27 dk.
16 Kasım 2023
Nur-u Tevhid İçinde Sırr-ı Ehadiyetin İnkişafı | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Nur-u Tevhid İçinde Sırr-ı Ehadiyetin İnkişafı | Tek Parça

Soru: Nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin inkişaf etmesi ne demektir?

 

Cevap: Bu ifadeler Bediüzzaman’ın Lemalar isimli eserinin 1. Lemasında geçmektedir. 1. Lema’da Hz. Yunus’un kıssasına kısaca temas edildikten sonra onun balığın karnında iken söylediği; لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ münacatının onun için hızlı bir kurtuluş vesilesi olduğundan bahsedilir. Daha sonra ise bu münacatın sırları ve hikmetleri anlatılır.

 

Hz. Yunus’un (as) balığın karnında iken söylediği Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî küntü minezzâlimin (Senden başka ilah yoktur! Sen her türlü noksanlıklardan münezzehsin. Muhakkak ben zalimlerden oldum, kendime zulmettim!) duası ile ilgili Kur’an’da “İşte biz müminleri böyle kurtarırız!”1 buyurulur. Efendimiz’in (sas) de “Bununla (Hz. Yunus’un duası veya münacatıyla) dua edip de icabet görmeyen yoktur.”2 buyurması nedeniyle bu dua son derece mühimdir.

 

Bu münacatın genel manası şu şekildedir:

 

Lâ ilâhe illâ ente: Senden başka ilah yoktur.

Sübhaneke: Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin. O halde tüm kemâl ve cemâl, bütün mükemmel ve güzel sıfatların da sahibisin.

İnnî küntü minezzâlimîn: Muhakkak ki ben zalimlerden, yani kendi nefsine zulmedenlerden oldum.

 

Bizler zulmü genellikle başkalarına yapılan haksızlıklar ve kötülükler olarak tanımlarız. Ancak zulüm kavramı esas olarak haddi aşmak ve bir şeyi eksik veya hatalı yapmak anlamlarına gelir. Nitekim Kur’an’da zulüm kelimesi türevleriyle birlikte 300’e yakın yerde kullanılmış olup bunlardan iki yüzden fazlası “küfür, şirk, Allah’ın hükümlerini çiğneme ve günah işleme” anlamlarındadır. Bu durumda küfür, şirk ve her türlü günah aslında kişinin kendi nefsine yaptığı bir zulüm anlamına gelmektedir. “Ben kendi nefsime zulmettim.” demek ise hata işlediğini Allah’a itiraf etmek demektir.

 

Başkalarına haksızlık yapmak anlamındaki zulüm kavramı ise Kur’an’da yirmi kadar ayette kullanılmıştır. Bu bağlamda başkasına yapılan haksızlık bir yönüyle kişinin kendisine karşı yaptığı hatadan daha büyük bir hata olduğu için Allah Teala zulme uğrayanı affetse de zulmedeni affetmemektedir. Ayrıca İslam’ın “elinden ve dilinden kimsenin zarar görmemesi”, imanın ise “insanların birisinin elinden ve dilinden zarar görmeyeceğinden emin olması” anlamlarına gelmesi nedeniyle başkalarına zarar verme, onlara haksızlık yapma imanın ve İslam’ın temellerine zarar verdiği için o tip zulümlere en büyük hata denilebilir.

 

Tesbihin Manası

 

Tesbih, Sebh kökünden gelmektedir. Terim olarak Allah Teala’yı, Onun uluhiyetiyle bağdaşmayacak her türlü noksan özelliklerden tenzih etmeyi, Allah Teala’nın en ufak bir olumsuz özelliğe ve icraata sahip olamayacağını ifade eder. Bizler bu hakikati Sübhane kelimesine “Sen” anlamına gelen “Ke” ekiyle veya Allah lafzını ekleyerek, yani Sübhaneke veya Sübhanallah kelimeleriyle ifade ederiz. Bu da “Allah, her türlü noksan sıfatlardan, bütün olumsuzluklardan münezzehtir, uzaktır. Ona hiçbir noksanlık, hiçbir olumsuzluk nispet edilemez.” demektir. Tesbih etmek de budur.

 

Bu bağlamda Allah Teala’yı hakikaten noksan sıfatlardan tenzih ve tesbih ediyorsak hayatımızdaki hatalar ve olumsuzluklar bize kalıyor demektir.

 

Ancak bu gerçeği ifade etmek ve buna inanmak, kendi kendine kahretme veya negatif olma demek değildir. Bizler yaşadığımız hayatın bilançosunu rasyonel bir şekilde çıkarsak, başkalarını suçlamadan ve Allah Teala’ya kırılmadan bir hesap kitap yapsak, sistemin nasıl işlediğini görecek ve “Evet, yanlış yapan benim!” diyeceğiz. 

 

Bu bakış açısı insanı negatife götürmedikçe, duygusal olarak çökertip kendine aşırı acıma hislerine dönüşmedikçe, yani bir denge hâlinde tutuldukça; enerjisini ve güvenini koruyabilmesi için atılabilecek harika bir adımdır.

