur. Ayrıca bu tercüme daha sonraki Türkçe tercümeler için de bir model oluşturmuştur. Kur’an’ı Farsçaya tercüme eden heyetin Türkçeye de tercüme ettiği söylenmektedir.(2)

 

Anadolu coğrafyasında ise Kur’an’ın tercüme ve tefsiri faaliyetleri 14. yüzyıldan bu yana devam etmektedir. Bunlar arasında en bilineni Muhammed b. Hamza adlı bir âlimin (bu kişinin Molla Fenari veya Akşemseddin olup olmadığı tartışılmıştır) tercümesidir. Bu tercüme satır arası kelime meali tarzında ve kısa açıklamalarla da zenginleştirilmiş bir tercümedir. Ancak bu tercümenin önemli özelliklerinden birisi içinde bolca İsrailiyat temelli rivayetlerin bulunmasıdır. Daha sonra Anadolu’da ve Osmanlı coğrafyasında yüzyıllar boyunca medreselerde en çok okunan, halk katında en muteber tefsir sayılan Tıbyan tefsiri olarak bilinen tefsir önemlidir çünkü Osmanlı toplumunun geleneksel dini anlayışının oluşumunda ve sürdürülmesinde son derece etkili olmuş, geniş halk kesimlerinin dini hayatını ve Kur’an anlayışını önemli ölçüde etkilemiştir. Bu tefsirin aslı Hıdır b. Abdurrahman el-Ezdî’nin et-Tibyân fî tefsîri’l-Kur’an adlı eserinin Muhammed b. Hamza el-Ayıntâbî tarafından yapılan Türkçe çevirisidir ancak bu çeviri esnasında o kadar çok ilave ve tasarruflar yapılmıştır ki tercüme adeta telife dönüşmüştür. Bu tercümenin muhtemel tarihi 17. yüzyılın ikinci yarısıdır. Kalan iki asırdan fazla süre boyunca da Osmanlı toplumunun alternatifi olmayan en kıymetli tefsiri konumuna ulaşmıştır. Bu tefsirin de en önemli içerik özelliklerinden birisi İsrailiyata bolca yer vermesidir. Bunun yanında dünyanın öküz ve balığın üzerinde durmasından tutun müşteri (Jüpiter) yıldızının günahlarından dolayı taş yapılan bir kadın olduğuna kadar efsaneler de bu eserde mevcuttur. Hasan Basri Çantay da bir yerde Tıbyan tefsiri ve benzeri eserler hakkında “Onlarda (Tibyân ve Mevâkib kitaplarında) asılsız veya fâidesiz katmalar kucak kucaktır.” demiştir.(3)

 

Tanzimat ve meşrutiyet dönemlerinde ise Kur’an mealleri etrafında günümüzde halen süren tartışmaların ilk örnekleri başlamıştır. Özellikle II. Meşrutiyetle birlikte tercüme faaliyetleri hızlanmış ve milliyetçiliğin de bunda etkisi olmuştur. Türkçe ibadet tartışmaları bu dönemde başlamıştır. Sultan II. Abdülhamid’in bu tartışmalar nedeniyle yeni bir tercüme yapılmasına izin vermediği, Şeyhü’l İslam’ın da tercümeyi yasaklayan bir fetva verdiği belirtilmektedir. Aslında yaşanan tartışmalar basitçe iki taraflı bir tartışma değildir. Kur’an’ın yeniden ve döneme uygun bir dille tercüme edilmesini savunanlar da kendi içlerinde farklı gruplara ayrılmıştır. Tercümeye karşı çıkanlar da tek bir gerekçeyle değil farklı gerekçelerle bu faaliyete karşı çıkmışlardır. Tercümeye karşı çıkanlar arasında Mustafa Sabri Efendi’nin gerekçeleri genel olarak bugünkü meal karşıtlarının da gerekçelerini oluşturmaktadır. Yaşanan tüm tartışmalarla birlikte tercüme faaliyetleri yine de durmamış, Şeyhül İslam Musa Kazım gibi önemli isimlerin de aralarında bulunduğu bazı alimler kısmî ya da tam tercüme faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

 

Cumhuriyet döneminde de tercüme faaliyetleri devam etmiştir. İlk başlarda liyakatsiz kişilerce yapılan tercümelerde o kadar çok hatalar olmuştu ki bir süre sonra Meclis duruma el koymak zorunda kalıp Mehmet Akif’i tercüme işiyle görevlendirmiştir. Ancak Akif’in birtakım nedenlerle bu meali bastırmadığı bilinmektedir. Daha sonra İzmirli İsmail Hakkı’nın mealinden Elmalılı’nın tefsirine, Ömer Rıza Doğrul ve Hasan Basri Çantay’ın meallerine kadar pek çok meal telif edilmiş, günümüze kadar gelen meal ve açıklamalı meal faaliyetleri devam etmiştir.(4)

 

Sonuçta Osmanlı döneminde bir bütün olarak Türkçe meal yazılmamıştır. Medreselerde elbette ki tefsir dersleri vardır ancak bunlar da daha çok Zemahşeri ve Beyzavi tefsirlerinin haşiyeleri ve şerhleridir. Yani bu dönemde tefsir adına orijinal bir eser de üretilmemiştir. Halk da Kur’an’ı anlama işini ulemaya devretmiş, Kur’an’la ilişkisini daha çok tilavet (salt okuma) üzerinden sürdürmüştür.

 

Gelinen noktada günümüz için insanların meallere eskiye göre daha fazla teveccüh gösterdikleri söylenebilir. Bunda bazı kıymetli âlimlerimizin insanları Kur’an’ın asıl metni yanında meal okumaya da teşvik etmelerinin rolü kuşkusuz önemlidir. Ancak uygulamaya bakınca yine de bu işin yeterli miktarda ve doğru bir yöntemle yapıldığını söylemek zor. Sonuçta evet, meal okumalıyız. Tefsir ve açıklayıcı bazı eserleri de okumalıyız. Tefsire gücümüz ve zamanımız yetmiyorsa açıklamalı meal okumalıyız.

 

Ancak nasıl okumalıyız? İşin bu kısmı son derece önem arz ediyor.
 
Meal Okumak
 

Meal okumak, öyle dümdüz, basit bir okuma değildir. Kendine özgü bazı teknikleri, yöntemleri, şartları vardır, olmalıdır.
 

Örneğin şu iki hususa özellikle dikkat edilmelidir: (Bunlar hadis okurken de dikkat edilmesi gereken hususlar olduğu için “ayet ve hadisler” olarak yazılmıştır.)

 

Birincisi: Tek bir ayet ve hadisten hüküm çıkmaz. Yani meal (veya hadis) okuyacak kişinin genel olarak bildiği yerleşik hükümlere muhalif bir ayet-hadis meali görülürse o muhalif ayetin-hadisin asıl doğru ve esas hüküm olması da mümkündür. Ancak okuyan kişinin bilmediği başka ayetler ile hadisler olması da mümkündür. Dolayısıyla bir ayeti-hadisi okuyunca hüküm vermede acele edilmemelidir. 

