Ahirete yönelik borçların ödenmesi için bir metot: Helalleşme | 1.Kısım
Soru: Kul hakkı, hakkın helal veya haram edilmesi nedir? Helalleşme nasıl olmalıdır? İhlal edilen haklarımızı helal etmeli miyiz?
Cevap: Hak meselesi bir kontrat, bir sözleşme, bir çek gibidir. Mümin bir insan için gerçektir ve gerçek bir karşılığı vardır. Siz, bir insanın dilinizle, elinizle bir şekilde hakkına girerseniz, ona zulmederseniz, eziyet ederseniz, gerçek bir zarar verirseniz; o kişi güçlü de zayıf da olsa, haberdar olsa da olmasa da, kendisini savunacak durumda olsa da olmasa da sizin üzerinizde bir alacak sahibi olmuş demektir. Allah-u Teala da o alacaklarını, o karşılıklı borçların hepsini ahirette tahsil veya takas edecektir. Buna mahsup da diyebilirsiniz.
Hak ve Helalleşme Meselesinin Ciddiyeti
Bu, ciddi ve gerçek bir şeydir. Bir manada kişinin yaptıklarının tamamının, yani başkalarına verdiği zararların veya faydaların karşılıklarının her zaman verileceği bilgisi oldukça önemlidir.
Daha da önemlisi: Siz, bir kişiye zulmediyorsanız, o kişiye zulmederken az veya çok bir güç kullanıyorsunuz demektir. Bu güçlerin bazısı açık, net ve bellidir. Örneğin siz daha zenginsinizdir, zulmettiğiniz kişi daha fakir veya sosyal çevresi olmayan birisidir. O kişiyle bahçeleriniz sınırdır. Siz de bahçe sınırını biraz kaydırarak istediğinizi alırsınız. O kişi de hakkını savunamayacaktır. Burada söz konusu olan açık ve net bir güç kullanımıdır.
Fiziksel güç kullanımları genel olarak açık ve nettir. Bir meseleden dolayı öfkelendiğiniz ve sizden daha zayıf birisini dövebilirsiniz. Bu açık ve net bir güç kullanımıdır.
Fakat açık ve net olmayan güç kullanımları da vardır. Örneğin siz arkadaş ortamınızda sözü dinlenen birisinizdir. Bir kişi hakkında bazı şeyler söylüyorsunuzdur ve o kişi de yanınızda değildir. Kendisini o an için savunma şansı yoktur. Size göre daha zengin, daha zeki, daha güçlü de olabilir. Ama o anda, o arkadaş ortamında sizin sözünüzün bir gücü vardır. Sözleriniz dinlenmektedir. Siz de o ortamda orada bulunmayan bir kişi hakkında atıp tutuyorsunuzdur. Yani gıybet veya iftira ediyorsunuzdur. Burada da bir güç kullanımı vardır ancak bu güç diğerleri gibi açık ve net değildir, görülmeyebilir, fark edilmeyebilir.
Sonuçta bu hak yeme meselelerinin tamamında bazen açık bazen kapalı bir şekilde kişinin sahip olduğu gücü başkasına zarar vermede kullanması söz konusudur. Verilen zarar da zararı verenden her halükarda tahsil edilecektir.
Ayrıca, zarar veren kişinin zararının ahirette muhakkak suretle alınacağı bilgisi ve şuuru kişiyi tamamen değiştirecek çok güçlü ve ciddi bir meseledir.
Bu değişimin farklı seviyeleri vardır. Mesela bir insan bu konuya “Ben zulmedersem cehennemde bana zarar verilecek.” şeklinde bakabilir.
Bir başkası aynı konuya izzet veya kişisel gururu, yani kendine yedirememe, yakıştıramama açısından bakabilir. Örneğin bir insana zulmetme ihtimalini düşününce “Bu insanın yarın Allah katında benden daha güçlü bir şekilde hakkını alma ihtimali var, bunu da hiç istemem.” şeklinde bakabilir.
Veya aynı şekilde eski tasavvuf ve menkıbe kitaplarında “Birinin gıybetini edecek olsam annemle babamın gıybetini ederdim. Çünkü başkasına neden sevabımı vereyim ki?” şeklinde bir bakış açısı da olabilir insanda.
Bu ibareler “Allah Teala beni şu anda duyuyor. O’ndan mahcup olduğum için gıybet etmek istemem.” gibi ibarelere göre belki daha zayıf görünebilir. Fakat insanının hayatında önemli bir yönü değiştirme adına bu sönük gibi görünen bakış açıları ve ibareler de önemlidir, insanı gıybet ve iftira şerrinden korumaktadır.
Bir insan da örneğin bir akrabasıyla veya arkadaşıyla konuşurken onun kırıcı bir sözüne maruz kalmıştır. Günler boyu yemek yerken, çalışırken, bir şey okurken veya izlerken bu söz aklına gelmektedir. Makul birisi ona “Sen yanlış yaptığını düşündüğün bir insana saatlerini, günlerini harcıyorsun. Ona haddinden fazla değer verme. Ona ayırdığın bu vakitleri ister ilme, ibadete, duaya ayır ister hobilerine sarf et.” dese ve canı sıkılan insan bunu verimli görüp uygulasa yine gıybete gıybetle karşılık verme şerrinden korunmuş olacaktır.