 

Çünkü eğer üzerinde bulunduğumuz hâl başkaları yüzünden olsaydı hiçbir şeyi değiştiremezdik. Ancak içinde bulunduğumuz durumun nedeni kendi hatalarımız, yapmamız gerekenleri eksik yapmamız ise o eksiği tamamlayabiliriz ve içinde bulunduğumuz durumdan kurtulabiliriz demektir.

 

Yani insan “Ben hayatımın mutlak sahibi değilim. Fakat manevi hayat gemimin dümeninde ben varım. O hâlde bu gemi soğuk iklimlere gitmişse ben geminin dümenini o iklimlere kırdığım içindir. Sıcak ve ferah iklimlere gitmem için de yapmam gereken şey, dümeni o iklimlere çevirmektir.” demelidir. İnsan başkalarını suçladığı zamansa “Hayat gemimi başka gemiler çekip götürüyor. O zaman benim yapabileceğim bir şey yok.” demiş olmaktadır. 

 

Negatif düşünen insanlar, hatayı kendinde görme düşüncesini çok ağır ve çirkin bulurlar. Oysa insanı asıl özgürleştiren de güçlendiren de dümende kendisini görmesidir. Bu bakış açısı da insana başına gelen nimetlerin de musibetlerin de kendi yaptıklarının sonuçları olduğu gerçeğini gösterecektir. Böylece insan “Şöyle yaptığım için Allah Teala bu nimeti verdi.” diyebileceği gibi, “Şöyle yaptığım için başıma bunlar geldi.” de diyebilecektir.

 

Hz. Yunus’un Münacatının Bereketi ve Sonuçları

 

Hz. Yunus’un münacatı Kur’an’dan bir ayettir. Bu nedenle bir insan manasına dair pek bir şey düşünmeden, sadece “Bu, Kur’an’da geçen bir duadır.” düşüncesiyle bu münacatı okuyup geçebilir. Manasını bilmeden dahi bu münacatı zikretse bundan bir fayda görür. Çünkü Kur’an’ın ibareleri baştan aşağı nurdur, vahiydir, kendiliğinden hayat vericidir.

 

Ancak sözün aslı manadır. Kur’an metninin ruhu da onun manasıdır. Dolayısıyla insan bu duanın hakiki manasını görüp anladıkça kendisi için ulaşacağı sonuçlar o derecede artacak ve bereketli olacaktır.

 

Bir şirket kurabilirsiniz. Bunun için gerekli bürokratik işlemleri yerine getirir, izinleri alır, evrakları tamamlar ve bir şirketi kurmuş olursunuz. Sermaye olarak da 5000 $ koyarsınız ve öyle gösterirsiniz. Bu durumda 5000 $ sermayesi olan bir şirketiniz olmuş olur. Ancak aynı alanda 5.000.000 $ sermayesi olan bir şirketle aynı seviyede olamazsınız. Aynı iş gücüne, aynı pazar payına, aynı kâr miktarına sahip olamazsınız. Duaya tam gücünü veren husus da yani duanın sermayesi de manayı anlayarak, kast ederek, hissederek, tam bir teveccühle, tam bir kast-ı kalp ile dua edilmesidir. Bu nedenle yaptığımız yapacağımız duaların ve okuduğumuz okuyacağımız münacatların manalarını iyi bilmek, o manaları hissetmeye çalışmak çok önemlidir.

 

Hz. Yunus’un (as) söz konusu duasını veya münacatını daha iyi anlamak için ise Vahidiyet ve Ehadiyet kavramlarının iyi bilinip anlaşılması ayrı bir önem arz etmektedir.

 

Vahidiyet ve Ehadiyet: Allah Teala’nın Genel ve Özel Kaideleri

 

Vahid ve Vahidiyet veya Ehad ve Ehadiyet kavramları kelime olarak “Bir” ve “Bir tek” gibi anlamlara gelir. Yani sonuçta her iki kavram da bir olmayı ve birliği ifade eder. Ancak bu bir olma veya birlik kavramları kendi içlerinde işlevsel açıdan iki farklı boyut kazanmıştır.

 

Vahidiyet; Allah Teala’nın aynı durumda olan tüm kullarına birden tecellisidir. Bütün kullarını rızıklandırması, güneş sistemindeki bütün gezegenleri döndürmesi, çalışan herkese karşılığını vermesi, dua eden tüm kullarının dualarını bir bir ve beraberce işitmesi gibi…

 

Allah Teala’nın Vahid ismini ve Vahidiyet tecellilerini tefekkür ettiğimizde, Allah’ın genel kanunlarında işleyen rahmet ve hikmetleri fark ederiz. Bu noktada Allah Teala’yı Alemlerin Rabbi, Her şeyin ilahı, herkesin mâliki, sahibi olarak tanırız.

 

Ehadiyet ise; Allah Teala’nın her bir kuluna ayrı ve özel tecellisi, o özel kuluyla bir fert, bir birey, bir kişi olarak özel bir şekilde ilgilenmesi demektir. Allah Teala bir kuluna Ehadiyetiyle tecelli buyurunca o kuluna başkalarından farklı şeyler de verir, o kulunun gönlünde özel olduğunu ona hissettirir.