 

İkincisi: Okunan ayet veya hadis okuyana tuhaf gelebilir, onun önceki yerleşik din anlayışıyla, Peygamber veya sahabe tasavvuruyla uyuşmayabilir. Bu durumlarda duygu ve düşünceler zapt edilmeli, fevri davranılmamalıdır. Gerekirse bilen birisine sorulmalı, Kur’an’a, Efendimiz’e (sav), hadislere ve sahabeye saygısızlık edilmemelidir.

 

Zaten geçmiş ulemanın meal ve hadis okumaktan sakındırması da bu nedenlerle olmuştur. Fakat “Okumayın.” demek, “Cahil kalın.” demek değildir. Aksine hadis de meal de okunmalıdır. 

 

Peki, her meal doğru mudur?

 

Değildir. İki açıdan doğru değildir:

 

Birincisi: Mealler hiçbir şekilde Kur’an’ın orijinalliğini, asliyetini, belagatini, bütüncül anlatımını aksettiremez. Bu durum her çeviri için geçerlidir. Hiçbir çeviri aslının yerini tutmaz. Kur’an gibi bir metnin yerini hiç tutmaz.

 

İkincisi: Meal yazarlarının kendi ufuklarının sınırlı oluşu ve yazdıklarında belirli bir amaca yönelik yazmaları da meallerin mükemmel, tam, eksiksiz oluşunun önündeki bir başka engeldir. 

 

Meal yazarlarının ufukları, bakış açıları, dünya görüşleri, insana dair algıları, modern telakkileri kavrayışları, bilimsel bilgiyi ve yöntemi bilme ve hazmetme dereceleri, pozitif bilimlerle ilgileri ve benzeri özellikleri sınırlıdır. Bu bir insan olma sorunudur ve meal yazarları da insan olduklarından her insan için geçerli olan sınırlı düşünce, sınırlı bakış açısı, sınırlı bilgi, sınırlı zeka ve anlayış eksikliklerinden arınmış olamayacaklardır. Dolayısıyla her meal yazarı ayetleri kendi bildiği kadar, kendi anlayışı, zekası, kültürü ve örfü kadar anlayıp değerlendirecek ve ayetin mealini o şekilde aksettirecektir. Çünkü meal veya çeviri salt teknik bir işlem değil, aynı zamanda kelimeler ve anlamları üzerinde tasarrufta bulunabilme yeteneği de istemektedir ve bu yetenek yukarıda sayılan insani özelliklerden etkilenir. Bundan kaçamayız. Dolayısıyla her meal ve izah çalışmasına az çok gölge düşecektir. Bu durum sadece meal yazarları için değil her insan için geçerlidir. Hatta herhangi bir meal yazarı Efendimiz (sav) döneminde yaşasa idi dahi geçerli olacaktı. Çünkü o dönemde takıldığı bir konuyu bizzat Efendimiz’e (sav) sorsa bu sefer de yine kendi bilgisi, anlayışı, zekası, kültürü ve örfü kadar anlayıp değerlendirecekti. Dolayısıyla meal okuyacak kimseler bu durumdan kaçışın olmadığını bilerek kendilerini maksimal derecede hem dünyevi bilgiler hem de manevi gelişim açısından geliştirmeye çalışabilirler.

 

Meal yazarlarının yazdıklarını belirli bir amaca ve belli bir hedef kitleye göre yazmaları da mealleri kaçınılmaz olarak gölgeler çünkü belirli bir amaca göre yazmak diğer amaçları geride bırakacak, bu da mana genişliğini daraltacaktır. Bu aslında kötü veya yanlış değildir ancak meal okurlarının meallerin bu özelliğini de bilmeleri ve göz önünde bulundurarak okumaları gerekir. Örneğin Muhammed Esed “Kur'an'ın henüz hiçbir Avrupa diline hala doğru kavranabilir bir şekilde çevrilmediği gerçeği”(5) olarak yorumladığı durumdan hareketle hedef kitle olarak kendisine daha çok gayr-i Müslim Batılı okurları seçmiş, onların okuyup değerlendirmeleri için bir meal yazmıştır. Bunu yaparken de gayr-i Müslim Batılılar Kur’an’ı sevsinler, problem yaşamasınlar, benimsesinler amacındadır. Bu çerçevede de Batının eğitimli kitlesinin materyalist anlayışı nedeniyle mucizeleri anlatan ayetleri birebir çevirmek ona makul gelmiyor. Sanki mucize yokmuş veya doğal ama nadir rastlanan bir olaymış gibi aktarıyor. Örneğin Fil suresinin tefsirinde Ebrehe’nin ordusunun tehlikeli bir tifüs veya çiçek hastalığına yakalandığını söyler.(6) Bazı savaş hükümleriyle ilgili ayetlerin meal ve tefsirinde de (Batılıların tepki gösterebilecekleri hükümlerdir bunlar) Batılıların anlayışına uygun olabilecek yorumlarda bulunur. Benzeri yorumlara küçük nüanslarla Mustafa İslamoğlu’nun veya Mehmet Okuyan’ın meallerinde de rastlanabilir.

 

Yahut tasavvufi eğilimi olan bir başkası bazı ayetler için tasavvufi kavramlara işaret edecek bir tercümeyi ve meali tercih edebilir. Bu tarzda telif edilmiş bir meal Türkçede henüz yoktur ancak tefsir olarak İsmail Hakkı Bursevi’nin Ruhu’l-Beyan, İmam Alusi’nin Ruhu’l-Meani tefsirleri gibi tefsirler tasavvufi bakış açısıyla yazılmış tefsirlerdir. 

 

Ahmet Tekin gibi bir başkası da kısa meallerin Kur’an’ın mesajını tam yansıtamadığı, çünkü zikir, cihad gibi kelimelerin insanların zihnine dar anlamda yerleştiği, bu kavramların daha ayrıntılı açıklanması gerektiği düşüncesinden hareketle diğer meallere nazaran daha açıklayıcı, dolayısıyla daha uzun bir meal yazmıştır. 

 

Sonuçta okunacak meallerin hepsinde yukarıda anlatılan eksikliklerin var olacağını bilerek karşılaştırmalı okumalar yapılabilir. Zaten peygamber kıssaları gibi pek çok konuda neredeyse bütün meallerin birbirinin aynısı gibi olduğu görülecektir. Bu kısımlarda pek bir sorun çıkmayacaktır. Ancak mucizeler, kölelik-cariyelik, savaş hükümleri, ceza hukuku gibi tartışmalı olabilecek konularda her okuyanın zihnine tam yatmayacak yerler de bulunacaktır. Bu nedenle de internette rahatlıkla bulunabileceği gibi birden fazla mealin karşılaştırmalı olarak okunması faydalı olacaktır.

