7 dk.
04 Ekim 2023
Umumi Musibetler ve Sabır Yarışında Düşmanları Geçmek | 2. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Umumi Musibetler ve Sabır Yarışında Düşmanları Geçmek | 2. Kısım

Not: Bu yazı, “Umumi Musibetler ve Sabır Yarışında Düşmanları Geçmek” başlıklı yazı dizisinin ikinci yazısıdır. Serinin ilk yazısına buradan erişebilirsiniz.

İkincisi: Dünyada iyi ve kötü arasında her zaman bir çatışma yahut rekabet vardır. 
 

Örneğin birkaç tane lise öğrencisiyle ilgileniyor olsanız, onların kendi serbest ortamlarında çeşitli günahlara gireceği varsayımıyla o öğrenciler için programlar hazırlayıp uygulamaya çalışsanız olayın mahiyeti gereği karşınıza farklı engeller, yani rekabet etmeniz, mücadele etmeniz gereken durumlar çıkacaktır. Karşınıza her zaman somut bir rakip, müşahhas bir düşman çıkmak zorunda değildir. Ancak örneğin kaynakların azlığı, zamanın sınırlı olması ve öğrencilerin ilgi düzeyleri de rekabet edilmesi gereken hususlardır.

 

Yine örneğin imanın ve salih amelin varlığı, bireysel veya toplu tebliğ faaliyetleri; küfür, fücur veya nifak için kendiliğinden bir engel oluşturur. Sizin bir arkadaş grubu içinde namaz kılan, gıybet etmeyen, harama bakmayan bir insan olmanız o grubun salih olmayan amelleri ortak bir şekilde işlemesi için pozitif bir engeldir. Yine siz orucun güzelliklerini ve haramın kötülüklerini anlattığınız zaman haramları hoş gören bazı kimseler, onlarla yoğun bir şekilde iştigal etsin etmesin, ondan para kazansın kazanmasın fark etmeksizin bundan rahatsız olabilir. Genç bir hanımefendi imanı, iman içindeki iffeti, iffetteki ibadet neşvesini ve o bağlamdaki tesettürü hem haliyle hem sözleriyle gösterip anlatınca birilerinin keyfine mâni olmuş olacaktır. Çalıştığınız yerde bir hırsızlığa, rüşvete, haram kazanç elde etmeye mâni olduğunuz ve bu çerçevede salih bir amel ortaya koyduğunuz durumda da şerirlerin tekerine çomak sokmuş olursunuz.

 

Bu meselenin en alt seviyesi budur. En üst seviyesini ise Hz. Âdem (as) ve onun nesli ile Şeytan ve yardımcıları arasındaki mücadele, rekabet olarak düşünebilirsiniz. Bu rekabet ve mücadele de zamanın belli bir anında başlamış, kıyamete, belki haşre kadar hatta bir yönüyle cennet veya cehenneme kadar devam edecek bir mücadele, bir rekabettir.

 

İşin doğası böyle olduğu için birileri Efendimiz (sas) zamanında olduğu gibi müminlere açıkça zarar vermeye çalışacak, onları aç, fakir bırakacak, ambargolar uygulayacak, hatta onları öldürmeye çalışacak ve bunun için gerekli şartları hazırlamak için uğraşacaklardır.

 

Nitekim bir ayette; “Ey iman edenler! Sabredin, sabırda (kararlılıkta) yarışın, düşmana karşı hazırlıklı olun (birbirinize dayanıp bağlanın), Allah’a karşı gelmekten sakının ki başarıya ulaşabilesiniz.”1 buyrulmuştur ki “Meselenin bu kısmını önceden bilin, hazırlıklı olun, karşınıza çıkacak zorluklara karşı tahammül etmekle birlikte o zorlukların üstesinden gelmek için direnç gösterin, daha önceden yapageldiğiniz hayırlı işleri, salih amelleri o zorluklarla karşılaştınız diye terk etmeyin.” denilmiş olmaktadır. Ayetteki “usbirû” ibaresi “Sabredin.", hemen arkasından “ve sâbirû” ibaresi ise “Bu sabrı doğal bir rekabet halinde bulunduklarınızdan daha yüksek bir performansta gösterin.” veya “Kararlılıkta onlardan daha sabırlı ve sürekli olun.” manalarını içermektedir.

 

Demek ki burada da bütün mevzu hangi tarafın daha uzun süre sabırlı olacağına dayanmaktadır. Nitekim zikredilen ayet de “Siz yara aldı iseniz (size bir zarar dokunduysa), karşınızdaki düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı (onlara da zarar dokundu). İşte biz, Allah'ın gerçek müminleri ortaya çıkarması, sizden şehitler edinmesi, müminleri tertemiz yapıp kâfirleri imha etmesi için, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zalimleri sevmez.”2 buyrulur ki Allah’a inanıyor olmak bu sabır yarışında müminlerin en önemli güç kaynağı, sabır madenleridir.

 

Bediüzzaman bir yerde “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından (olayların ağırlığından) kurtulabilir.”3, bir başka yerde de; “Tam münevver-ül kalb bir âbidi (kalbi tam aydınlanmış ve ubudiyette derinleşmiş bir mümin kulu), küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi (Allah’ın her şeyi kendine muhtaç eden kudretini), lezzetli bir hayret ile seyredecek.”4 diyerek imanın insana kazandırabileceği gücü, kuvveti ve bakış açısını tasvir etmiştir.