 

Ehad ismini ve Ehadiyet tecellilerini tefekkür ettiğimizde de Allah Teala’nın bize özel rahmetini ve genel kanunların içinde istisna olan ikramlarını görürüz. Bu noktada Allah’ı alemlerin Rabbi olmasının yanında özellikle “Benim Rabbim, Benim İlahım, Hastalandığımda bana şifa veren, beni yedirip içiren, Kendisine seslendiğimde sesimi duyan, benim büyük küçük bütün ihtiyaçlarımı Bilen” olarak tanırız.

 

Bir ülkede genel bir ekonomik kriz olduğunu düşünün. Bütün ülke, bütün kurumlar, bütün şirketler, bütün çalışanlar, bütün insanlar bu krizden etkilenmektedir. İşte bu Vahidi bir tecelli veya Vahidiyet tecellisidir. Ancak bu krizin ortasında Ehadi bir tecelli olarak Allah Teala sizin dualarınızı kabul edebilir ve bir şekilde sizin bu krizden etkilenmemenizi sağlayabilir. Bu da Ehadiyet tecellisidir.

 

Yine örneğin bir savaşta binlerce kişinin ölmesi Vahidi bir tecellidir. Ancak o gürültülü bombardımanların, mermi yağmurlarının arasında bir kişinin bir şekilde sağ kalması Ehadi bir tecelli veya Ehadiyet tecellisidir.

 

Evet, Allah Teala’nın kâinatın işleyişine dair koyduğu, bizim de gözlem veya deney gibi yollarla bilebileceğimiz bazı genel kanunları, kaideleri vardır. Bu kanunlar ve kaideler, Allah Teala’nın kainattaki küllî ve umumi tecellisi anlamına gelen Vahidiyet kavramıyla ifade edilir.

 

Örneğin normal şartlarda, kıyıdan uzakta denize düşmüş bir insan yüzme bilmiyorsa genellikle kurtulamaz. Üstelik hiçbir ışıklandırmanın olmadığı bir yerde, kimsenin de göremeyeceği kadar açık denizde bir yerde denize düşülmüş ise, kişi de tek başına ise kurtulma şansı neredeyse sıfırdır. Üstelik gece karanlığında, denizin ortasında vahşi ve büyük bir deniz canlısı tarafından yutulmuş iseniz oradan sağ çıkmak hiç mümkün değildir. Dolayısıyla sebepler açısından böyle bir kişinin ölmesi beklenir. İşte, Allah Teala’nın tüm kullarına eşit olarak uyguladığı kanunlara göre böyle bir insanın kurtulması imkansızdır. Vahidiyet penceresinden bakılınca o kişinin ölümü doğal bir sonuçtur.

 

Tam bu noktada Allah Teala’nın hususi tecellisi anlamına gelen Ehadiyet tecellisi lazımdır ki insan o durumdan kurtulabilsin.

 

Bu bağlamda, Ehâdî tecelli dediğimiz kişiye özel tecellilere ulaşmanın en iyi yolu, kişinin kendi hayatında Allah Teala’yı ve Allah Teala’nın kıymet verdiği şeyleri özel kılmasıdır. 

 

Evet, bir insan Ehadî tecellilere mazhar olmak istiyorsa, Kur’an ve sünneti, Allah’ın razı olacağı işleri, özellikle de Allah’ın dinini savunmayı, iman ve Kur’an hakikatleri ile insanları tanıştırmayı (Bu çok nadiren Efendimiz (sas) dönemindeki gibi savaşarak olur, genellikle ise anlatarak, anlatanlara destek olarak olur) kendi hayatı içinde özel bir yere koymalıdır.

 

Kişinin kendi hayatında Allah’ı ve O'nun razı olduğu işleri özel bir yere koyması belirli bir zaman sıralamasına tabi olmak zorunda değildir. Örneğin, bir insan rahat bir çalışma ortamına sahiptir ve mesai saatleri içinde namazını vakit girer girmez kılabilir. Bir başka insan da iş yoğunluğu, çalışma ortamının maneviyattan uzak olması gibi nedenlerle namazını vaktini geçirmeden ancak geciktirerek kılabilir. Bu iki insandan birincisinin namazı daha çok önemsediği, ikincisinin ise namazı hayatında geri plana attığı söylenemez. Çünkü önemsemek, kıymet vermek, ciddiye almak her zaman somut bir şekilde görülüp gösterilmek zorunda değildir. Önemli olan Allah’ı ve O'nun razı olduğu işleri zihinsel ve kalbî olarak öne almak, ciddiye almak, önemsemektir.
 

Nur-u Tevhîd: “Alemlerin Rabbi!” & “Benim Rabbim!”
 

Tevhid, Allah’ı bir bilmek, öyle kabul etmektir. Fakat bunun da kendi içinde iki farklı tezahürü söz konusudur.

 

Bir insan “Allah birdir. Bütün insanları, hayvanları, dünyayı ve içindekileri, hatta bütün evreni O yaratmıştır.” dediğinde de tevhidi ifade etmiş olur. “Allah birdir. Beni, parmaklarımı, gözlerimi, ayaklarımı, kulaklarımı, hücrelerimi, kalbimi ve beynimi O yaratmıştır.” dediğinde de tevhidi ifade etmiş olur.