 

Meal okumada genel bir ölçü; mealler okunmalıdır. Okumadıkça ilmimiz artmaz, cahil ve dar ufuklu insanlar olarak kalırız. Ancak okunan bir meal mutlak doğru kabul edilmemelidir. Her mealin kendine göre artıları olduğu gibi eksileri de olacaktır. Mealler, bu noktalar akılda tutularak okunmalıdır.

 

Bu arada işin en ideal yönü aslında Arapça öğrenmektir. Giriş seviyesinde Arapça öğrenmek çok zor değildir. Ortalama bir kitap okuruysanız zaten kelime kalıplarının bir kısmına aşinasınızdır. Kalan kısmı ise öğrenmesi zor olmayan gramer kurallarından ibarettir. Böylece bir miktar Arapça çalışıp birkaç yüz kelime öğrendikten sonra kısa bir süre kelime mealli Kur’an okursanız zaten Kur’an’ın neredeyse % 80-90’ını Arapça olarak anlar hale gelirsiniz. Günde 1 saatlik çalışmayla bu seviyeye ulaşmak en fazla 6 ayınızı alacaktır. Bireysel zeka, anlayış ve hafıza farklılıklarına göre bu süre ve yüzdelik kısım bir parça farklılaşabilir. Ancak sonuçta hem namazdaki okumalarınız, hem namaz dışındaki Kur’an okumalarınız ciddi şekilde derinlik kazanacaktır.

 

Bizim çağımızın dramatik bir durumu da şudur: İslam’a ve İslami ilimlere bakış yüzyıllardır yenilenmiş değildir. Hatta daha kötüsü hicri 2. ve 3. asırlardan sonra bu konuda sürekli bir tedenni, bir gerileme var denilebilir. İlk dönemde yazılan tefsirler ve hadislerden sonra yazılan tefsirlere ve hadislere maalesef çokça uydurma rivayetler girmiştir. Mesela Fahreddin Razi’nin tefsiri pek çok açıdan çok güzel bir tefsirdir ancak kitabın neredeyse çeyreğinden fazlası “Mutezile bunu söylemiş, Cebriye şunu söylemiş. Onlar şu yüzden haksız, bunlar bu yüzden haksız.” şeklinde cedel ve reddiyelerle doludur. Bu, o dönem için güncel ve aktif bir durum olabilir ama günümüz için bir anlam ifade etmemektedir. Diğer pek çok tefsiri de buna kıyas edebilirsiniz. Yani güncelliğini yitirmiş, bugün için bir anlamı kalmamış konular, günümüz pozitif bilimlerinin bulgularıyla örtüşmeyen iddialar, İsrailiyat rivayetleri, o günün toplum yapısıyla uyumlu olabilecek ama bugün için geçerliliği kalmamış toplumsal, hukuki ve idari teoriler ve benzeri anlatımlar o tefsirlerden ayıklansa geriye örneğin 10 ciltlik bir tefsirden en fazla 2 ciltlik bir tefsir kalacaktır.

 

İnsanlığın tarihsel serüveni de birbirinden kopuk dönemler değil birbirini izleyen dönemler şeklinde ilerlediğinden o dönemlerin anlayışı bazen yoğun bazen hafif bir şekilde bugüne kadar ulaşmış durumdadır. Dolayısıyla o dönemin tefsirlerindeki bazı yanlış telakkiler bugünün bazı meallerine de yansımıştır. Mesela ayetlerin nüzul sebepleriyle ilgili rivayetlerin en az yarısının aslı yoktur. O konudaki hadisler de genellikle sıhhat yönünden problemli görülmüştür. Yine bazı tefsirlerde kelimelerin kökenlerine ve etimolojik anlamlarına dair verilen bilgilerin de önemli bir kısmı yanlıştır. Çünkü o dönemlerde şimdiki anlamda etimolojik-filolojik çalışmalar bulunmamaktadır ve bu konudaki bilgiler duyuma dayalıdır. Örneğin alkollü içki anlamındaki "hamr" kelimesi aynı zamanda “örtü” anlamına da geliyor. Bazı kitaplarda ve yazılarda “İçki içmek aklı örttüğü için ona da hamr denilmiştir.” şeklinde ifadeler görürsünüz ki bu bilgi ve rivayet de uydurmadır ve yanlıştır. Çünkü etimolojik-filolojik araştırmalarla öğreniyoruz ki Aramice veya İbranice gibi Arapça olmayan diğer Semitik dillerde köpürmek, köpük atmak, mayalanmak gibi anlamlara gelen bir hamr kelimesi vardır. O zaman yapılan şaraplar da mayalanan, köpüren içkilerdir. Dolayısıyla etimolojik-filolojik olarak bu anlam daha uygundur.

 

Sonuçta bu çağda yaşayan ve aklı biraz çalışan insanlar olarak şöyle bir açmaz içerisindeyiz: Mealleri ve tefsiri okumazsak cahil kalacağız, Kur’an ve hadisi hiç tanımamış olacağız. Bundan Allah’a sığınırız, bu kötü bir akıbet olur. Ama o meal ve tefsirlerdeki her şeyi de aynen kabul edersek bu durumda 12. yüzyılda çakılı kalmış olacağız. En iyi ihtimalle Suyuti’lerin, Ebussuud’ların devri olan 15. yüzyıla kadar gelebileceğiz. En iyi ve İslam’a uygun yönetim sistemini padişahlık zannedeceğiz. Kadınların dışarıda kocasının dört adım gerisinde yürümesini savunacak, yabancı dilde eğitime karşı çıkacak, kız çocuklarını okutmayı, hoparlörle ezan okumayı, hutbede Türkçenin kullanımını, pantolon giymeyi, roman okumayı, müzik dinlemeyi haram veya bidat sayacağız. Bu da abes olacak, hem kendimize, hem Kur’an’a hem hadislere haksızlık olacak. 

 

Bu durumda takip edilmesi gereken yöntem bellidir: İnsanlar mutlaka okumalıdır ama dikkatli okumalıdır. Bu dikkatli olma zaten bir Müslüman için hayatın her alanında geçerlidir. İnsan ticaretle uğraşmak isteyebilir ancak harama girmekten korktuğu için ticaretten vazgeçerse fakir kalır. Ticaretle uğraşıp harama helale dikkat etmezse, bunlara hiç aldırmazsa, umursamaz ve küçük görürse de cehenneme gider. Bu işin normali ise hem ticaretle uğraşmak hem de harama girmemek için dikkatli olmaktır. Meal veya tefsir okurken de böyle davranmak zorundayız. Aksi halde yıllar geçecek, yaş otuz olacak, kırk olacak ama Kur’an ve hadis adına pek az şey biliyor olunacak, o iklimden uzak kalınacaktır. Bu da istenen, hoş bir durum olmayacaktır.

Hangi meal okunmalıdır?