Önemli olan Allah Teala’nın bizi çirkin bir şey yaparken görmemesidir.
Benzer şekilde bir insanın “Ben şu yaşıma geldim, şu kadar eğitim aldım, gördüm geçirdim, belli bir olgunluk seviyesine ulaştım. Artık bundan sonra bir insanın gıybetini yapacak, arkasından konuşacak kadar aşağılık bir şey yapmak istemiyorum, bu kadar düşemem.” demesi de bir yönüyle kendini beğenmişlik olarak algılanabilir ancak bu da tam olarak kibir değildir. Kişiyi gıybetten koruması açısından da hayırlıdır.
Bunun konumuzla dolaylı bağlantısı şudur: Bir insan bir başkasının hakkına girdiği zaman o kişiye kendi üzerinde bir güç vermiş ve ona fayda sağlamış demektir. Bunu fark etmek önemlidir.
Hak, gerçektir. Hakkını helal etme meselesi de aslında kendi adına ve lehine yazılan bir çeki yakmak gibidir. Düşünerek yapılması gereken bir şeydir.
Gerçek Helalleşme ve Sünnetten bir Örnek
Örneğin Efendimiz’in (sav) halkın karşısına çıkıp “Ben kimin sırtına kamçı vurmuş isem işte sırtım, gelip vursun. Ben kimin malını almış isem, işte malım gelsin alsın. Hiç kimse: “Peygamber tarafından kınanmaktan korktuğum için misilleme yapmadım.” demesin. Bilesiniz ki, kınamak, kötülemek benim şanımdan ve huyumdan değildir. Sizin aranızda en çok sevdiğim kişi, şayet bende varsa gelip hakkını alan ve bana hakkını helal eden ve Allah'ın huzuruna hiç kimsenin haksızlığını benim boynumda bırakmadan çıkmamı sağlayan kimsedir.”1 buyurduğu vakidir. Ancak “Kim zulmettiyse hakkını helal etsin.” gibi bir ibaresi yoktur, olmamıştır.
Yani sünnetteki helalleşme kavramı ya kısasla olur ya da zararın tazminiyle. Helalleşmede esas olan budur. Bu nedenle sünnette bir sahabinin Efendimiz’in yukarıdaki çağrısına karşılık “Senden üç dirhem alacağım vardır.” dediğini, Efendimiz’in (sav) “Ben yalanlamam ve yemin ettirmem ama niçin bende üç dirhemin var?” diye sorduğunu, sahabinin de “Bir dilenci sana gelmişti ve senin emrinle o adama üç dirhem vermiştim.” cevabını verdiğini, Efendimiz’in (sav) de adama alacağı paranın verilmesini sağladığını görebiliriz.2 Burada Efendimiz bu sahabiye “Hakkını helal et!” gibi bir talepte bulunmamış, üzerinde olan somut hakkı yine somut bir şekilde karşılamış, tazmin etmiştir.
Bu bağlamda bir insan grubunun karşısında bir kişinin gıybeti edilmişse, bunun helalliği için en azından ilk etapta aynı kişilerden oluşan grubu toplayıp onların karşısında “Ben falan zamanda sizlere falan kişi için şöyle şöyle sözler söylemiştim. Onlar yanlıştı. Düzeltiyorum.” denilmesi gerekecektir. Tıpkı gazetelerdeki düzeltme metinlerine benzer bir şekilde…
Hakkında gıybet edilen veya olumsuz, yanlış şeyler söylenen şahsa gidip de sadece “Falan yerde falan insanlara karşı senin gıybetini yaptım, bana hakkını helal et.” demek bu bağlamda çok makul değildir. Ancak ilgili grupta yaptığı hatayı düzelttikten sonra bu kişiye gelip helallik istemesi ve “Bunun tazmini için ne yapabilirim?” diye sorması ile gerçek bir helalleşme sağlanabilir.
Kültürümüzde Helallik ve Helalleşme
Kültürümüzde helalleşme kavramının sadece söz ile yerine getirilmeye çalışılması bir yönüyle güzel bir yönüyle de yanlıştır. Helalleşme veya kul hakkı gibi bir kavramı her konu için geçerli kılma, her şeye mâl etmeye çalışma güzeldir. Ancak bu kadar yaygın şeyler zamanla şuurlu bir davranış olmaktan da uzaklaşacak ve mekanik bir alışkanlık hâlini alacaktır. Bu da aynen “İnşallah, Maşallah” sözlerinin bir alışkanlık hâli içinde söylendiğinde asıl manalarını kaybetmesi gibidir. Böylece, yapılan bir haksızlık sonucunda haksızlık yapılan kişiye “Hakkını helal et!” demek yeterli sayılabilmektedir.
