


Adn Cenneti Aslında Aden Bahçesi midir? | 1. Kısım
Soru: Merhaba, bir arkadaşım ile yaptığım sohbet sırasında kendisinin öne sürdüğü bazı iddialara yanıt veremedim. Bu nedenle, konu hakkında sizin görüşünüzü almak istiyorum. Arkadaşım Kur'an'da adı geçen Adn Cenneti'nin aslında "Aden Bahçesi" olduğunu, bunun da Tevrat'ın Yaratılış (Tekvin) bölümünde detaylı olarak anlatılan bir mekânla özdeşleştiğini iddia etti. Ona göre Aden bölgesi Fırat ve Dicle nehirleri arasında yer almakta olup, bu bölge Yahudilere vaat edilmiş topraklar arasındadır.
Ayrıca Tevrat'ta Tanrı'nın insanı kendi suretinde, yani kendisine benzer bir biçimde yarattığı ve ona tüm varlıklar üzerinde hâkimiyet verdiği ifade edilmektedir. Arkadaşımın yorumuna göre, Âdem'in yasak meyveyi yemesi gerçeği bilme yetisini kazanmasına, bunun sonucunda ise çıplaklığından utanmasına yol açmıştır. Bu olayın ardından, Tanrı insanın ölümsüzlük yetisini elinden almıştır. Sonuç olarak, "Cennet" denilen kavramın aslında fiziksel bir yer olan Aden bölgesi olduğunu ve zamanla bu kavramın soyut bir anlama büründüğünü iddia ediyor.
Bu konu hakkında araştırma yapmaya çalıştım, ancak yeterli kaynak bulamadım. Sizin görüşünüzü almak isterim. Teşekkür ederim.
Cevap: Öncelikle Cennet’in Aden Bahçesi veya Aden Bölgesi ile özdeşleştirilmesi, sosyal bilimlerde sıkça karşılaşılan bir metodolojik hataya işaret etmektedir. Bu hata, ihtimal dâhilinde olan ile kesinliği kanıtlanmış olanı birbirine karıştırmak; mümkün olabilecek bir yorumu tarihsel gerçeklik gibi sunmaktır.
Sosyal bilimler içinde yer alan arkeoloji, somut bulgulara dayanarak belirli konularda kesin yargılara varabilir. Örneğin Orhun Yazıtları’nın içeriği, Hammurabi Kanunları’nın kapsamı veya Mısır hiyerogliflerindeki sembollerin anlamları gibi konular arkeolojik ve filolojik kanıtlarla desteklenebilir.
Ancak kesin yargılarla konuşulabilecek alan sonsuz bir alan değildir. Bu bağlamda bazı tarihçiler, antropologlar veya bilimsel yöntemin temel ilkelerini tam olarak kavrayamayan sosyal bilimciler tarihsel verileri mutlak ifadelerle yorumlama eğiliminde olabilirler. Özellikle kutsal metinlerde yer alan sembolik anlatıları modern tarihsel coğrafya ile birebir örtüştürme çabaları metodolojik hatalara yol açabilir. Cennet kavramı farklı dinî geleneklerde çeşitli anlamlar kazanmış olup, onu yalnızca belirli bir coğrafi bölgeyle bu kavramı sınırlandırmak oldukça indirgemeci bir yaklaşım olacaktır.
Antik dönemde Anadolu'da yaygın bir kült olan Ana Tanrıça inancı, pek çok pagan uygarlığında farklı biçimlerde yer almıştır. Bu bağlamda, Frig uygarlığında önemli bir yere sahip olan Kibele kültü, Anadolu kökenli bir tanrıça inancı olarak bilinmektedir. Kibele’nin Antik Yunan, Roma ve diğer tarihî uygarlıklarda farklı isimlerle varlık gösterdiği ve bu tanrıça adına çeşitli tapınaklar inşa edildiği tarihsel verilerle desteklenebilir. Bu bilgiler, arkeoloji ve tarih alanında genel kabul görmüş, nesnel ve doğrulanabilir verilerdir. Ancak bu verilerden yola çıkarak, "Kibele’nin bir figürü Mekke’ye götürülerek Kâbe’ye konmuştur ve orada tapınma nesnesi olmuştur." veya "Namazdaki 'kıble' kelimesi, Anadolu Tanrıçası Kibele’den türemiştir." gibi mutlak ifadelerle ortaya atılan iddialar bilimsel yöntem açısından ciddi sorunlar barındırmaktadır. Benzer şekilde Sümer kökenli olduğu öne sürülen ve Hitit kültüründe yer alan Kubaba ismini, Kâbe veya Kubilay gibi kelimelerle ilişkilendiren yaklaşımlar da metodolojik açıdan hatalıdır.