Mevcut Türkçe meallerin aslında tercüme açısından birbirlerinden pek farkları yoktur. Günümüzün bazı popüler tartışma konularıyla ilgili (mucizeler, kadın hakları, savaş hükümleri gibi) kısımlar dışında hemen hepsi benzer şeyleri söylemektedirler. Dolayısıyla meallerin hangisi okunursa okunsun çok fark etmeyecektir. En fazla o tartışmalı konularla ilgili, kişisel bakış açısından kaynaklanabilecek sorunlar yaşanırsa onlarla ilgili ek okumalar gerekebilir ya da zaten o konularda kendi görüşünüzü, pozisyonunuzu netleştirmişsinizdir, hepsi bu kadar.

 

Diğer yandan Müslüman ya da (az-çok) dindar Türkler olarak Kur’an’ı anlama çabamızın ve Kur’an’ın (paralel olarak hadislerin) anlamına kitlesel olarak yönelmemizin çok uzun bir geçmişi olmadığını belirtmemiz lazım. Her ne kadar elimizde 14. Yüzyıldan Osmanlı'nın son dönemine kadar uzanan döneme ait birkaç tane Türkçe meal nüshası olsa da bunlar dar dairede kalmış, geniş halk kesimlerine ulaşmamış ürünlerdir. 

 

Selçuklular devrinde Türkçe meal adına hiçbir ürüne rastlanmaz. Anadolu Beylikleri ve Osmanlı’nın ilk dönemlerinde ise kısa surelerin meal ve tefsirlerine rastlamak mümkündür. Bunlar da genellikle idarecilerin emirleriyle yazdırılmış ve bir veya birkaç kişinin istifadesiyle sınırlı kalmış meal ve muhtasar (özet) tefsirlerdir. Diğer yazılanlar da en fazla medrese talebelerinin istifadesi amacıyla telif veya tercüme edilmiştir. Geniş halk kesimlerinin faydalanması için yazılıp neşredilen bir meal veya tefsir yoktur. Tarihsel olarak bunun tek bir istisnası vardır: Mehmed Niksari isimli bir âlimin İhlas suresi tefsiri… 

Bu zat, tercüme ve tefsirinin önsözünde cami cemaatinden birisinin kendilerinin Arapça bilmediklerini, ilim ehlinden birinin namazda okudukları surelerden birisini tercüme etse namazda bunun manasıyla huzur bulacaklarını söylediği için bu tercüme ve tefsiri yazdığını belirtmiştir.(7) Bunun dışında hem Selçuklu'da hem Osmanlı'da ulema sınıfından birilerinin çıkıp da halkın Kur’an’ı anlaması, öğrenmesi amacıyla bir meal ya da tefsir yazdığı görülmemiştir. Halktan da bu noktada arz oluşturacak yeterli bir talep gelmemiştir. Kur’an’ı öğrenmek isteyenin zaten medreseye geleceği, bunun dışında halkın camilerde, vaazlarda, hutbelerde, tarikat meclislerinde öğrendiklerinin yeterli olduğu düşüncesi hâkimdir. Burada suç tabii ki sadece ulema sınıfında değildir. Halk da zaten okumaya, öğrenmeye, daha iyi anlamaya meyilli değildir. Tanzimat ve meşrutiyet dönemlerinde bu yönde bir hareketlenme görülse de artık ya geç kalınmış ya da bu hareketlenmeler çeşitli tartışmaların arasında kalıp gitmiştir. 

 

Cumhuriyetten sonra Türkçe meal ve tefsirlere yönelik ciddi bir hareketlilik başlamıştır. Bir araştırmaya göre 1923-1960 arasında 17 tam meal (Fatiha’dan Nas suresine kadar) yazılmış, bunların dışında ayet ve surelerin parça parça meal ve tefsirleri de telif edilmiştir. Ancak bunların çoğu Arapçaya vakıf olmayan ve liyakatsiz kişilerce yapılmış tercüme ve meallerdir. Hatta bazıları Kur’an’ın Fransızca ve İngilizce tercümelerinden Türkçeye çeviri şeklindedir. Hâliyle çoğu hatalarla doludur ve ciddi tepki almışlardır. Zamanla TBMM duruma el koymuş, tercüme işiyle resmi olarak Mehmet Akif, tefsir işiyle de M. Hamdi Yazır görevlendirilmiş, Akif çalışmasını tamamlamış ancak ibadetlerde bu mealin okutulacağı gibi bir endişeyle yayımlanmasını istememiştir. Sonra aynı görevle Elmalılı M. Hamdi Yazır görevlendirilmiştir. Konyalı Mehmet Vehbi Efendi’nin bugün halen pek çok evde bulunan Hülasatü’l-Beyan tefsiri de 1926’da yayımlanır ancak dilinin ağırlığı gibi nedenlerle yeni nesli tatmin etmekten uzak olduğu şeklinde eleştiriler almıştır. Buna rağmen halk nezdinde rağbet gördüğü de söylenebilir. Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu isimli meali de bu dönemdeki mealler arasında en yaygın ve en çok okunanlarından biridir. Bu meal de kendine göre yenilikleri taşımakla birlikte ilmi eleştirilerden nasibini almıştır.

 

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın meşhur Hak Dini Kur’an Dili tefsiri de 1938’de tamamlanarak basılmıştır. Bu eser, o güne kadarki en kapsamlı Kur’an tefsiridir. Günümüzde de halen yaygın olarak basılan ve okunduğu düşünülen bu tefsir, o gün için sadece dini ilimlerle meşgul olanların istifade edebileceği bir eser olmakla eleştirilmiştir. Bu tefsirin meal kısmı ise tefsire göre daha zayıf kalmıştır ve bu Elmalılı merhumun Hasan Basri Çantay’a söylediğine göre bilerek yapılmıştır. M. Hamdi Yazır, meallerin tercüme şeklini almasından korkmuştur (meal ve tercüme arasındaki farklar ayrı bir yazı konusudur).(8) Bunların dışında Hasan Basri Çantay, Abdülbaki Gölpınarlı gibi isimlerin de mealleri önemli oranda yaygınlık kazanmıştır.

 

Sonuçta Cumhuriyetin ilk dönemi ve sonrasındaki bu hareketlilik, başlangıç açısından niyet ne olursa olsun Kur’an’ı anlama açısından insanlar için bir şans ve imkan oluşturmuştur. Diğer yandan o dönemden günümüze kadar meallerin (Ahmet Tekin’in uzun açıklamalı mealini hariç tutarsak) birbirlerinden pek farkları da yoktur.

 

Burada dikkat edilmesi gereken bir başka husus özellikle kutsal kitapların çevirileri açısından belirli bir çeviri kültürünün oluşması için uzun bir zaman geçmesi gerektiğidir. Katolik dünyasında bu mesele bilindiği gibi 1530’larda Almanya’da Martin Luther’in girişimiyle başlamıştır. O güne kadar Kitab-ı Mukaddes’in metni de anlamı da Katolik din adamlarının tekelindedir. Martin Luther ise Kitab-ı Mukaddes'in kilise dışında da anlaşılmasının gerekliliğini savunmuş ve tüm toplumun Kitab-ı Mukaddes’i anlaması için çeviri faaliyetlerine başlamıştır. Bizde benzeri bir durumun başlangıcı ancak Cumhuriyet’ten sonra gerçekleşmiştir. Bu itibarla bu işte geç kaldığımız söylenebilir ancak bu, en azından bizim ve gelecek nesiller için telafisi imkansız bir ihmal olmamalıdır. Bu nedenle de elimizdeki meallerin neredeyse hepsinden ayrı ayrı faydalanılabilir. 