 

Yine bir insan “Bütün varlıkların rızkını Allah yaratır.” deyince de tevhidi ifade etmiş olur, “Benim akşamki yiyeceğim yemeği de Allah yaratmıştır.” deyince de tevhidi ifade etmiş olur.

 

Bu bağlamda “Alemlerin Rabbi!” ile “Benim Rabbim!” arasındaki ayrıma dikkat edilmelidir. İnsan kendi bireysel hayatındaki olup biten her şeyi teker teker Allah’a verdikçe nur-u tevhid dediğimiz tevhid nuru onun için daha parlak inkişaf edecektir.

 

Hz. İbrahim’in (as) Kur’an’daki ifadesiyle “O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Beni yediren ve içirendir. Hastalandığım zaman bana şifa verendir. Canımı alacak olan, sonra beni yeniden diriltecek olandır. Hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum yine O’dur.”3 diyerek ve “Herkesi yarattığı gibi beni de yaratan, herkesi yedirip içirdiği gibi beni de yedirip içiren, iyileşen her hastaya şifa verdiği gibi bana da şifa veren, ölen herkeste olduğu gibi benim de canımı alacak olan, herkesi yeniden dirilteceği gibi beni de diriltecek olan Allah’tır” diyerek meseleyi genel ve geniş daireden alıp özel ve dar daireye taşımak önemlidir. Bu ibarelerdeki “Beni yaratan, beni yedirip içiren, bana şifa veren, beni de öldürecek ve diriltecek olan” meselesi Allah’ın varlığını, ilmini ve iradesini kendi bireysel hayatı üzerinde de görmeyi ve kabul etmeyi ifade eder. İşte bu noktadaki “Benim Rabbim!” anlayışı, nur-u tevhidi, tevhidin nurunu göstermektedir.

 

Bir Tanrının varlığına inanan insanların çoğu tüm evrenin yaratıcısı olan ancak aynı zamanda sadece ulvî şeylerle ilgilenip “küçük(?)” şeylerle uğraşmayan, insanların bireysel hayatına karışmayan, uzakta ve büyük bir Tanrıyı kabul etmiş gibidir. Hatta sadece inanan insanların değil, insanların pek çoğunun böyle bir Tanrı tasavvuruna sahip oldukları, bu özelliklerdeki bir Tanrıya çoğu insanın itirazının olmadığı görülür. Bu nedenle ateizm ve teizm arasında deizm denilen bir ara form vardır.

 

Elbette ki Allah Teala’nın varlığını herhangi bir tarzda da olsa kabul etmek kendi içinde çok kıymetli bir kabuldür. Ancak diğer yandan “tüm kâinat” gibi çok büyük bir varlık alanının tek bir ilah tarafından yaratılıp yönetilmesi zihinlere kolay gelirken, bireysel hayatlardaki günlük meselelerde bir ve tek olan Allah’ın ilmini, iradesini ve kudretini her zaman hatırda tutup kabul etmek aynı ölçüde kolay gelmeyebilmektedir. Bu nedenle bir insanın başına hastalık veya borçlanma gibi bir musibet geldiğinde her şeyden önce para bulmak için alternatif yolları arama, kredi çekme, borcu borçla kapatma gibi yollar denenmekte, hastalık için önce uzman ve ehil doktorlar araştırılmakta, sigorta durumları kontrol edilmekte, sebepler adına pek çok şey yapıldıktan sonra sıra ancak duaya gelmekte ve “Bir de dua edeyim.” denilebilmektedir.

 

Halbuki “Bu musibet Allah’tandır. Benim günahlarımla ilgili de olabilir, günahlarım dışında doğrudan imtihan için verilmiş de olabilir. Allah dilerse bu hastalık şifa bulur. Allah dilemezse ülkenin, dünyanın bütün doktorları bir araya gelse hiçbir işe yaramazlar.” düşüncesi tevhidin ifadesidir. Burada elbette sebeplerin hiçbir geçerliliğinin olmadığı söylenemez çünkü sebepleri de yaratıp birer kaide olarak koyan Allah’tır. Hatta sebepler de imtihanın bir parçasıdır. Ancak bütün sebeplerin ötesinde yine Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti vardır.

 

İşte bu tevhid anlayışıyla ve bu şuurla Allah'a teveccüh ederek herkes kendi bireysel hayatında o ehadî tecellinin yansımasını görebilecektir.

