24 dk.
21 Şubat 2024
Kötülük Problemi ve Allah'ın Adaleti | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Kötülük Problemi ve Allah'ın Adaleti | Tek Parça

Soru: Allah'ın insanlara hiç yoktan acı çektirip onların aç ve susuz kalmalarına izin vermesi, kendisi için çok kolay olmasına rağmen ihtiyaçlarına yardım göndermemesi karşısında cevap olarak imtihan dünyasında olduğumuz ve insanların buna dayanıp inkâr etmemesi gerektiği söyleniyor. Dünyanın düzenine uyulmadığı ve mal varlıklarının eşit bir şekilde insanlar tarafından dağıtılmadığı için eşitsizliğin var olduğu öne sürülüyor fakat kudret sahibi Allah yoktan var ettiği insanların dünyada acı çekmelerine izin veriyor. Bu konu “Dünyada acı çekseler de ahirette meyvesini yiyecekler.” diye ifade edilmesine rağmen hiç yoktan var edilmemizi ve Allah'ın sanatını zikretmemiz için yaratılmamızı, isyan etmeyip ne olursa olsun Allah'a iman etmemiz gerekmesini düşününce adalet duygusuna sahip biri olarak bunu mantığıma yatıramıyorum. “Ne gerek vardı?” sorusunu sormadan edemiyorum. Bu hususta detaylı bir cevabınız varsa bahsetmeniz benim için çok önemli. Teşekkürler.

 

Cevap: Konunun birbiriyle ilişkili birkaç noktasını ayrı ayrı ele alarak değerlendirelim:

 

Birincisi: Adalet Duygusu

 

Öncelikle her insanda ortak bir özellik olarak varlığı kabul edilen adalet duygusunun kendi başına bir hakikat ölçütü olup olamayacağını iyi anlamamız gerekir. 

 

Adalet duygusu gerçekten de her insanda mevcut bir duygudur. Felsefe ve bilim tarihinde bu duygunun doğuştan olduğunu iddia edenler olduğu gibi sonradan öğrenildiğini kabul edenler de olmuştur. Her iki görüşün de haklı olduğu yerler vardır. Önemli olan her insanda ister doğuştan verili ister sonradan öğrenilmiş olsun bir adalet duygusunun varlığıdır. Ancak unutulmamalıdır ki; Türkçede “adalet duygusu” olarak adlandırılan kavram mutlak bir hakikat değil, bir duygu, bir algı veya bir düşüncedir. Dolayısıyla adalet de her duygu, her algı veya her düşünce gibi kendi başına mutlak bir ölçüt değildir.

 

Örneğin, sevgi veya merhamet duyguları da her insanda mevcuttur. Ancak bu durum her türlü sevginin meşru olduğu anlamına gelmez. Bir insan doğal olarak anne babasını, eşini ve çocuklarını, vatanını veya mesleğini, ideolojisini veya dünya görüşünü sevebilir. Ancak kendi dünya görüşünden olan bir zalimin zulümlerini de sevebilir, tasvip edebilir veya sevgisi o zalimin zulümlerini görmezden gelmesine neden olabilir. Bu tür bir sevginin meşru olmayacağı açıktır. Aynı şekilde merhamet de her durumda ve derecede herkese eşit bir şekilde gösterilecek bir duygu veya algı değildir. Onlarca masum insanı öldürmüş bir katile merhamet gösterip onu affetmek mümkündür ancak meşru değildir.

 

Aynı şekilde adalet duygusu veya algısı da her durumda kendi başına mutlak geçerli bir ölçüt değildir. Bir insanda adalet duygusunun var olması o duygunun doğru işlediğini, o duyguya göre verilen kararların veya akla gelen düşüncelerin doğru olduğunu göstermez. Çünkü bir insanın adalet algısı, adalet kavramına yüklediği anlam eksik veya yanlış olabilir. Nitekim hukuk tarihi adalet kavramının anlamıyla ilgili tartışmalarla doludur.

 

Bu noktada önemli olan şudur: Bir insanda adalet algısı genellikle; insanlar arası ilişkilerin gözlemlenmesi sonucunda gözlemleyen insanın daha önceki bilgi birikimine, eğitimine, zekâsına, değer yargılarına ve bakış açısına göre oluşmaktadır. Diğer yandan bir insanın adalet algısı, yetiştiği çevreden, aldığı formel veya informel eğitimden, kişisel eğilimlerinden, mizacından, karakterinden, zihinsel ve duygusal alışkanlıklarından etkilenmektedir. Bu tür algılar da mükemmel ve yanıltmayan algılar değildir. Bunların çoğu zaman eksik, yanlış ve gözlem dışı bırakılmış, gözlem esnasında hesaba katılmamış yönleri vardır.