 

Diğer taraftan kelime ve cümlelerin tercümesi eninde sonunda anlam kayıplarına yol açacaktır. Bu itibarla kelime merkezli tercüme meallerinden çok biraz daha açıklayıcı olan meallerin tercih edilmesinde fayda vardır. Bunlara genişletilmiş meal, açıklamalı meal, tefsirî meal diyebilirsiniz. Zaten Kur’an’ın tam anlamıyla, hiçbir mana kaybına uğramadan başka dile aktarılmasının imkânsız olması nedeniyle tercüme değil de meal kavramı tercih edilir. Meal ise kelimelerin ve cümlelerin bire bir çevirisinden çok anlamın aktarılmasıdır. Bu nedenle de tercüme-tefsir arası bir form diyebileceğimiz açıklamalı mealler tercih edilmelidir. Bu çerçevede en bilindik örnek Hasan Basri Çantay’ın 3 ciltlik tefsirli Kur’an mealidir. Son zamanlarda da buna benzer çalışmalara rastlamak mümkün. 

 

Yeri gelmişken Türkiye’ye has sayılabilecek Mealcilik olarak adlandırılan bir akım üzerinde de durmak faydalı olabilir. Bu akım 90’larda daha hareketli olmak üzere 80’lerde ortaya çıkmış bir akımdır. Aslında kökenlerini Mısır ve Hindistan’da görebiliriz bu akımın. Kur’aniyyun ya da Kur’ancılık olarak da adlandırılır. Hz. Ömer’e atfedilen “Bize Kur’an yeter.” sözünü kendilerine motto yapmışlardır. Bu akımın Hindistan’daki öncüsü Seyyid Ahmed Han ve arkadaşı Abdullah Çekralevi gibi zatlar olmuştur. Bu topluluğa göre Müslümanların geri kalmasının asıl nedeni geleneksel din anlayışı ve onu besleyen hadislerdir. Böle düşündükleri için de hadisleri tamamen inkar ederek sadece Kur’an’ın yazılı metniyle yetinme yoluna girmişlerdir. Bu grup kendi içinde tek bir bütün değildir, kendi aralarında da pek çok konuda ayrışmışlardır. Kimisi 5 vakit namazı kabul ederken kimisi namazın 2 vakit olduğunu savunur. 

 

Bazı kimseler Mısır’da M. Abduh ve İran’da Ali Şeriati’yi de bu akıma dahil etmek istemişlerse de bu pek mümkün değildir. Türkiye’de ise benzeri görüşlere yer yer rastlansa da bu grubun (aslında bunlar yekpare bir grup da değildir ancak anlaşılması için bu şekilde ifade ettik) daha makul (hadislerin tümden reddi gibi uç söylemler dışında) bir zeminde durdukları söylenebilir. Sonuçta bu yaklaşımı benimseyenler Kur’an’ı okuyup anlamanın belirli bir sınıfın-zümrenin tekeline bırakılamayacağını, herkesin Kur’an’ı anlayacak seviyede ve donanımda olduğunu da savunmaktadırlar ki bu görüşe karşı çıkmak anlamsızdır. 

 

Bununla birlikte evet, Kur’an’ı anlamak belirli bir zümrenin tekeline bırakılamaz ancak bilenlerle bilmeyenlerin eşit olamayacağı hakikatinden hareketle bilenlerle bilmeyenler eninde sonunda ayrı iki zümre olarak ayrışırlar ve bu doğal bir realitedir. Önemli olan ulemanın bir zümre olarak bu konumunu istismar etmemesi, ihlas ve doğruluktan ayrılmamasıdır. Diğer taraftan, herkes Kur’an’ı anlayabilir ancak herkesin bilgisi, görgüsü, zekası, eğitimi, mizacı, yaşam deneyimi ve anlayışı aynı seviyede olamayacağı için herkes kendi bilgi, görgü, zeka, eğitim, mizaç seviyesine ve durumuna göre anlayabilecektir. Dolayısıyla evet, herkes meal okumalıdır ancak yukarıda anlatılan realiteler göz önünde bulundurularak okunmalıdır ki istifade olabilsin.

 

Son olarak Sünneti dışlayan mealcilik anlayışının da kendi içindeki önemli bir açmaza işaret edip bu kısmı bitirelim. Bu akımın Kur’an’ın her okuyanın her ihtiyacına cevap vereceği gibi bir önyargıdan hareketle Kur’an’ı mealinden okumayı önermesi önemli bir sorundur. Çünkü böyle bir okuma biçimi her şeyden önce yeni Kur’an’lar oluşturulmasına neden olacaktır. Bir kere bir metnin veya (Kur’an açısından) bir ayetin anlamı salt metnin veya ayetin içinde gizli değildir. Bizler bir metnin anlamını onun toplumsal bağlamından, tarihsel macerasından da çıkarırız. Örneğin, salt metin üzerinden yorumlanacak olursa “Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir.”(9) ayeti “Namaz kılarken Mescid-i Haram’a dönmek şart değil, bu ayet ‘yönünü Batıya çevirmek’ deyimindeki gibi bir çevirme eyleminden bahsetmektedir." şeklinde yorumlanabilir ki böyle bir yorumda bulunanlar gerçekten de olmuştur. Dolayısıyla Kur’an’ın salt metninin yeterli olduğunu iddia etmek aşırı yorumlara da meydan vermektedir. Bu sakıncalı ve çelişkili durumu sezen bazı mealci yazarlar ara sıra Kur’an’ın metni dışında İslam Tarihi, hadis ve geleneksel tefsirlerden de faydalanılabileceğini belirtirler.(10)
 

*** *** ***
 

Konulu tefsir yöntemine benzer bir şekilde akademik bir yöntem olarak değil de kendi uygulayabileceğimiz pratik bir yöntem önerebilir misiniz?

 

Konulu tefsir Kur’an-ı Kerim’in herhangi bir konusu üzerine yoğunlaşan veya bir konu hakkındaki ilgili ayetleri bir araya getirerek yapılan tefsirdir. Daha genel bir tanımı ise; bir ayeti veya konuyu, Kur’an’ı baştan sona tarayıp o ayet veya konuyla doğrudan- dolaylı olarak ilgisi olan diğer ayetlerin bir bütünlük içinde değerlendirilmesidir. Yani bu tip tefsirde farklı surelere dağıtılmış konular ve ayetler bir araya getirilerek açıklanmaya çalışılır.