Bu tür iddialar genellikle tarih ve arkeoloji disiplinlerinde akademik uzmanlığı olmayan, ancak bu alanlarla hobi düzeyinde ilgilenen kişiler tarafından dile getirilmektedir. Oysa bilimsel araştırmalar ve eldeki veriler arasında doğrudan bir bağlantı kurulabilmesi için dilsel, arkeolojik ve tarihsel bulguların bütünlüklü bir şekilde incelenmesi gerekir. Bu tür bağlantılar en fazla "ihtimal dâhilinde olabilir" şeklinde yorumlanabilir; kesinlik ifade eden yargılar ise sağlam bilimsel kanıtlarla desteklendikten sonra belirtilmelidir.
Örneğin Kâbe kelimesi etimolojik olarak Arapça "Ka‘b" kökünden türemiş olup "dört köşeli" veya "küp biçiminde yapı" anlamına gelmektedir. Kıble kelimesi ise "yönelinen istikamet, yön" anlamını taşır. Bu nedenle Kâbe'nin Kibele veya Kubaba gibi kelimelerle etimolojik bir bağlantısı bulunmamaktadır. Bu örnektekine benzer biçimde yalnızca kelime benzerlikleri üzerinden tarihsel çıkarımlar yapılması, bilimsel açıdan son derece problemli sonuçlar doğurur. Benzer bir mantıkla "Tevrat’ta geçen Aden bölgesi aslında Adana’dır, zamanla ismi değişmiştir." veya "Tarihte Sparta olarak bilinen şehir aslında Isparta’dır. Yunanlar her şeyi bizden aldıkları gibi bunu da bizden almışlardır." gibi spekülatif iddialar da öne sürülebilir. Ancak bu tür yüzeysel benzerlikler, dilbilimsel ve tarihsel bağlamdan yoksun oldukları için bilimsel değeri olmayan spekülasyonlardan ibarettir.
Bu durumda “Bu kelime buradan geliyor, bu kelime bundan türemiştir” gibi mutlak ifadelerden kaçınmak, ihtimallerle konuşmak gerekir. Sadece kelime benzerlikleri üzerinden gidilecek olsa, bir Adanalı da çıkıp “Aslında Tevrat’ta Aden diye geçen bölge Adana’dır. Aden zamanla Adana olmuştur.” diyebilir. Yahut bir Ispartalı “Tarihte Sparta diye bilinen yer aslında Isparta’dır. Yunanlar her şeyi bizden aldıkları gibi bunu da bizden almışlardır.” diyebilir. Demek ki kelime benzerlikleri tek başına bir anlam ifade etmemektedir.
Sonuç olarak, tarihsel analizlerde kelime benzerlikleri tek başına yeterli bir kanıt oluşturmaz. Bir terimin veya kavramın başka bir dilden ya da kültürden etkilenmiş olabileceğini öne sürmek için, filolojik, arkeolojik ve tarihsel kanıtların bütünlüklü bir biçimde ele alınması gerekir. Bu nedenle, kesinlik içeren iddialardan kaçınılmalı, yalnızca olasılıklar çerçevesinde temkinli yorumlar yapılmalıdır.