 

İkincisi: Adalet Kavramı ve Adalet Algısındaki Değişkenler

 

Adalet kavramı kendi başına mutlak, soyut, mücerret bir kavram olarak yoktur ancak belirli ilişkiler ve bağlantılar sonucu ortaya çıkan, dolayısıyla öncesi ve sonrası olan, kendisini etkileyen harici unsurlar bulunan bir kavramdır. Dolayısıyla adaletin gerçekten adalet olması için birden fazla faktöre, en azından belli hükümlere ve kurallara ihtiyacı vardır. Bu hükümler veya kurallar yahut bir meselenin öncesi ve sonrası dikkate alınmadan herhangi bir şey hakkında “Adildir.” demek de “Adil değildir.” demek de doğru olmayabilir.

 

Örneğin bir şirket çalışanlarına senede sadece dokuz ay maaş verebileceğini, yaz aylarında maaş veremeyeceğini, bu nedenle dokuz ay boyunca aldıkları maaşı dikkatli harcamaları konusunda bir uyarı yapmış olsun. Çalışanların da yarısı gerçekten aldıkları maaşı dikkatli harcasalar, yaz aylarında maaş alamadıkları zaman için de birikim yapmış olsalar, kalan yarısı dikkatsiz harcamalar yapsalar, uyarıları kale almasalar ve yaz ayları için hiç tasarruf etmemiş olsalar, yaz ayları da gelince dikkatsiz harcama yapanların durumuna bakarak “Bu insanlara adaletsiz davranıldı. Parası olan çalışanlardan bir miktar kesinti yapılıp parası olmayanlara verilmeli.” denilemez. Çünkü her çalışana aynı miktarda maaş verilmiş ve aynı uyarı yapılmıştır.

 

Benzer şekilde, bir üniversite hocası öğrencilerine sınav için dersin hangi konularından sorumlu olduklarını açıklasa, öğrencilerden bir kısmı ciddi çalışsa, diğerleri az çalışsa veya hiç çalışmasa, sınav zamanı çalışanlar yüksek, çalışmayanlar da düşük notlar alsalar, düşük not alanlara bakılarak “Bu hoca adaletsiz.” denilemez.

 

Verilen örneklerdeki adalet kavramı Allah Teala’nın adaletiyle ilgili değil, genel olarak “adalet” kavramının eşitlik kavramıyla aynı şey olmayacağına ilişkin örneklerdir. Sonuç olarak adalet şartlardan, olaylardan, davranışlardan ve başka faktörlerden bağımsız olarak ele alınmamalı, özellikle de “eşitlik” kavramıyla özdeş hâle getirilmemelidir.

 

Bu bağlamda Allah Teala alemde yarattığı şeylerin ya hepsini tekdüze, aynı ve eşit olacak şekilde yaratacaktır ya da yaratılan şeyler birbirinden farklı olacaktır. 

 

Ya moleküllerden gezegenlere, kum tanelerinden dağlara, insanlardan hayvanlara ve bitkilere kadar her şey kütle, hacim, yoğunluk, uzunluk, derinlik, ağırlık, renk, biçim gibi özellikleri itibariyle birbirinin aynı olacaktır ya da moleküllerle gezegenler, insanlarla hayvanlar, bir insanla diğer insan, bir hayvanla diğer hayvan, kısacası her şey birbirinden farklı olacaktır.

 

Kendimize ve etrafımıza bakınca göreceğimiz üzere her şey birbirinden farklıdır. Hiçbir şey hiçbir şekilde kendisi dışındaki hiçbir şeyle eşit değildir. Erkek ve kadın birbirleriyle eşit olmadıkları gibi iki erkek veya iki kadın arasında da tam bir eşitlik yoktur. Kediler ve tavşanlar birbirlerinden farklı oldukları gibi iki kedi ve iki tavşan da birbirlerinden pek çok açılardan farklıdır. Aynı renkler arasında gerek fotonlar düzeyinde gerekse algılama düzeyinde ton farkları mevcuttur. Bu realiteye bakarak insanlar bazı farklılıkları iyi bazılarını kötü olarak algılayabilir. Bir insan kendisinden daha uzun boylu olana bakıp bundan mutsuzluk duyabilir. Bir başkası kendisinden daha zayıf olana bakıp canını sıkabilir. Kimi insan çok yediği hâlde kilo alamamaktan kimisi de az yediği halde zayıflayamamaktan şikâyet edebilir. Ancak söz konusu mutsuzluklar, can sıkmalar ve şikayetler o kişilerin kendi duygu dünyalarıyla ilgilidir, can sıktıkları durumun kendine ait hakikatleri ile ilgili değildir.