 

Türkiye’de bu tarzda tefsirler yeni sayılır. Örneğin Diyanetin bu konuda 5 ciltlik bir çalışması yayımlandı. Kur’an’da anlatılan bazı kıssalarla, peygamberler ve kavimleriyle, önemli kavramlarla ilgili ayetler bu çalışmada bir araya getirilmiş . İstifade edilebilir. Yine örnek olarak Beka Yayınlarından çıkmış “Şefaat Tefsiri / Konulu Tefsir” adlı bir çalışma 2011’de yayımlanmıştı. Muhammed Gazali’nin de bütün surelerin ayetlerini kendi içlerindeki bağlantılarıyla ortaya koymaya çalıştığı farklı bir çalışma vardı ve 2000 yılında yayımlanmıştı. Ayrıca herhangi bir kitapçıda ya da herhangi bir kitap sitesinde “Kur’an’da …” diye başlayan yüzlerce kitap ismi görebilirsiniz. “Kur’an’da Mal Kavramı, Kur’an’da Hukukun Üstünlüğü, Kur’an’da İnsan Tanımı, Kur’an’da Sabır, Kur’an’da Tevhid, Kur’an’da Kibir Kavramı, Kur’an’da Cehalet Kavramı” gibi pek çok konuyla ilgili bir cins konulu tefsir sayılabilecek kitapların sayısı oldukça fazla. Ancak bu eserlerin bir kısmında ele alınan konuların dar bir çerçeveden ele alındığını söylemek de mümkündür. Çünkü genellikle bir konuya dair sadece en net, en bariz göze çarpan ayetlerin ele alınması gibi bir durum söz konusudur. Oysa başka meseleden bahseden ayetlerde de kitabın konusunu oluşturan konuyla ilgili önemli ayrıntılar ve ipuçları geçiyor olabilir.

 

Bu tip bir çalışmayı bireysel olarak kendiniz de yapabilirsiniz. Ancak bu durumda da bir konuyu ancak kendi çapımız kadar anlayabileceğimiz gerçeğini unutmamak, bunu göz önünde bulundurarak çalışmak önemlidir. Kur’an’ı kendi bilgi, görgü, eğitim, mizaç, alışkanlık, zeka ve anlayışımız kadar anlayabileceğiz. Bu, Kur’an’ın tam olarak anlaşılması, mükemmel manada anlaşılması adına bir engeldir evet, ama bir başka yönden avantaj da sağlar. Örneğin iyi bir iktisat eğitimi almış biriyseniz ticaret, alışveriş, faiz ve hatta infakla ilgili ayetleri çoğu tefsirden ve mealden daha iyi anlayabilir, anlatabilirsiniz. Veya hangi eğitimi aldıysanız, hangi alanda daha uzman ve becerikli iseniz o konuyla ilgili ayetlerin zihninizdeki yansıması daha parlak olacaktır. Yeter ki ayetlerdeki kelime kökleriyle ilgili hassas olun ve o ayetle ilgili hadisleri de göz ardı etmeyin. Hadise, siyere ihtiyacımız Kur’an’ı anlamak için mutlak değildir ancak anlayışımızın eksik kalmaması, kemal bulması için onlara da ihtiyacımız vardır. Yani bir insan kelime kökleri meselesinde hassas olması kaydı ile Kur’an-ı Kerim’den herhangi bir konudaki ayetleri derleyip toplayarak hazırlayacağı metni gayet güzel anlayabilecek, yorumlayabilecektir. 

 

Bu çerçevede mesela çocuğunuz olsun istiyorsunuzdur veya çocuğunuz vardır ancak efendi, ağırbaşlı olsun, asi ve kötü kalpli olmasın istiyorsunuzdur. Bu gibi meselelerle ilgili halk arasında “Falanca sureyi veya ayeti şu kadar okuyun, suya üfleyin sonra için.” gibi rivayetlerin aslı pek yoktur. Ancak bizzat kendiniz çocuk sahibi olmak için mesela “Rabbi heb lî mine-ssâlihîn” (Rabbim bana salih bir evlat (veya evlatlar) lütfet!”(11), “Rabbenâ heb lenâ min ezvâcinâ veżurriyyâtinâ kurrate a’yunin vec’alnâ lilmuttekîne imâmâ” (“Ey Rabbimiz! Bize gözümüzün aydınlığı olacak temiz eşler ve nesiller ihsan eyle, bizi müttakilere önder eyle!”(12), “Rabbi lâ teżernî ferden veente ḣayru-lvâriśîn” (Rabbim beni yalnız, çocuksuz, tek başıma bırakma. Sen en hayırlı, bâki olan vârissin. Her şey sonunda senindir.”(13) gibi ayetlerden iktibas edebileceğiniz duaları bir araya getirir ve tekrar tekrar aslında birer peygamber duası olan bu duaları yapabilirsiniz. Hem dua etmiş olur, hem peygamberlerin yakardığı şekilde yakarmış olur, hem de bu şekilde dua ufkunuzu ve Kur’an’a aşinalığınızı geliştirmiş olursunuz. 

 

Ya da çocuğunuzun asi ve kötü kalpli, kötü huylu olmaması adına “Veberran bivâlideyhi velem yekun cebbâran ‘asiyyâ” (Yahya) Ana-babasına saygılı ve iyi davranırdı. Hiç zorba ve isyankâr olmadı.”(14) gibi ayetleri derleyebilirsiniz.

Meal Okumada Uygulanabilecek Yöntemler

 

Kur’an-ı Kerim nicelik açısından 600 sayfalık bir metin olarak okunması zor bir kitap değildir. Nitelik açısındansa âlemlerin Rabbi unvanıyla Allah-u Teala’nın kelamı olması yönünden elbette ağır bir metindir. Bu mukaddes beyanı az veya çok tanımak yoluna girmek isteyenler için mealinden okuyarak başlamak iyi bir ilk adım sayılır. 

 

Öncelikle daha kısa sûrelere, örneğin 1-2 sayfalık sûrelere odaklanmak daha kolay olacaktır. Ancak başladığınız sûredeki konular o an için ilginizi çok çekmezse odaklanmakta zahmet yaşamak mümkündür. Baştan beri ilginizi daha çok çeken bir kısa sure var ise ondan başlayabilirsiniz. Bu surenin bilinmeyen kelimelerini çıkarıp bu kelimelerin anlamlarıyla ilgili kısa araştırmalar yapmak zor bir iş değildir. Bu kelimelerin anlamlarında derinleştikçe, sûrenin manasını da daha derinden kavramış olacaksınız. Kendiniz için buna benzer bir çalışma yöntemi belirledikten sonra basit bir planlamayla bu yöntemi istediğiniz sûrelerde ve ayetlerde devam ettirebilirsiniz.