Aden Bahçesi/Cenneti
Tevrat’ın Yaratılış kitabında Aden Bahçesi’ne ilişkin anlatım şu şekildedir:
“RAB Tanrı doğuda, Aden'de bir bahçe dikti. Yarattığı Adem'i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Aden'den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon'dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon'dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle'dir, Asur'un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat'tır.”1
Aden bölgesinin konumuna dair tarih boyunca çok sayıda iddia ortaya atılmıştır. Ancak bu bahçenin kesin konumunun tespit edilemediğini söyleyebiliriz. Bazı görüşlere göre Aden Bahçesi, İran Körfezi’nin kuzeyinde veya Güney Mezopotamya’da yer almaktadır. Kimileri ise Nahcivan ve Ağrı bölgesini, Ermeni Platosu’nu, Tebriz civarını ya da Telassar (bazı yorumlara göre Telafer) şehrini Aden Bahçesi ile ilişkilendirmiştir. Bir diğer iddiaya göre Aden Lübnan ormanlarında bulunmaktadır. Mormon inancına göre ise Aden Bahçesi, Amerika kıtasında Missouri eyaletinin Jackson County bölgesindedir.
Bununla birlikte, Tevrat’ta geçen Pişon ve Gihon nehirlerinin hangi nehirler olduğu konusu da belirsizdir. Fırat ve Dicle’nin kimliği açıkça belirtilmiş olsa da Pişon ve Gihon’un günümüzde bilinen hangi akarsulara karşılık geldiği kesin olarak tespit edilememektedir.
Bu tür mekânsal spekülasyonlar, yalnızca Aden Bahçesi ile sınırlı değildir. Ashab-ı Kehf Mağarası’ndan Hz. Nuh’un (as) gemisinin indiği yere kadar pek çok dinî anlatı, farklı coğrafyalarda sahiplenilerek belirli bölgelere atfedilmektedir. Ancak bu tür iddialar genellikle tarihsel, arkeolojik ve filolojik kanıtlardan ziyade efsaneler ve yerel inanışlar üzerine inşa edilmiştir.
Ashab-ı Kehf ve Hz. Nuh’un Gemisi Üzerine Rivayetler
Ashab-ı Kehf kıssasının nerede geçtiği konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır. Cezayir, Mısır, Ürdün, İspanya, Suriye, Doğu Türkistan ve Afganistan’da Ashab-ı Kehf’e ait olduğu iddia edilen mağaralar mevcuttur. Anadolu’da ise Efes, Afşin ve Tarsus’ta üç mağaranın bu kıssayla ilişkilendirildiği görülmektedir. Ancak Ashab-ı Kehf’in yaşadığı zaman ve yer konusunda elimizde kesin bir delil yoktur. Ne Kur’an’da ne sahih rivayetlerde ne de arkeolojik olarak bu kıssanın geçtiği yer hakkında net bir bilgi bulunmaktadır. Dolayısıyla bu tür iddialar ancak birer tahmin olarak değerlendirilmelidir.
Benzer bir durum Hz. Nuh’un (as) gemisinin konumu için de geçerlidir. Kur’an’da bu konuda şöyle buyrulmaktadır:
“Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut! denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti.”2
Bu ayette geçen Cûdî kelimesi, bazı meallerde “Cudi Dağı” olarak çevrilmiş veya “dağı” kelimesi parantez içinde verilmiştir. Alıntıda bulunduğumuz Diyanet Vakfı mealinde de bu şekilde bir kullanım görülmektedir. Bu nedenle geminin Şırnak’taki Cudi Dağı’na oturduğuna dair yaygın bir inanış bulunmaktadır. Ancak bu yorum kesin bir bilgiye dayanmamaktadır. Kur’an’da geçen Cûdî kelimesinin doğrudan bugünkü Cudi Dağı’nı işaret edip etmediği belirsizdir. Ayrıca, bu dağın tarih boyunca bu isimle anılıp anılmadığı da bilinmemektedir. Dolayısıyla, insanların ayetin etkisiyle bu ismi bir dağa yakıştırmış olmaları da mümkündür.
Bu örneklerdekine benzer biçimde Mezopotamya’daki verimli, yeşillikler içindeki bahçelere zamanla Aden isminin verilmiş olabileceğini söylemek de mümkündür. Tarihî ve dinî metinler üzerine yapılan yorumlarda ihtimaller çerçevesinde konuşmak ve kesinlik içeren ifadelerden kaçınmak gerekir.
1 Tekvin (Yaratılış), 2:8-14
2 Hud, 44