 

Ayrıca yaratmanın çeşitliliği adına farklılık her zaman daha iyidir. Her ikisi de güneşin doğuşunu resmeden on tablo sahibi iki ressam düşünelim. Bunlardan ilki güneşin doğuşu hakkında her biri aynı olan, aynı ölçülere, aynı renk tonlarına ve aynı perspektife sahip on tane resim yapmış olsun. Diğer ressam da güneşin doğuşunu deniz ufkundan, dağlardan, ovalardan, şehirlerden ayrı ayrı gösteren, farklı perspektiflere ve renk tonlarına sahip, farklı ölçülerde on tane resim yapmış olsun. Elbette ikinci ressamın daha büyük ve kabiliyetli bir sanatçı olduğu anlaşılacaktır. Bu durumda ikinci ressamın tabloları arasında mukayeseler yapıp “Bunda kırmızı rengi az kullanılmış, diğerinde fazla kullanılmış. Bu tabloda güneşin ölçüleri daha küçük, diğerinde daha büyük.” gibi eleştiriler makul olmayacaktır.

 

Sonuç olarak kâinatta farklılık ve çeşitlilik vardır. Tam eşitlik ise ayniyet ve tekdüzelik, çeşitsizlik demektir. O hâlde farklılık ve çeşitliliğin doğal sonuçlarından birisi eşitsizliktir. Ancak eşitsizlik, adaletsizlik ile aynı şey değildir. Çünkü eşitlik ve adalet farklı kavramlar, farklı konseptlerdir. 

 

Bu durumda kâinatta, tabiatta, insanlar arasında tam adalet isteyen kişi aslında tam eşitlik istiyor olabilir. Ancak bu makul de mümkün de adil de değildir. 

 

Üçüncüsü: “Gibi Gelmek” ve Adaletsizlik Algısı

 

Bir başka açıdan bize “adaletsizlik gibi” gelen bazı durumlarla karşılaşabiliriz. Örneğin, benzer kabiliyetlere sahip iki insandan birisinin ten rengi siyah olduğu ve yaşadığı ülkede hâkim olan etnik köken beyaz ten rengine sahip insanlardan oluştuğu için siyahi insana para kazanma, ticaret yapma gibi fırsatlar verilmezse yahut o kişi aynı mahallede yaşadığı beyaz çocuklar arasında ayrımcılığa uğrayıp kendisine top oynama fırsatı verilmezse bu duruma haksızlık veya adaletsizlik diyebiliriz. Ancak burada da konu eşitlik değildir ve meselenin içine farklı değişkenler girmektedir. Ancak aynı fırsat eşitliğine sahip aynı iki insandan siyahi olan daha tembel beyaz olan daha çalışkan olsa, siyahi olan sadece tembel olduğu için daha az para kazanacağı bir işte çalışsa, beyaz olan daha çok para kazansa siyahi olan kişinin burada bir haksızlığa veya adaletsizliğe uğradığını söyleyemeyiz.

 

Demek ki bir insana “adaletsiz gibi” gelen yahut adaletsiz olduğu konusunda şüphe duyulmayan durumlar aslında adaletsizlik ile açıklanmaya uygun olmayan durumlar olabilir. Bu noktada kişilerin kendi düşünsel kriterlerini sorgulamaları, “adaletsiz” dedikleri bir duruma neden adaletsiz dediklerini ve buradaki nedenleri ayrı ayrı ele almaları gerekebilir. Ayrıca bir duruma “adaletsiz” demeden önce o durumun öncesi ve sonrasının yeterince hesaba katılıp katılmadığı, gözden kaçırılan noktalar olup olmadığı önemsenmelidir. Çünkü bir düşüncenin, bir akıl yürütmenin ilk adımları yanlış atılmış ise o akıl yürütme doğru bir sonuca ulaşamayacaktır. Bu nedenle ilk adımların doğru atıldığından emin olmak gerekir.