 

Belirli konularla ilgili ayetleri derleyip bunların analizi üzerinde de kafa yorabilirsiniz. Örneğin okumuş dindar Müslümanlar arasında adeta bir slogan gibi kullanılan bazı ayetler vardır. “Yahudileri ve Hıristiyanları dost (veli) edinmeyin.”(15) ayeti bu açıdan güzel bir örnek olabilir. Burada anahtar kavram olarak Yahudiler, Hıristiyanlar ve "velî" kavramını seçer, bu kavramlarla ilgili bir çalışma yapacak olursanız (ki bunun için ehl-i kitap kavramına da ihtiyacınız olacaktır) başkaca pek çok ayetin bu ayetteki asıl manayı açıkladığını, başka yönlerini de gösterdiğini, bazen görünüş olarak tam tersini ifade ettiğini göreceksiniz. Ehl-i Kitapla ilgili ayetleri derlerseniz ve ilk bu ayetle karşılaşırsanız “Allah ehl-i kitabı dost edinmenizi yasaklıyor.” diye düşünebilirsiniz. Ancak o şekilde anladığınız mananın daha doğru bir şekilde anlaşılmasını sağlayacak ehl-i kitapla alakalı o kadar çok ayet vardır ki… Bir ayete bakarsınız ve “Ehl-i kitap direkt cennete gidecek galiba.” diyebilirsiniz.(16) Bir başka ayete bakarsanız “Bunlar arasında teheccüd kılanlar, hayırda yarışanlar varmış.” dersiniz.(17) Bir başka ayete bakarsınız “Bunların hepsi bir değilmiş, içlerinde zalimler olduğu gibi hayırlı olanları da varmış.”(18) dersiniz. 

 

Dolayısıyla tek bir ayetten zaten eksik bir görüntü çıkacaktır. Özel bir garaz ve maksat olmadıkça ve çok şiddetli bir cehalet olmadıkça da ortalama zeka ve insafa sahip bir insan zaten bu konularda tek bir ayeti alıp kullanamaz. Böyle bir davranış haricilerin tek bir ayetin zahiri hükmünden yola çıkarak Hz. Ali’yi (ra) kafir ilan etmesi kadar abes bir şey olurdu.(19)

 

Bir konuya dair tüm ayetlere bakmak ve bunları derlemek meselesine devam edelim. Kur’an fihristinden tüm ayetlere bakıp seçmek zor gelecekse piyasada yer alan ve belli bir konudaki ayetlerin incelendiği kitaplardan biriyle başlamak da yerine göre iyi bir tercih olabilir. Ancak o kitapların da yazarının bakış açısı, bilgisi, görgüsü ve ufku ile sınırlı olduğunu unutmamak gerek.

 

Ayrıca internette de Kur’an fihristi fonksiyonunda çeşitli internet siteleri var.(20) İnternet sitesi yerine farklı uygulamalar, bilgisayar programları da kullanılabilir. "Zikir" kelimesi gibi çok fazla geçen kelimeler yerine daha az sıklıkta geçen başka kelimelerle de başlanabilir. Tabii bu yöntemin yeterli ölçüde faydalı olması yine en azından kelime ve cümle yapısı bilgisi düzeyinde Arapça bilmeye bağlıdır. Ancak Arapça bilmeyenlerin de bu yöntemden istifade etmesi mümkündür.

 

Kur’an-ı Kerim her yönüyle nurdur. Tek sayfasını okuyup baksanız da bir şeyler kazanırsınız. Tek bir ayetin mealine baksanız, bu tek ayet üzerinde saatlerce düşünseniz de bir şeyler kazanırsınız. Kısa bir sureyi baştan sona çalışsanız o da mükemmel bir iştir.

 

*** *** ***

 

Kur’an-ı Kerim’i nüzul sırasına göre okumanın artıları/eksileri nelerdir?

 

Öncelikle nüzul sırasına göre tam, kesin bir metin bulamazsınız. Kur’an-ı Kerim çoğunlukla sûre sûre değil pasaj pasaj indirilmiştir. Mesela Alak Sûresi ilk inen sûre olarak bilinir ancak o surenin sadece ilk beş ayeti ilk inen ayetlerdir. Daha sonra Müddessir suresinin ilk ayetleri nazil olmuştur. Yani Müddessir sûresi de bir bütün olarak inmemiştir. Bazı alimler bütün bir sûre olarak ilk nazil olan sûrenin Fatiha olduğu kanaatindedirler. Yani “nüzul sırası” derken bir bütün halinde sûreleri baz alırsanız bazı zahmetler ortaya çıkabilir. 

Bunun dışında pasaj olarak ele alınca da pasajlara dair nüzul sırası kesin değildir. Yani bu konudaki rivayetler muhteliftir ve üzerinde tam bir ittifak yoktur. 

 

Farklı rivayetlere rağmen yine de eldeki verilere göre mümkün olduğunca nüzul sırasına göre okumakta önemli faydalar vardır. Öncelikle Allah-u Teala’nın -tabiri caizse- mümin bir insanın zihnini ve duygularını adım adım nasıl inşa ettiğini görebilirsiniz. Buradan da büyüklerinden gördüklerini yapmak suretiyle Müslüman olan insanların bazı zahmetlerini görürsünüz. Mesela biz namazı ya da orucu çok küçük yaşlarda görmüşüzdür. İslam bizim için namazla ve oruçla başlayan bir şeydir. O yüzden az çok namaz kılsak oruç tutsak bile otuzlu kırklı yaşlarda hala namazı oturtamama, halen bazı konularda sabırsızlık, tevekkülsüzlük, tam sonuçlarıyla inanamama, ehli dünyaya yönelik bir cins gıpta, bazen haset, “Ne güzel eğleniyorlar, mutlular, biz burada bir sürü sıkıntı çekiyoruz.” gibi hisler görürsünüz. 

 

Oysa Kur’an-ı Kerim’in ilk nazil olan ayetlerde; iman, tevhid, nübüvvet, kıyamet, haşir ve ahiret, tevekkül, tefekkür, her meseleyi Allah’a bağlama, her şeyin sonunda ve başında ve içinde ve dışında -yani evvelinde, ahirinde, zahirinde, batınında- Allah-u Teala’yı görme ve gösterme, pek çok noktada hikmetle düşünme ve öyle hareket etme, günlük hayatın bize sıradan gelen olaylarının hepsini ama hepsini Allah’a bağlama, her noktada Allah-u Teala ile içsel irtibat kurma konusunda vurgularla dolu olduğunu görürsünüz. Aynı zamanda hayat bizi daralttığı vakit daralmamaya ve hayat bize güzel davrandığı, hoş davrandığı, cömert davrandığı vakitlerde de şımarıklığa düşmemeye yönelik pek çok ayeti görürsünüz. Sonra da anlarsınız ki beş on sene bu şekilde eğitim aldıktan sonra zaten beş vakit namaz, oruç, zekat, hac vb. ibadetler çok daha iyi oturmaktadır. 

 

Nüzul sırasıyla ilgilenmekte ve buna dair araştırmalarda zorlanacak olursanız kısa sûrelerden de başlayabilirsiniz. Örneğin 30. cüzde toplam 37 adet sûre vardır ve bu sûrelerin 32 tanesi (Beyyine, Zilzal, Nasr, Felak ve Nas sureleri dışında) Mekke’de nazil olmuştur. Bu kısa surelerden başlayıp ilerlerseniz en az 30 kadar sûreye aşina olmuş olacaksınız demektir ki bu az bir kazanç değildir. 