Helallik istenen kişi açısından ise: Bu kişinin kendi yapmış olabileceği haksızlıkları veya zulümleri düşünüp uğradığı haksızlık karşısında “Ben hakkımın tazmin edilmesinden vazgeçiyorum.” demesi hakikaten şuurlu bir davranış ise anlamlı olabilir. Ama çoğu zaman “Hakkını helal et!” denildiğinde “Helal olsun!” şeklinde karşılık verilmesi duygusal bir gerginlik altında söylenebilir. Örneğin cenaze namazlarından sonra vefat eden kişi için “Nasıl bilirsiniz?” sorusu karşısında “İyi biliriz.” denilmesi de böyledir. Bu “İyi biliriz.” sözü genellikle ölen kişi için son bir şeyler yapabilme duygusu altında söylenir ve çoğunlukla şuurun bu söze bir taalluku olmaz. Bu da gerçek bir helalleşme sayılmaz. Bu bağlamda hakkını helal etmesi istenilen kişi “Helal etmiyorum, zararımı tanzim et.” diyebilecek bir cesarette olmayabilir. Bunu söyleyince çevreden tepki alabileceğini düşünebilir. “Hakkını helal et!” diyen kişinin hâlen zarar verebilme potansiyelini düşündüğü için de “Helal olsun!” deyip geçiştirebilir. Böylesi ve benzeri durumlarda da gerçek bir helalleşme olmaz. Hakkı ihlal edilen kişi sadece “Helal olsun!” demekle elindeki çeki yırtıp atmış olmaz.
Ancak mesela senet karşılığı borç verilen birisi gerçekten fakirleşmiş, borcunu ödeyemeyecek bir duruma düşmüştür de gerçek bir şefkat hissiyle o senet yırtılabilir. Böylesi durumlar gerçek dünyada maddi meselelerde yaşandığı gibi, manevi meselelerde de yaşanabilir. Böyle bir helalleşme mümkündür.
Dikkat edilmesi gereken şudur ki, ister bir yolculuğa çıkmadan önce, ister başkaca herhangi bir nedenle hakkını ihlal ettiğini düşündüğünüz kişilerle gerçek bir helalleşme önemlidir. Geleneklerin yönlendirmesiyle veya alışkanlık hâlinde “Hakkını helal et!”, “Helal olsun!” seremonileri genellikle gerçek bir helalleşme değildir. Böylesi görünüşte helalleşmelerde hakkı ihlal edilen kişiler her ne kadar bu dünyada “helal olsun” dese de ahirette haklarını hiç de helal etmedikleri görülebilir ve haklarını isteyebilirler.
Önemli olan haktan vazgeçme sözünün gerçek bir şuurla söylenmesi veya ihlal edilen hakkın gerçekten tazmin edilmesidir. Tabii burada “Helal olsun!” gibi haktan vazgeçmeyi ifade eden sözün ne kadar şuurla söylenebileceği de ayrı bir bilinmezliktir. Çünkü hakkın tahsili, mahsubu veya tazmini uhrevi bir mesele olduğu için ve biz ahiretin, mahşerin o ağır tablosunu hiç yaşamadığımızdan; yani o konuda tam bir şuurumuz olamayacağından, hakkı ihlal edilen bir insan öyle bir ortamı görseydi gerçekten de hakkından vazgeçer miydi diye de düşünmek gerekir. O günün dehşeti hakkında Kur’an “Günahkâr kişi, o günün azabı karşısında ister ki oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran bütün ailesini ve yeryüzünde kim varsa herkesi fidye olarak versin de kendisini kurtarsın!”3 diyor. Böylesi bir ortamda, herkesin kendisine küçük de olsa bir avantaj sağlayacak her fırsatı değerlendirmeye çalıştığı bir ortamda sizin gıybetinizi yapmış, size sövmüş, hakaret etmiş, maddi veya manevi, küçük veya büyük bir hakkınızı gasp etmiş, ihlal etmiş birisinden hakkınızı niye almaya çalışmayasınız ki? Azaptan kurtulmak için dünyadaki en sevdiklerini bile feda edebilecek raddeye gelen bir insanın öyle bir ortamda hakkından vazgeçmesi pek olası görünmüyor. Çünkü insan o durumda azabını az da olsa hafifletecek her şeyi yapacaktır ve açıkçası o ortamda hakkını istemekten başka yapabilecek pek bir şeyi de yoktur. Böyle bir ortamda hakkı ihlal edilen kişinin dünyada iken tazminatla, gerçek bir helalleşme ile helal etmediği hakkını her ne kadar yarım ağız bir şekilde “Helal olsun!” demiş olsa bile istemesi, o “Helal olsun!” u yok sayması mümkündür.
Not: Yazının ikinci bölümü yarın internet sitemizde yayımlanacaktır.
1 ) Beyhaki, Delailü’n-Nübüvve, c. 5, s. 492
2 ) Beyhaki, a.g.e, c.5, s. 492
3 ) Mearic, 11-14