 

Dördüncüsü: Tanrı Tasavvurları & Allah Tasavvuru

 

Bir durumu adaletli olup olmadığı konusunda değerlendirebilmek için elimizde baştan bazı kurallar ve kavramlar bulunmalıdır. Örneğin bir insan kendi devlet başkanının karşısında ayağa kalkmadığı için cezalandırılsa bugünün insanları bu cezalandırmanın zulüm olduğunu düşünecektir. Ancak geçmiş dönemlerde bir kabile toplumunda bir insanın kabile reisinin karşısında ayağa kalkmaması onlar açısından cezalandırılmayı hak eden bir saygısızlıktır ve cezalandırılması da adalettir.

 

Allah Teala’nın adaletinden bahsetmek için de Allah Teala’yı bağlayacak bazı kuralların var olması gerekecektir. Ancak burada herhangi bir pagan kültürünün güneş tanrısı gibi bir tanrı tasavvurundan değil, Alemlerin Rabbi olan Allah Teala’dan bahsediyoruz. Allah Teala’nın da -amiyane tabirle- kendi Zatı için koyduğu kurallar diyebileceğimiz rahmetinin gazabını geçmesi, zulmetmeyi kendine haram kılması gibi Zat-ı Uluhiyetine ve İcraat-ı Sübhaniyesine muvafık kurallar dışında herhangi bir kuralın Allah Teala’yı sorumluluk altına sokabileceğini düşünmek mümkün değildir. Böyle bir düşünce hem aklen, hem itikadi açıdan büyük falsolar içermektedir.

 

Gerçekten de doğrudan Allah Teala’yı adaletsiz davranmakla suçlayabilecek bir bakış açısı aslında Allah Teala'yı dışarıdan bağlayacak, Onun zatından bağımsız kurallar bulunduğu varsayımına dayanır. Allah'ı adaletsizlikle suçlayan insan -haşa- bu kuralları Allah'tan daha iyi bildiği şeklinde örtük-gizli bir ön kabule sahip demektir.

 

Örneğin, bir ortaokul öğrencisi, kendisine ders anlatan Nobel ödüllü bir fizikçiye “Sen bu konuyu yanlış anlattın.” dese o konuyu en az Nobel ödüllü fizikçi kadar iyi bildiğini de ima etmiş olur. Bu itirazı da örtük bir şekilde “Ben bu konuyu senden iyi biliyorum.” demektir. Çünkü yanlış anlattığını başka türlü bilmesi ve ifade etmesi mümkün değildir.

 

Benzer şekilde, resim sanatıyla ilgisi sadece dağ ve güneş resmi çizebilmekten ibaret olan bir insanın, Picasso'nun Guernica Tablosunu sadece siyah beyaz olduğu için eleştirmesi, resim sanatının inceliklerini Picasso'dan daha iyi bildiğini farkında olmasa da iddia etmesi demektir. 

 

Benzer şekilde, Allah Teala’nın icraatları veya yaratmalarıyla ilgili “Bu yaptığı güzel oldu ama şu yaptığı çirkin oldu. Şu icraatları adalete uygun ama bu icraatları adalete uygun olmadı.” gibi değerlendirmelerde bulunmak iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış, adalet ve zulüm gibi soyut kavramları Allah’tan daha iyi bildiğini, bu soyut kavramları somut durumlara Allah’tan daha iyi uygulayabildiğini de iddia etmek anlamını taşımaktadır. 

 

Şeytanın Hz. Adem’e (as) secde etmemesine gerekçe olarak sunduğu “Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.”1 argümanı da “Ey Tanrı! Sen yanlış bir şey istiyorsun ve yanlış bir emir veriyorsun. Ateşin çamurdan daha hayırlı olduğunu bilmiyorsun ama ben biliyorum. Ben sana doğrusunu öğreteyim…” anlamına gelmektedir.

 

Anlaşılacağı üzere bu düşünce “Allah” kavramı ile uyuşmamaktadır. Çünkü “Zeus’un insanları lanetleyerek önceden çift yaratıp sonradan ayırması yanlıştır, zulümdür.” cümlesinin kendi içinde bir mantığı vardır. Zira “Zeus” kavramı ve o kavramın işaret ettiği tanrı tasavvuru zaten tanrıların zalim, ahlaksız, bencil varlıklar olabileceğini kabul etmektedir. Ancak Allah Teala için bu cins kabuller olamayacağı için “Allah Teala’nın şu icraatı yanlıştır ve zulümdür.” demenin kendi içinde tutarlı bir mantığı yoktur.