 

Yine piyasada nüzul sırasına göre derlenmiş meallere rastlayabilirsiniz. Bunlar da okunabilir ancak meal yazarlarının niyeti, maksadı, garazı, kişisel ufku gibi faktörlerin metni etkilediği unutulmamalıdır. Bu konuda dikkatli olunmalıdır. Bu dikkatli olma durumu zaten caddede yürürken, TV izlerken harama bakmamak, hazır yiyecek seçerken dinen mahzurlu bir katkı içerip içermediğine dikkat etmek gibi hayatın içinde olan realitelerdir. 

 

Peki meal okurken hangi gerekçelerle dikkatli olunmalıdır?

 

Daha önce de vurguladığımız gibi mealler Kur’an’ın asliyetini, belagatini, bütüncüllüğünü tam olarak yansıtamaz. Bu, bütün metinler için tercümenin doğasından kaynaklanan bir realitedir. Kur’an için ise daha fazla geçerli bir realitedir.

 

Meal yazarının kişisel bilgisi, görgüsü, niyeti, maksadı, ufku gibi değişkenler de mealleri etkileyecektir. Örneğin bir açıklamalı meale bakarsınız, İslam’ın amelî yönü yokmuş, sadece kalp hayatından ibaretmiş gibi bir görüntü ortaya çıkabilir. Bir başka meal-tefsire bakarsınız, İslam’ın esas olarak savaşmayı emrettiğini, eğitim, aile, güzel ahlak, ekonomi gibi alanlardaki tavsiye ve emirlerinin geri planda kaldığını görürsünüz. Bunda dönemsel şartların etkisi de olabilir. Örneğin Mısır’ın bağımsızlığını kazanmaya çalıştığı dönemde Kur’an’ın savaş ayetleri daha bir ön plana çıkarılmıştır. Bir kısım Mısır uleması da bu ayetleri ön plana çıkarmış ve insanları bu yönde teşvik etmek istemişlerdir. Kendi niyetleri ve dönemsel şartlar açısından bir dereceye kadar mazur görülebilecek bu davranış bütün dönemlere ve coğrafyalara genellenmeye kalkılınca elbette ki sorunlu bir davranış olacaktır ve İslam, Kur’an yanlış anlaşılıp yanlış aksettirilecektir.

 

İşin bu kısmında bir alt başlık daha açmak zorundayız: Meal ve tefsirleri bizzat Kur’an’ı anlamak için okumak ya da meal ve tefsir yazarlarının ne dediklerini anlamak için okumak arasındaki fark…

 

Her şeyden önce meal ve tefsir kitapları okunurken “Burada Kur’an-ı Kerim anlatılıyor.” niyeti ve hürmeti, diğer yandan da “Bu meal ve tefsir yazarının kendi ufku ve niyeti meali-tefsiri etkilemiş olabilir.” düşüncesi ve dikkati bir arada, birbirine paralel bir şekilde yer almalıdır. 

 

Her ikisini birden hatırda tutmakta zihnen zorlanacaksanız, örneğin Elmalılı mealine-tefsirine bakarken “Elmalılı Hamdi ne demiş?” diye değil “Kur’an-ı Kerim ne demiş?” seviyesinde olmak gerekecektir. Yani o meal veya tefsiri okumanın amacı Elmalılı Hamdi’yi değil Kur’an’ı anlamak, Allah’ın bize ne söylediğini öğrenmeye çalışmaktır. Bundan sonraki seviyede ise “Ben nihayetinde çok âlim de olsa belli bir zaman ve zeminde, belli bir kültürde yaşamış bir insanın yazdığını okuyorum. Bu Kur’an-ı Kerim’i tam yansıtmayacaktır.” deyip o zihinsel dipnotla okumalısınız ve okumalıyız. Böylece seviye seviye, adım adım, normal ve genel olarak anlaşılacak manadan daha geniş anlaşılacak manaya, zaten bildiğimizi tasdik edecek manadan henüz bilmediğimizi öğretecek bir manaya, bizim anladığımız, ashabın anladığı, ashabın büyüklerinin -Hz. Ebubekir’in, Hz. Ali’nin, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Abdullah b. Mesud’un, Abdullah b. Abbas’ın- anladığı ve derken Efendimiz’in (sav) anladığı (bunun ötesi artık yoktur, burası geçilemez) manada anlamak yolu inşallah açılacaktır. 

 

Allah’tan dileriz ki yollarından bir veya birden çok yolla bize Kur’an-ı Kerim’in manalarını açsın. Kur’an’ın sırlarını anlamayı bizlere nasip etsin. Âmin.
 


1 ) Serahsi, Mebsut, I, 37’den nakleden: M. Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, s. 28.

2 ) Hamidullah, a.g.e., s.28.

3 ) Hasan Basri Çantay, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerim, İstanbul 1980, I, 6

4 ) Kur’an’ın tercümesi ve mealinin tarihsel arka planı için şu kitap ve makalelere bkz; 

Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Meselesi. Dr. Hidayet Aydar. Kur’an Okulu Yayıncılık. 1996.

Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Tarihi. https://islamansiklopedisi.org.tr/kuran
5 ) Muhammed Esed, Kur’an Mesajı – Meal Tefsir. Önsöz. 

6 ) Esed, a.g.e, Fil 105/giriş ve 2. Notlar.
7 ) Abdülkadir İnan, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Tercemeleri Üzerinde Bir İnceleme, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1961, s. 21. Erişim adresi: https://ia902807.us.archive.org/22/items/Kuran-Kerimzerine-Meal-TefsirTecvidVbKitaplar/Abdulkadir-Inan-Kuran-i-Kerimin-Turkce-Tercemeleri-Uzerinde-Bir-Inceleme.pdf

8 ) Sadrettin Gümüş, Cumhuriyet Döneminde (1923-1960 Arası) Meâl Çalışmaları, FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, Sayı 5, Yıl 2015, s. 317

9 ) Bakara, 144

10 ) Mealcilik ve Türkiye’deki serüveni üzerine bilgilendirici bir makale için bkz; http://isamveri.org/pdfdrg/D01910/2007_1/2007_1_OZTURKM.pdf

11 ) Saffat, 100

12 ) Furkan, 74

13 ) Enbiya, 89

14 ) Meryem, 14
15 ) Maide, 51

16 ) Al-i İmran, 199

17 ) Al-i İmran, 113-114-115

18 ) Ankebut, 46

19 ) Hariciler, Sıffin savaşının sonlarında Hz. Ali’nin hakem tayinini kabul etmesi nedeniyle bunun “Hüküm ancak Allah’a aittir.” (En’am 57) ayetine göre küfür olduğunu, Hz. Ali’nin ve taraftarlarının da kafir olduklarını iddia etmişlerdir.

20 ) Bu sitelerden bazıları şunlar;

https://www.kuranmeali.com/Fihrist.php

http://kuranfihristi.net

https://www.kuranvemeali.com/fihrist

https://kuran-ikerim.org/fihrist