 

Müminin İman Sayesinde Bildiği

 

Bir müminin, kâinatta olan biten her şey gibi kendi başına gelen musibetlerin de belli bir hikmete tabi olduğunu, belli bir ilahi plan-program çerçevesinde seyrettiğini bilmesi, bu bilgiyle eşya ve hadiselere bakması öyle büyük bir nimettir ki tarifi çok zordur. 

 

Bu noktada da Bediüzzaman’ın verdiği bir örnekle devam edelim:

 

Buharlı lokomotifleri bilirsiniz. Tepesindeki bir bacadan duman tüttürerek ve büyük bir gürültüyle ilerleyen trenlerin lokomotifidir bunlar. Bu trenlerin nasıl çalıştığını, birer tren olduklarını, kendisi önüne atlamadıkça kendisine bir zarar vermeyeceğini çocuklar dahi bilmektedir. Bu nedenle günümüzde yaşayan bir çocuk böylesine gürültülü, tepesinden dumanlar çıkararak ilerleyen bir lokomotifi görünce korkmaz, çünkü nasıl çalıştığını, bir şoförün veya vatmanın o lokomotifi kontrol ettiğini, trenin de şoförünün talimatlarına göre hareket ettiğini bilir. Ancak geçmiş çağlarda yaşayan Herkül, Zaloğlu Rüstem gibi kahramanlar bir zaman tünelinden geçip günümüze gelseler ve bir tünelin içinden gürültüyle, tepesinden dumanlar savurarak çıkan bir lokomotifi görseler, bu lokomotifi bir canavar zannedip kaçabilirler. Çünkü o lokomotifin aslında ne olduğuna, nasıl çalıştığına, hangi prensiplere göre hareket ettiğine, onu kimin neye göre hareket ettirdiğine dair hiçbir fikirleri yoktur.

 

Aynı şekilde, Allah Teala’nın ilmine, kudretine ve iradesine dair az çok bilgisi ve imanı olan bir mümin dabbetül arzı görse belki içinde bir parça korku oluşabilir ancak onun da kanun tahtında, belli prensiplere göre hareket ettiğini, Allah’ın ilim, irade ve kudretinin dışında hareket edemeyeceğini bildiği için içinde bir emniyet hissi oluşacaktır. Bu da kendisine bir güç verecektir. Aynı mümin Allah’a, Onun ilmine, iradesine ve kudretine inanmasıyla ve Kur’an’daki bazı kanunları bildiği için emniyet ve güven hisleriyle dolu olacaktır. “Başıma bunlar geldi ancak her şey, her şeyin dizgini elinde olan Zatın kontrolündedir. Bu başıma gelen musibet yeter ki ahiretime zarar vermesin, o konuda dikkatli olayım, gerisi çok da önemli değildir, bir şekilde hallolacaktır.” diyebilecektir.

 

Çünkü o mümin örneğin Hz. Nuh’un (as) kavmiyle yıllar süren mücadelesini belki defalarca okuyup dinlemiştir. Hz. Nuh’un işin başlangıcında nasıl aşağılanıp hor görüldüğünü, kendisine inananlarla birlikte toplumdan dışlandıklarını, “deli” damgasıyla damgalandığını, baskı altına alındığını, faaliyetlerini gerçekleştirmemesi için karşısına türlü engeller çıkarıldığını, bir oğlunun ve hanımının bile kendisinden misyonu itibariyle yüz çevirdiklerini, nihayet “Rabbim! Ben yenik düştüm, mağlup oldum. Yardım et!”5 duasını ettiğini, daha sonra göklerin kapılarının açıldığını ve bardaktan boşanırcasına yağmurlar yağdırıldığını, yerden de su kaynaklarının patlarcasına fışkırdığını, zalimlerin ve facirlerin sellerde boğulup giderken Hz. Nuh (as) ve ashabının ise sağlam bir gemide selamet içinde yüzüp gittiğini, sonunda kurtuluşa ve ferahlığa erdiklerini bilir.

 

Hz. Yusuf’un (as) kendisini kıskanan kardeşlerinin hasetleri nedeniyle kuyuya atıldığını, kardeşlerinin hesap edemeyeceği birileri tarafından kurtarıldığını, bir süre köle gibi gezdirilip satıldığını, sonra saraylarda yetiştirilip eğitildiğini, nihayet büyük makamlara ve nimetlere sahip kılındığını da bilir.

 

Ashab-ı Kehf’in facir ve zalim bir kavmin içinde Allah’a inandıkları için takibata uğradıklarını, dinlerinin ve hayatlarının selameti için bir mağarada gaybete çekildiklerini, yanlarındaki köpekleriyle birlikte muhtemelen yüzlerce yıl uyku gibi rahat, endişesiz, ferah bir alemde bekletildiklerini, gerçek süreyi ise sadece Allah’ın bilebileceğini, dolayısıyla musibetlerin vazifeli oldukları süreyi de Allah’ın takdir ettiğini, ancak eninde sonunda O’nun vaadinin gerçekleşeceğini, bu süre boyunca mağara arkadaşlarının kendilerini sadece bir gün kadar uyumuş zannettiklerini, süreyle ilgilenmediklerini, sonunda hem kavmi hem de idarecileri tarafından haklarının teslim edildiğini ve kendilerinin hem yaşarken hem ölümlerinden sonra insanlara bir ders ve ibret hatırası kılındıklarını da çok iyi bilir.

 


 

1 ) Âl-i İmran, 200

2 ) Âl-i İmran, 140

3 ) 23. Söz, 1. Mebhas, Üçüncü Nokta

4 ) Üçüncü Söz

5 ) Kamer, 10