 

Bu durumda insan tutarlı olma adına şöyle demelidir: “Ben bütün kâinatı yaratan ve idare eden bir tanrıya inanmıyorum. Peygamber olduğunu söyleyen kişiye de inanmıyorum. Müslümanların inandığı tanrının bazı eksikleri, yanlışları ve zulümleri vardır.”

 

Ancak bir insan; “Ben bütün kâinatın sahibi, hâkimi, her şeyi bilen ve her şeyi bir hikmetle yaratıp idare eden Zat’a iman ettim. Bu imanımla Onun benden daha alim, daha şefkatli, daha hikmetli olduğuna da inanıyorum.” diyorsa Allah Teala’nın daha iyiyi, daha güzeli ve daha doğruyu ortaya koymaya da seçmeye de kendisinden daha yetkin olduğunu kabul etmiş demektir. O hâlde Allah Teala’nın icraatlarının ve yaratmalarının kendi değerlendirmelerinden daha geniş boyutlu olduğunu da hesaba katması gerekecektir.

 

Beşincisi: Allah Teala ve Kâinat İlişkisi

 

-Tabiri caizse- Allah Teala bu alemde alemin içinden olan aktif bir katılımcı değildir.

 

Örnek verelim: Braveheart (Cesur Yürek) filmini izleyen bir insan, filmin baş karakteri William Wallace'ın çektiği sıkıntıları, uğradığı ihanetleri izleyince “Yönetmen ne kadar insafsız, merhametsiz bir insanmış. William Wallace’a çok acı çektirmiş.” dese veya “Senarist neden İskoçların zulme uğramasına seyirci kalmış? İngilizlerin zulmüne neden göz yummuş?” şeklinde bir eleştiri yapsa bu eleştiriyi kimse anlamlı bulmayacaktır. Ancak İngilizlerin acımasızlığını, William Wallace'ın yüzüne gülüp arkasından kuyu kazanların ihanetini eleştirse bu eleştiri makul karşılanabilir.

 

Bu filmde yönetmen adı üstünde yönetmendir, filmi idare etmektedir ancak filmin oyuncularından birisi değildir. Benzer şekilde şu üç husus hiç unutulmamalıdır:

 

  • Allah Teala da bu alemde alemin içinde olup biten her şeyin içinde olan aktif bir katılımcı değildir. 
  • Ayrıca Allah Teala ile Onun yarattığı mahlukat veya insanlar aynı varlık seviyesinde de değildir. 
  • Aynı şekilde ve aynı bağlamda, bizim insan olarak iyi ve kötü olmamızla Allah Teala’nın zatına bakan iyi ve kötü kavramları da aynı şeyler değildir.

 

Bizler iki yaşında bir çocuğun ölümünü büyük bir ıstırapla karşılayabiliriz. seksen yaşında bir ihtiyarın ölümünü de ıstırapla karşılayabiliriz. Ancak seksen yaşındaki insanın ölmesini biraz daha makul buluruz.

 

Yine seksen yaşındaki bir insanın kalp krizinden ölmesini sebepler planında makul karşılarız ancak aynı insanın evine giren bir hırsız tarafından dövülerek öldürülmesini yahut bir cani tarafından bir odaya kapatılıp açlığa terk edilerek öldürülmesini olumsuz karşılarız.

 

Diğer yandan dünya hayatı fanidir, insan ölümlüdür. Bir şekilde herhangi bir şey sebep olacak ve insan ölecektir. Türkiye’de 2022 yılında 504.839 kişi ölmüş, ölüm nedenlerinin ise %35 oranında dolaşım sistemi hastalıkları (kalp krizi, beyin kanaması, yüksek tansiyon vb.), %15 oranında iyi ve kötü huylu tümörler (kanser vb.), %13 oranında da solunum sistemi hastalıkları olduğu belirtilmiştir.2 Bir insana “Bu nedenlerden hangisi ile ölmek istersin?” diye sorulsa o insan elbette rahatsız olacaktır. Allah Teala’dan her zaman afiyet ve sağlık isteriz ancak bizler de belki bu yazıyı okurken, belki kısa süre sonra belki de uzun yıllar yaşadıktan sonra bir şekilde öleceğiz ve ölüm nedenimiz resmi evraklarda sadece bir istatistik malzemesi olarak kalacak. En fazla iki nesil sonra da büyük ihtimalle unutulup gideceğiz. İstisnai durumlar dışında dünyada bizim yaşadığımızla ilgili bir iz ve işaret kalmayacak. Sanki hiç yaşamamış gibi olacağız. Dolayısıyla ölümümüzden sonraki yıllar içinde de kimsenin umurunda olmayacağız. Bunlar doğal süreçlerdir ve binlerce yıldır bu sistem böyle işlemektedir.