Kolay ve Zor Zamanlarda Teveccüh
 

Hz. Yunus (as) şüphesiz ki Rabbini sadece musibet anlarında, başı sıkışınca hatırlayan bir insan değildi. O, bir peygamberdir. Dolayısıyla vahidiyet tecellilerinin hâkim olduğu anlarda da, ehadiyet tecellisinin gerektiği zamanlarda da Rabbine tam bir teveccüh ve şuur ile yönelmesini bilmekteydi. Efendimiz’in (sas) bir kudsi hadiste ifade ettiği gibi Cenab-ı Hakk “Hiçbir kulumun ‘Ben Yunus bin Metta’dan daha hayırlıyım’ demesi layık değildir.”(4) buyurmuştur. Buhari’deki farklı bir rivayette de “Ben Yunus bin Metta’dan daha hayırlıyım diyen yalan söylemiştir.”(5) buyrulmuştur ki Hz. Yunus (as) hakkında seviyesizce düşüncelerin ve vesveselerin önü adeta kapatılmak istenmiştir. Dolayısıyla bizim gibi sıradan insanların, Allah’la irtibatı bir peygamber gibi olmayan ve olamayacak olan, Allah’ı sadece sıkıntı anlarında hatırlayan sefil insanların Hz. Yunus gibi bir peygamberi yargılamak anlamına gelebilecek bir cürete girişmemeleri gerekir. Dolayısıyla Hz. Yunus’u (as) normal, geniş, ferah zamanlarda Allah’a dua etmeyen ancak sıkıntılı anlarda dua eden bir insan olarak düşünemeyiz. Aksine, Hz. Yunus (as) normal vakitlerinde duası ve teveccühü tam olduğu için sıkıntı anında da tam bir tevhid ve teveccüh ile Allah’a sığınabilmiştir.

 

Bununla birlikte Allah Teala’nın geniş, ferah ve normal zamanlarda dua etmeyip de sadece sıkıntılı anlarda dua edenlerin duasını kabul etmeyeceği söylenemez. Ancak nasıl ki bir insan finansal konularla ne kadar içli dışlı ise finansal kriz zamanlarında diğer insanlardan daha rahat hareket edebilir. Tecrübeli bir tamirci başka ustaların tamir edemediği bir sorunu anında tespit edip tamir edebilir. Allah Teala da elbette her duaya icabet eder ancak dua ile normal zamanlarındaki ilişkisi diğer insanlara göre daha fazla ve daha derin olan insanlar sıkıntı anlarında dualarına daha parlak karşılıklar bulabilir.

 

Sebeplerin Ağırlığı Nispetinde Teveccühün Derinliği

 

Hz. Yunus (as) geniş anlarda da dar zamanlarda da, nimetlerin yağdığı anlarda da musibetlerin ağırlaştığı zamanlarda da teveccühünü korumuş bir peygamberdir. Bunda şüphemiz yoktur. Fakat denizin ortasında, karanlık ve fırtınalı bir gecede, büyük bir balığın karnında iken o sebeplerin ağırlığı Hz. Yunus’un (as) teveccühünün derinliğini de bizlere göstermektedir.

 

Efendimiz (sas) de her zaman halimdir, yumuşak huyludur. Huneyn savaşı sonrası ganimetleri dağıtırken Zülhuveysıra isimli birisi Efendimiz’e küstahça “Adil ol ey Muhammed! Senin adil davranmadığını görüyorum.” demiş, Efendimiz (sas) bunun üzerine ciddi şekilde öfkelenmiş ancak Hz. Ömer (ra) gibi sahabilerin o adamı öldürme tekliflerini de kabul etmemiş, o küstaha sadece sözle itiraz etmekle yetinmiştir.(6) Bu durum bize aslında Efendimiz’in (sas) hilminin derinliğini, en öfkeli anlarında bile adaleti ve yumuşak huyluluğu terk etmeyecek kadar hilm sahibi olduğunu göstermektedir.

 

Aynı şekilde Hz. Yunus’un (as) içinde bulunduğu şartların olumsuzluğu bizlere Hz. Yunus’taki tevhid inancının derecesini göstermektedir. Deniz, karanlık, fırtına ve balık gibi bütün harici sebepler Hz. Yunus’un aleyhine ittifak etmiş iken O büyük peygamber tam bir tevhid ve teveccüh ile Rabbine yöneldiği için o esnada vahidi tecelliler değil ehadi tecelliler görülmüş, böylece ehadiyet sırrı tevhid nuru içinde inkişaf etmiştir.

 

