15
20 Mayıs 2022
Batı kaynaklı özel günleri kutlamak caiz midir?-gorsel
Youtube Banner

Batı kaynaklı özel günleri kutlamak caiz midir?

Soru: Noel ve yılbaşı kutlamaları gibi Batı kültüründen kaynaklanan, bir kısmı da evrensel hâle gelmiş anneler-babalar günü, kadınlar günü, sevgililer günü gibi özel günlerin kutlanması dini açıdan mahsurlu mudur? 

 

Cevap: Konuya girmeden önce totolojik bir açıdan çok önemli bir kaideyi hatırlatalım: Pratik meselelerde pratik, teorik meselelerde teorik düşünmeli ve buna göre karar verilmelidir. Asla ve esasa ait meselelere asıl ve esas; teferruata, ikincil konumdakilere, hayatın içinde var olan meselelere ise yine hayatın içindeki biz açısından bakmak lazım.

 

Reel hayatın içinde karşımıza çıkan bu tip konular, medyanın bu konularda bize aktardıkları, yaşadığımız ve çevremizde yaşanan deneyimler, bizi, ailemizi ve yakın çevremizi etkileyen-etkileyecek şeyler, daha önce deneyimlemediğimiz ve yeni olan bir durum karşısında “Yapsam mı, yapmasam mı?” soruları ve şüpheleri… Hayatın karşımıza çıkardığı şeyler karşısında direnmeye çalışabiliriz veya sözlerini dinlediğimiz teorisyenler direnmemiz gerektiğini söyleyebilirler. Ancak işin doğrusu direnmek çok zor bir tercihtir ve çok enerji sarfiyatına neden olacaktır. Örneğin çocuğunuzun arkadaş çevresinin çoğunluğu doğum gününü kutlayan insanlarsa ve çocuğunuzdan bu yönde bir talep, bir eğilim görüyorsanız çok nadir çocuğunuzu aksi durum için tam anlamıyla ikna edebilirsiniz. Basitçe ikna olmuş görünse veya sesini çıkarmasa da o arzuyu o çocuğun gönlünden çok zor silersiniz. Ya da örneğin ABD’de yaşıyorsanız bir Noel arifesinde çevrenizde yaşanan bayram gibi bir atmosferden tam anlamıyla etkilenmemeniz mümkün olmayacaktır ya da etkilenmemek için çok fazla enerji sarf etmeniz gerekecektir. Ancak dediğimiz gibi, bu gibi pratik meselelere sadece pratik bakmak gerekmektedir.

 

Pratik bakmak ise şudur: Yapmayı planladığınız herhangi bir etkinlikte açık, bariz bir günah veya şirk var mıdır? Öncelikle buna bakılmalıdır. Böyle bir durum yoksa “Bu yapacağım şey şuraya-buraya varır mı? Ben bu insanlara benzemiş olur muyum?” gibi sorularla ilgilenmeniz, meselenin bu kısmına aldırmanız gerekmez. Bu, işin dini fetva boyutudur.

 

Herhangi bir özel günde gayrimüslimlerin ülkelerinde onların ister dinlerinden ister kültürlerinden kaynaklansın, ya da Müslümanların bidat veya geleneklerinden ortaya çıkmış olsun, bir davranışınızda onun caiz olup olmadığını belirleme adına sadece ve sadece; “Burada açıkça haram olan bir şey var mı? Haram olarak şirke götürecek bir şey var mı?” sorularına odaklanmalısınız. Mesela bir yılbaşı ağacı karşısında secde ediyor musunuz? Yahut bir spor olarak da görülebilecek olan yoga ve meditasyon yaparken Budistlerin, Hinduların kutsal bildikleri herhangi bir şey karşısında ona kutsiyet atfedecek şekilde ihtiram gösteriyor musunuz? Bunları yapmanız elbette şirk olacaktır ve buna cevaz verilecek değildir. Ayrıca o günlerde veya gecelerde içki içiyor musunuz, zinaya yaklaşıyor musunuz, kendinizi gıybete salıyor musunuz veya bunlara doğrudan maruz kalıp kötü etkileniyor musunuz? İşin bu kısmını ise kendiniz derecelendirebilirsiniz. Örneğin içki içmiyorsunuz ama öyle bir ortama katılmakla içkiye veya içki içmeye daha da yaklaşıyorsunuz, içki biraz daha ve açıkça sempatik hale geliyor. Bu durumu da şüphe veya vesveseyle değil açıkça hissediyorsanız bu da problemli bir durum olacaktır. Bu noktada bahsi geçen kutlamalardan uzak durmak gerekir.
 

Kendi arkadaşlarınızı toplayıp iyi bir gün geçirmek veya çocuğunuzdan bu yönde bir talep gelmesi gibi durumlar karşısında bir doğum günü kutlaması organize etmeye karar verirseniz de aynı şeylere bakmanızı öneririz. Burada da bakacağınız şeyler; Bu kutlamayı organize ederken o organizasyonda açıkça haram olan bir şey bulunduracak mısınız? Bir günaha girecek misiniz? Tabii burada haramları-günahları çok iyi bilmek önemlidir. Mesela -örnek için affınıza sığınıyoruz- zina etmek gibi zinaya yaklaşmak, o meyli uyandıracak, zinaya yaklaştıracak davranışlarda bulunmak da haramdır. Kendiniz gibi eşiniz, çocuklarınız, anne-babanız gibi direkt sorumlu olunan kişiler için de bu hususlara dikkat edilmelidir. Meselenin bu yönünü hallettikten sonra bu ve benzeri konularda benzer soruların cevabını da almış olacaksınız.