 

Ancak bilinmelidir ki; bizim bir başkasının ölümüne üzülmemiz farklı bir meseledir, insanların ölmesi farklı bir meseledir. İnsanlara hayat veren de öldüren de hakikatte Allah Teala’dır. Fakat Allah Teala’nın insanların ölümüne üzülmesi için bir neden yoktur. Bu durum aynen bizim farelerin veya hamam böceklerinin ölmelerine üzülmemiz için bir sebep olmaması gibidir. Fareler de Allah’ın kulu ve böcek topluluğu da kendi başına bir ümmettir. Bizi Allah katında farelerden veya böceklerden daha değerli kılan şey de biyolojik yönümüz değildir. Ayrıca bizim insanlar olarak herhangi bir yerde salgın hastalık yahut tarım ürünlerine zarar gelmesi gibi nedenlerle fareleri toplu bir şekilde öldürmemiz rasyonel olduğu gibi Allah Teala’nın da kendi Zat-ı Uluhiyetine ve İcraat-ı Sübhaniyesine uygun hikmetlere binaen bazı yerlerde bazı şartlar altında insanları toplu bir şekilde öldürmesi gayet hikmetli ve makul olabilir. Zaten Allah Teala’ya bakan yönüyle bizim “kötü”, “adaletsiz” olarak nitelendirdiğimiz şeylerin bir hikmeti vardır. Bizim dar, sınırlı, yetersiz bakış açımızla herhangi bir meseleye “kötü”, “adaletsiz” dememiz o meselenin gerçekten de kötü ve adaletsiz olduğunu göstermeyeceği gibi bizim bu tip gelişmemiş veya yetersiz değer yargılarına dayalı hükümlerimizin de hakikat noktasında pek bir önemi yoktur. 

Altıncısı: Değer Yargıları ve Değer Ölçüleri

 

İmtihan sırrına da bağlı olarak;

  • “Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin?”3
  • “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”4

gibi ayetler farklı yönleriyle Allah Teala’nın değer verdiği, biz insanları umursamasına vesile olacak hususları haber vermektedir. 

 

Ayrıca;

  • “Onlardan önce nice nesilleri yok ettik, şimdi onlardan hiçbirini duyuyor veya bir ses işitiyor musun?”5
  • “Oysa biz, bolluk içinde azmış nice şehir halkını helâk etmişizdir.”6 
  • “And olsun ki sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği hâlde (yalanlayıp) zulmettiklerinden dolayı nice milletleri helâk ettik.”7

ayetleriyle beraber; 

  • “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.”8

ayeti de insanın aslında herhangi bir değeri olmadığını ancak Allah Teala’nın önemsediği hususlara sahip çıkması hâlinde bir kıymeti olacağını açıkça bildirmektedir. 

 

Evet, insan bir hiçtir. Tek istisna, Allah Teala’nın değer verdiklerine değer vermesi ve o değerlerle değerli hâle gelebilmesidir.

 

Kafirlerin veya kötülerin dünya nimetlerinden faydalanmaları onların gerçekten değerli olduklarını göstermez. Nitekim Kur’an’da meselenin bu yönüyle ilgili olarak; “Şayet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahman’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık. Evlerine (gümüşten) kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar ve altın süslemeler yapardık. Bütün bunlar, sadece dünya hayatının geçimliğidir. Rabbinin katında ahiret ise, O’na karşı gelmekten sakınanlarındır.”9 buyrulmakta, Efendimiz (sas) de hadis-i şerifte “Eğer dünya, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahip olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyadan bir yudum su bile içirmezdi.”10 buyurarak gerçek kıymet ölçüsünü haber vermektedir.

 

Yine bir ayette “Sen onların çoğunun söz dinlediğini veya aklettiğini mi zannediyorsun? Hayır, onlar yolunu şaşırmada hayvanlar (en’âm) gibidir hatta daha da şaşkındırlar.”11 buyrulur.

 

“Onların kalpleri vardır, kavramazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar.”12 ayeti de benzer eksendedir. 