Bu durumun bir örneği de Huneyn savaşında yaşanmıştır. Huneyn savaşından önceki dönemlerde Müslümanların sayısı azdır. Bedir, Uhud ve Hendek gibi zorlu savaşlar yaşanmıştır. Hepsinde de Müslümanlar sayıca daha az, maddi güç olarak daha zayıftır. Arabistan coğrafyasındaki bütün kabileler Müslümanların aleyhindedir. Mesela Hendek’te en güçlü kabileler müminlere karşı ittifak etmişlerdir. Müminler birkaç kişiyle başladıkları davalarında pek çok sıkıntıya katlanmışlar, nihayet Mekke’nin fethine kadar gelişen olaylar silsilesi sonucunda ciddi bir güce ulaşmışlardır. Mekke’nin fethinden sonra da Hevazin kabilesiyle yapılacak olan Huneyn savaşına yaklaşık 12.000 asker katılmıştır. 12.000 sayısı o dönem için de bugün için de önemli bir güçtür. Müslümanlardan bazıları asker sayısının çokluğuna bakarak bir cins gurura kapılmıştır. Bu noktada nur-u tevhidin bir parça sönmeye yüz tuttuğu yahut ışığının zayıfladığı söylenebilir. Aslında 12.000 kişilik bir ordu gerçekten de güçlüdür. Bu kadar askerle her zaman ve her yerde savaş konusunda önemli başarılar kazanılabilir. Ancak bu bilgi kalplerde bir gurur oluşturuyorsa o kalbin Allah Teala ile olan bağında bir zayıflama oluşması da kaçınılmazdır. Gururlu bir kalbin Allah Teala’ya yönelmesinde bir kopukluk olacaktır. O bağ tam kopmasa da bir zayıflama olması doğaldır. Sonuçta müminlere karşı pusu kuran Hevazin okçuları müminlerin öncü birliklerini dağıtmış, ordunun genelinde de muvakkat bir çözülme meydana gelmiştir. Efendimiz’in (sas) “Ey insanlar, nereye gidiyorsunuz? Bana geliniz! Ben Allah’ın elçisiyim. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammedim!” sözleri bile tam duyulmamıştır. Efendimiz (sas), gür sesli olduğu için Hz. Abbas’ı (ra) çağırarak ondan insanlara “Ey Ensar, ey Muhacir, ey Semure Ashabı!” diye bağırmasını emretmiş, Hz. Abbas’ı duyan müminler yeniden toparlanmış ve Allah’ın yardımıyla da zafere ulaşılmıştır. Bu durum Kur’an’da şöyle anlatılır:

 

And olsun ki Allah size pek çok yerde ve sayınızın çokluğundan dolayı övündüğünüz, fakat çokluğunuzun size fayda vermediği, yeryüzünün bütün genişliğine rağmen dar gelip de sonunda arkanızı dönüp kaçtığınız Huneyn Savaşı’nda da size yardım etmişti. Bozgundan sonra Allah peygamberine ve müminlere sükûnet veren rahmetini indirdi; sizin görmediğiniz ordular gönderdi ve münkirleri kahrederek azap verdi ki işte kafirlerin cezası budur.”(7)

 

Huneyn savaşı sırasındaki muvakkat bozgunda oldukça ilginç hadiseler yaşanmıştır. Safvan bin Ümeyye, Hakîm bin Hizam, Süheyl bin Amr, Haris bin Hişam, Ebu Süfyan gibi henüz Müslüman olmamış veya yeni Müslüman olup da imanın kalplerine tam yerleşmemiş olduğu söylenen kişiler de Huneyn’e gelmişler, savaşı uzaktan izlemişlerdir. Müslümanların ilk etapta bozguna uğrayıp dağıldığını görünce Safvan bin Ümeyye’nin kardeşi (müminlerin o güne kadarki başarılarını sihir zannettiğinden olsa gerek) sihrin artık bittiğini söylemiştir.(8) Demek ki o esnada görünürde, yani sebepler planında Müslümanların savaşı kaybetmesi daha büyük bir olasılıktır. Hatta o hengamede henüz Müslüman olmayan ancak ganimet için Huneyn savaşına katılan Şeybe bin Osman (ki sonradan sahabi olacaktır) Uhud’da müminler tarafından öldürülen babasının ve amcasının intikamını almak için Efendimiz’i (sas) öldürmeyi düşünmüş, Efendimiz’in etrafında kimsenin kalmadığı bir sırada harekete de geçmiş ancak kendi ifadesiyle kalbinde hissettiği korku yüzünden hiçbir şey yapamamıştır.(9) Yine bu sahabinin kendi anlatımına göre o bozgun esnasında insanlar sağa sola dağılmış bir vaziyetteyken, Efendimiz de insanları toparlamaya çalışırken Şeybe’yi görmüş, onun niyetini anlamış ancak yanına çağırarak mübarek ellerini Şeybe’nin göğsü üzerine koymuş, hidayete ermesi için dua etmiştir. Şeybe, Efendimiz (sas) daha elini çekmeden içindeki kinin kaybolduğunu bildirir ve  Müslüman olarak Müslümanlarla birlikte savaşır.(10)

 

Bu tabloya bakınca da sebeplerin müminler aleyhinde olduğu görülmektedir. Mekke’nin fethinden çok önce Müslüman olan Halid bin Velid (ra) gibi bir savaşçının kumanda ettiği öncü birlikler dağılmış, diğer Müslüman askerler de kaçışmaya başlamış, henüz Müslüman olmayan veya yeni Müslüman olduğu hâlde imanda tam derinlik kazanamayan Mekke’nin ileri gelenleri Müslümanların savaşı kaybedeceğini düşünmüş, ancak Efendimiz’in (sas) kalbindeki teveccüh nur-u tevhidin tam parladığı bir mahal olduğu için orada yine sırr-ı ehadiyet zuhur etmiş, sebeplerin ötesinde adeta bir el duruma müdahale ederek savaşın gidişatını tersine çevirmiştir. Sonunda Müslümanlar öyle bir zafer kazanmışlardır ki yıllar sonra Yemame savaşında da motivasyon kaynağı olmuştur. Yemame’de de benzer bir bozgun yaşanmış, bozgun esnasında “Ey Ensar! Huneyn’deki gibi tekrar toparlanın ve saldırın!” çağrısıyla müminler yeniden toparlanıp savaşı kazanmışlardır.