 

Bu ayetleri dikkatsiz okuyucular birer hakaret zannedebilirler ancak Allah Teala ne kullarına hakaret etmektedir ne de yarattığı diğer kulları olan hayvanları insandan daha aşağı tutmaktadır. Hatta ayette açıkça bazı insanların şaşkınlıkta hayvanlardan daha aşağı olduğu da belirtilmiştir. Buradaki esas mesele; biyolojik özellikler açısından heva ve heveslerini her şeyin önünde tutanlara Kur’an’ın “en’âm” demesi yani onları sadece canlılar sınıfının herhangi bir üyesi kabul etmesidir. En’âm kelimesi esasında nimet kelimesiyle aynı kökten gelir ve insanların nimetlendiği koyun, keçi, deve, kedi ve köpek gibi hayvan türlerini içerir. Burada bir hakaret yoktur, sadece kalpleriyle kavramayan, gözleriyle görmeyen, kulaklarıyla işitmeyen insanların değerler hiyerarşisinde en’âm ile aynı kategoride hatta onlardan daha aşağı bir tabakada yer aldıkları realitesi vardır.

 

Bu bağlamda; insanlar nasıl ki koyun, keçi, inek gibi hayvanları beslemekte, onların yemini-suyunu vermekte, barınmalarını sağlamakta, gerektiğinde tedavilerini yaptırmaktadır. Hatta kedi-köpek gibi evcil hayvanlarıyla daha fazla bağ kurmaktadır. Ancak onları insan gibi görmemekte, örneğin onlara miras bırakmamakta, onlarla evlenmemekte, hatta gerçek anlamıyla konuşmamakta, dolayısıyla bir insan kadar önem vermemektedir. Çünkü bu doğal olandır. Allah Teala da imana kapalı olan insanlar için “onlar gibidir” demektedir. Bu durumda onların ölmesi Allah Teala’nın nazarında bir koyunun veya kedinin ölmesinden çok da farklı değildir. Bizler de insan olarak bazen zararlı hayvanları ve haşereleri toplu kıyıma uğratabiliriz. Bir kuş gribi salgınında bir anda yüzbinlerce tavuğu, bir kuduz salgını tehlikesinde binlerce köpeği itlaf edebiliriz. Benzer şekilde Allah Teala da bir tufan verir ve milyonlarca insanı bir anda öldürebilir. Değer ve kıymet verme yahut meseleyi dışarıdan bakan bir gözle değerlendirirken hissedilen duygular bizim için ayrı Allah Teala için ayrı olabilir. Ancak bizim hissettiklerimiz ve hükümlerimiz doğru, Allah Teala’nın hükümleri yanlıştır demek için hiçbir sebebimiz yoktur.

 

Bu noktada insan olarak Allah Teala’nın kâinata ve insanlara müdahalesiyle ilgili kavramları yanlış kurmuş olabileceğimiz hatırlanmalıdır. Allah Teala kâinatta aktörlerden bir aktör değildir. Bizim için anlamlı veya değerli olan bir şey Allah Teala için değersiz olabilir. Aslolan da O’nun hükmü, O’nun değer veya anlam verip vermemesidir. Bu nedenle bizim bu alemdeki ıstıraplarımız veya konseptlerimiz, bakış açılarımız, değer yargılarımız çok da anlamlı şeyler olmayabilir.

 

Meselenin bu kısmını daha iyi anlamak için insan kendi üzerinde de düşünebilir. Biraz daha açalım: Bizler insan olarak evimizin bahçesine bir çiçek ekmek isteyebiliriz. O çiçeğin tohumunu alır, toprağı kazar ve o tohumu ekeriz. İşin başında o çiçeğe ekilmek isteyip istemediğini sormayız. Hatta çiçeği ekme aşamasında toprağı kazarken pek çok mikroskobik canlıya zarar vermiş, onlara acı çektirmiş de olabiliriz. 

 

Yahut dişimiz iltihaplı bir şekilde ağrıdığında antibiyotik alabiliriz. Antibiyotik aldığımız zaman ağzımızın içindeki pek çok zararlı bakterinin yanında yararlı bakterileri de öldürmüş oluruz. Bunların da farkına varmayız. Çünkü aramızda ciddi bir seviye farkı vardır ve o bakterilerin varlığından dahi haberdar olmayabiliriz.