 

Büyük ve Küçük Daireler ile İmanın Asıl Bekçisi

 

Tüm şehir, tüm ülke, tüm dünya, tüm kâinat gibi büyük dairelerin de rabbi Allah’tır. Bu hakikatin tanınması ve kabul edilmesi gerektiği gibi küçük dairelerdeki, örneğin “Benim rızkımın, kahvaltımın, şu anda içtiğim çayımın, onların tansiyonuma ve şekerime etkisinin de Rabbi Allah’tır!” hakikatinin de tanınması ve kabul edilmesi gerekir.

 

(Allah’tan her zaman afiyet ve sıhhat dileriz) Doktorlar bizim, eşimizin veya çocuğumuzun kurtulması mümkün görünmeyen bir hastalığa yakalandığını söyleyince dağılmama, o esnada da sadece Allah’ı görüp bilme, hastalık ile Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti arasındaki bağlantıyı hep canlı tutma tevhid nurunu içimizde söndürmeme adına son derece önemlidir. 

 

Her şeyi ama her şeyi Allah’tan bilmek ve Ona bağlamak sebepleri ihmal etmek anlamına gelmez. Sebepleri ve kanunları Allah koyduğu için Allah’a başvurma, ama sadece onu görme, Onu bilme, Ondan isteme, Onun istediği zaman istediği şeyi istediği şekilde değiştirebileceğini bilme manasında o tevhid nurunu canlı tutmayı maalesef çoğu müminin ihmal edebildiği görülmektedir. Oysa imanın asıl bekçisi budur.

 

Elbette ki kâinatın genel işleyişine dair bazı yasaların bilinmesi sonucu mevcut fizik kurallarının veya antropolojik prensiplerin büyük aleme dair bildirdiği bilgiler ve delillerle Allah’a iman eden kişiler de vardır. Ancak asıl iman bizim kendi bireysel hayatlarımızın günlük akışındaki “Rabbim Allah’tır!” hakikati ve şuuruyla kemalini bulacaktır. Asıl o zaman dualar da tam dua olacaktır.

 

Kışın evden çıkacak oluruz. Hava karlı, yollar buzludur. Ayağımızın üşümemesi için kalın çorap, bot giymeyi tercih ederiz. Bunu düşünürken de ayağımızı üşümekten koruyacak olanın Allah olduğunu unutmayız. Buzda kayıp düşmemizi engelleyecek olanın da Allah olduğunu biliriz. Önce bu hakikati hatırlarız, sonra çorabı ve botu giyeriz.

 

Susadığımızda bir bardağa su doldururuz. O suyun kursağımızdan midemize kadar sorunsuz bir şekilde ineceğini ve böylece susuzluğumuzun geçeceğini varsayarız. Halbuki o suyun içilmesiyle midemize inmesi arasında geçen sürede bile beklenmedik şeylerin olması mümkündür. Dikkate almaya bile değer görmediğimiz en küçük anlarımız da Allah’ın takdirindedir.

 

Her meseleyi Allah’a vere vere, büyük-küçük bütün hadiseleri Allah’a bağlaya bağlaya, ancak bunu ezbere bir tekrarla değil, şuurlu bir şekilde, gerekirse ciddi tefekkürlerin sonucunda oluşacak bir birikimle yapa yapa, böylece her şeyin üzerinde tevhid mührünü görmekle hayatlarımız dışarıdan fark edilmese de bambaşka bir boyuta geçecektir ve o iklimin bereketi kendini bizlere içten içe hissettirecektir. Çünkü kişi hayatında Allah Teala’ya ne kadar çok yer ayırırsa Allah da o kulu için takdiratında ve icraatında o kadar çok, hatta daha fazla yer ayırır. Bu hakikat bu cümlelerle bir ayet veya hadiste geçiyor değildir ancak;

 

  • Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim.”(11)
  • Kim dertlerini tek bir dert yaparsa Allah onun dünya ve ahiret işlerinden dert ettiği her şeye kâfi gelir. Kim de dertlerini çoğaltırsa Allah onun dünya vadilerinden hangi vadide helak olduğuna aldırmaz.”(12)
  • Kulum bana bir karış yaklaştığı zaman, ben ona bir arşın yaklaşırım; o bana bir arşın yaklaşınca ben ona bir kulaç yaklaşırım; o bana yürüyerek geldiği zaman, ben ona koşarak varırım.”(13)

 

gibi ayet ve hadislerin işaretiyle anlaşılmaktadır ki; insan, kendi bireysel hayatında Allah’a verdiği önem kadar Allah tarafından önemsenecek, Onu zikrettiği kadar Onun tarafından zikredilecek, Ona yöneldiği kadar Ondan teveccüh görecektir. Hatta Allah Teala’nın karşılığı daha fazla olacaktır.