 

Allah Teala ile bizim aramızda da adeta sonsuz bir mahiyet farkı vardır. Allah Teala elbette mikroskobik canlıları da devasa canlıları da bilmektedir. Onların ölümlerinin de zarar görmelerinin de farkındadır. Hepsi de O’nun kuludur ve O kullarını “varlık” ve “var olma” nimetiyle serfiraz kıldığı gibi ecelleri gelince öldürecektir de… Hayat veren O olduğu gibi öldüren de O’dur. Bakterilerin de açlıktan ölen çocukların da bir orman yangınında can veren hayvanların da Rabbi O’dur. Onlarla ilgili asıl değerlendirmeyi yapacak olan da O’dur. Onlara verdiği varlık, hayat, rızıklanma gibi nimetler yanında öldürme tasarrufu da O’na aittir. Bir varlığa senelerce veya dakikalarca varlık bahşetmesi yanında günü gelince öldürmesine bakıp da “Adaletsizlik yapıyor, zulmediyor.” demek makul değildir. Dolayısıyla bu tarz yorumlar bizim haddimize de değildir. Çünkü Allah Teala bakterilerden devasa yaratıklara kadar yarattığı her canlıya karşı bizden daha şefkatli, daha merhametli, daha anlayışlı, daha düşünceli ve daha adildir. Onun bizim adalet veya haksızlık kriterlerimize ihtiyacı yoktur.

 

Yedincisi: Zihinsel Kriterler ve Realite

 

İkinci maddede insanların adalet algısındaki eşitlik kavramının o algıyı bozucu etkisinden bahsetmiştik. Kısaca tekrar edecek olursak; Allah Teala alemde yarattığı şeylerin ya hepsini tekdüze, aynı ve eşit olacak şekilde yaratacaktır ya da yaratılan şeyler birbirinden farklı olacaktır. 

 

Bu farklılıklara varlıklara biçilen ömür süreleri de dahildir.

 

Demek ki bu alemde var olan canlıların hepsinin ömrü ya aynı olacaktır ya da her canlının birbirinden farklı yaşam süreleri, ömürleri olacaktır. Her canlının veya bütün insanların sabit bir şekilde 40 sene yaşamaları sonra birdenbire ölmeleri, bu sistemin yüzbinlerce sene devam etmesi için hastalık, cinayet, kaza gibi olguların hiç olmaması gerekmektedir. Dolayısıyla bu şekilde kurulacak bir dünya çok dar, çok renksiz ve tekdüze bir dünya olacaktır. İmtihanlar aynı olacağı gibi yaşam tarzları da eşit ve aynı olacaktır. Yahut farklı ömür süreleri olacaktır ve canlıların kimisi hastalıktan, kimi açlıktan, kimi kaza sonucu ölecektir. 

 

Aslında bir canlıya veya bir insana biçilen kırk senelik ömür ile seksen senelik ömür arasında mahiyet itibariyle bir fark yoktur. Çünkü ömür süresi imtihanı veya ahireti kazanıp kazanmamayı etkileyecek bir husus değildir. Herkes kendi özgün durumundan sorumludur. Dışarıdan baktığımız zaman da kırk sene yaşayanlara haksızlık yapıldığını, seksen sene yaşayanlara ise torpil geçildiğini söylememiz mümkün değildir.

 

Sonuç ve Özet:

 

Allah, alemlerin Rabbidir. Her şeyin sahibi ve hakimidir. O, yarattıklarına zulmetmez, haksızlık etmez. Bizim haksızlık, eşitsizlik veya adaletsizlik olarak algıladığımız meselelerin göremediğimiz, bilemediğimiz yönleri muhakkak vardır. Çünkü insan alemleri kuşatacak bir zihne ve anlayışa sahip değildir. Durum buyken alemlerin hakimini adaletsizlik ve haksızlıkla suçlamak çocukça bir hezeyandır. Buradaki asıl sorun bizim kendi ilmimizde, bakış açımızda, hislerimizde ve değer yargılarımızdadır. Bunlar kâinatta var olan sistemin kuruluşu, işleyişi ve kıymeti açısından herhangi bir öneme sahip değildir. 

 

Allah, her işinde ve icraatında adil-i mutlak, rahim-i mutlak, hakîm-i mutlaktır. Mutlak adalet, mutlak şefkat ve mutlak hikmet sadece O’na aittir. Biz de O’nun mutlak merhametine sığınır, bize hikmetini anlayabilecek bir idrak lütfetmesini diler ve dileniriz.

 


 

1 ) Sad, 76

2 ) TÜİK, Ölüm ve Ölüm Nedenleri İstatistikleri, 2022
3 ) Furkan, 77

4 ) Tevbe, 24

5 ) Meryem, 98

6 ) Kasas, 58

7 ) Yunus, 13

8 ) Maide, 54

9 ) Zuhruf, 33-35

10 ) Tirmizi, Zühd, 13

11 ) Furkan, 44

12 ) Araf, 179