 

Ehadiyet Tecellilerine Götüren Yollar

 

Ehadiyet tecellilerinin en parlak aynalarından birisi olma bahtiyarlığına erişmiş bir sahabi vardır: Berâ bin Mâlik… Efendimiz (sas) bir hadis-i şeriflerinde “Saçı-başı dağınık, toz toprak içinde ve kapılardan geri çevrilen öyle insanlar vardır ki, ‘Bu şöyle olacak.’ diye Allah adına yemin etse Allah yeminini yerine getirir.”(14) buyurur. Tirmizi’deki bir hadiste de; “Saçı başı dağınık olduğu, eski elbiseler giydiği için kendisine önem verilmeyen öyle kimseler vardır ki şöyle olsun diye dua etseler Allah isteklerini geri çevirmez. Berâ b. Mâlik de bunlardandır.”(15) şeklinde ismi de verilmiştir.

 

İşte, Berâ bin Mâlik, ehadiyetin sıra dışı tecellilerinden böyle bir tecelliye mazhar bir zattır. Ehadiyet tecellileri zaten sıra dışıdır ancak Berâ bin Mâlik gibi zatlarda daha parlak bir şekilde görülmekte ve hissedilmektedir. Sahabe efendilerimiz de Hz. Berâ’nın bu özelliğini çok iyi bilmektedirler. Bazı savaşlarda müminler zor durumda kalınca Bera bin Malik’e başvururlar, ondan zafer adına dua etmesini isterlerdi. Bera b. Malik de “Ya Rab! Sana yemin ediyorum ki bizi galip edeceksin!” diye yemin eder ve müminler galip gelirdi. Bu durum birkaç kez tekrarlanınca sonuncusunda Bera bin Mâlik “Ya Rab! Bizi galip kılıp beni de peygamberine kavuştur!” diye dua eder ve savaşın sonunda müminler galip gelir, Hz. Berâ da şehit düşer.(16)

 

Ehadiyet tecellilerine mazhariyet yolları hepimize farklı şekillerde açıktır. Bütün mesele, Allah’ı ve Onun razı olduğu şeyleri hayatımızda ne kadar öne aldığımızla ilgilidir.

 

Öne Alma Meselesi

 

İnsanlar bazen Allah ve Rasulünü öne alacağım derken kendilerini, herhangi bir ritüeli, bir grubu, grup aidiyetini veya enaniyetlerini öne alırlar. Hatta genellikle insanlar genç iken Allah’ı öne alacağım derken kendilerini öne alırlar ve bu durumun farkına varmayabilirler.

 

Küçük çocukların polis şapkası takmakla polis olduklarını düşündükleri, tahtadan bir oyuncak atın üzerinde koştururken muzaffer bir komutan edasına büründükleri gibi özellikle gençler de dindarlık adına takke takıp sarık sarmayla kendilerini derin bir dindarlık içerisinde hissedebilirler. Takke ve sarık elbette önemsiz değildir. Ancak burada mesele takke ve sarık değildir. Önemli olan öne alınan şeyin Allah olup-olmadığını görebilmektir. Kendini takke takıp sarık sardığı, sakal bırakıp cübbe giydiği için dindar zanneden bir insan namaz kılarken namaz kılmayanları kınıyor, hızlı namaz kılanları kötülüyorsa kendisini öne almış demektir. Ancak insan hakikaten kendi iç dünyasında Allah’ı öne aldığı zaman Allah da onu öne alacaktır.

 

Allah Teala kulunu öne alma meselesini mütekabiliyete, yani karşılıklılık ilkesine bağlamıştır.

 

  • Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.”(17)
  • Hatırlayın ki Rabbiniz size: ‘Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!’ diye bildirmişti.”(18)
  • Siz Beni zikredip hatırlayın ki Ben de sizi anayım.”(19) Ben'i zikredin ki Ben de sizi anayım.
  • Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirmedikçe kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”(20)
  • Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Eğer o, bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.”(21)

 

Yukarıdaki ayetler ile sondaki kudsi hadis dikkatli okununca anlaşılacaktır ki; bizim irademize bakan meselelerde ilk adımı atmak kul olarak bize düşmektedir. Sonrası ise Allah Teala’nın ehadî tecellilerine giden yolu yine Onun izni ve inayeti ile açacaktır. 



 


 

1 ) Enbiya, 88

2 ) Tirmizi, Daavat, 85

3 ) Şuara, 78-82
4 ) Buhari, Enbiya, 35; Müslim, Fedail, 43

5 ) Camiu’l Usul, c. 13, s. 535

6 ) Buhari, Mezalim, 25; Müslim, Zekat, 142

7 ) Tevbe, 25-26

8 ) İbn Hişam, Sire, c. 4, s. 1290

9 ) İbn İshak, s. 554.

10 ) DİA, Şeybe b. Osman maddesi

11 ) Bakara, 152

12 ) Beyhaki, Şuabu’l-İman, c. 7, s. 28

13 ) Buhari, Tevhid, 50; Müslim, Zikir, 2

14 ) Müslim, Birr, 138

15 ) Tirmizi, Menakıb, 55

16 ) DİA, Bera b. Malik maddesi

17 ) Muhammed, 7

18 ) İbrahim, 7

19 ) Bakara, 152

20 ) Ra’d, 11

21 ) Buhari, Tevhid 16, 35; Müslim, Zikr 2, Tevbe 1