 

İkamet edilen yabancı ülkelerde Hristiyanların, Yahudilerin, Hinduist, Budist ya da Şintoistlerin kendi dinlerinden kaynaklanan bayramları ve etkinliklerine katılmakta vebal olup olmadığı konusuna gelince: Burada da katılan Müslümanın bizzat bir günaha veya şirke girme durumu varsa bu katılımın vebali olacaktır. Günah veya şirk konusunda bir meyil artması da bu vebale dahildir. Benzer şekilde dini bir motivasyondan kaynaklanan bir Noel kutlamasında da durum aynıdır. Örneğin çocuğunuz Noel kutlamaya, evinizde bir Noel ağacı süslemeye meyletmiş ve böyle bir talepte bulunmuş olabilir. Bunun da kendi başına bir vebali yoktur. Çünkü ağaç süslemenin günah-haram bir tarafı yoktur. Bu davranışı haram kılan, örneğin Noel ağacının kötü ruhları kovduğunu düşünmek ve buna inanmak gibi motivasyonlardır. Ayrıca gereksiz yere böyle bir eylemin israf olması nedeniyle haramlığından bahsedilebilir (çocuğun talebi ve yerine getirilmeyince çocukta uyandıracağı duygusal hasar israflığı ortadan kaldırabilir). Ancak mutlak bir şekilde kendi başına ele alınınca herhangi bir ağacı süslemenin mesela bir evi, bir duvarı veya bir arabayı süslemekten herhangi bir farkı yoktur. Yine çocuğunuzun bu özel günlerden birinde arkadaşlarıyla sınıflarında hediyeleşme organizasyonuna katılmasında ve sizin bir hediye almanızda da (o hediye nesnesi bizzat haram olan bir şey olmadıkça) bir sakınca yoktur. Benzer şekilde bilişsel (odaklanma, hafıza, içgörü vb.) sorunlarınızın azalması veya egzersiz amacıyla bir meditasyon-yoga programına katılıp devam etmenizde de o dinlere ait bir motivasyonunuz olmadıkça veya bir motivasyon, bir meyil uyanmadıkça herhangi bir sakınca yoktur.

 

Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus var ki; bu cevapları yazarken karşımızda İslam’ı yaşamak isteyen, hayatında temel tercihi bu olan, ciddi bir irade problemi bulunmayan, az çok kendisini bilen, herhangi bir savrulma anında kendisini uyaracak arkadaşları olan kişiler olduğunu varsayıyoruz. Bu savrulma anında kendisini uyaracak tanıdıkları olmayan ve kendisi de bunun farkına varamayacak kişiler içinse daha net sınırlar belirlenebilir.

 

Meselenin bir başka boyutuna geçelim: Efendimiz (sav) zamanında özel geceler kandil manasında ekstra kutlanıyor değildi. Ramazan ayında onun da öncesi itibarıyla yine bazı hadislere bakarsak Şaban ayından itibaren, belki Recep ayında da hafifçe hareketlenerek ama Şaban’da daha da artarak(1), nihayet Ramazan’da tam olarak bir ibadete odaklanma hali var. Bu doğrudur. Yine Zilhicce’nin hacdan önceki 9-10 gününde de benzeri tavsiyeler vardır. Ancak Efendimiz (sav) zamanında ve O’nun sünneti olarak insanlar belli geceleri değil her geceyi ihya ediyorlardı. Efendimiz’in (sav) de, ashabının önde gelenlerinin de her gecesinde ibadet vardı. Dolayısıyla bizler “Kandil diye bir şey dinin aslında yoktur.” diye öğrendikten sonra kendi özel-bireysel hayatımız itibariyle belirli geceleri değil her geceyi az veya çok bir disiplin içinde, belki başta sadece 5 dakika 2 rekat namazla, sonra belki daha da artırarak, mesela en azından yatsıdan sonra belli bir süreyi nafile namaz ve Kur’an okumaya, tefekkür etmeye ya da teheccüde ayırma ideali ve gayreti oluşmalıdır. Böyle bir gayretin içine girmişsek, o zaman kandillerin bidat olduğunu öğrenmenin ve o şekilde davranmanın bir anlamı olacaktır.

 

Ancak aksine hem bütün gecelerinizi ihya etmiyor, sadece senede 5 kandil gününün gecesini bir şeyler yapmaya ayırıyor, diğer yandan da kandilleri hem teoride hem pratikte tamamen reddediyorsanız burada da meseleyi pratik açıdan yanlış değerlendiriyorsunuz demektir. Yani “Kandiller bidattır.” daha doğrusu “Kandiller Efendimiz (sav) zamanında yoktu.” ifadesinin anlamı “Hiçbir geceyi değerlendirmeyin, ihya etmeyin.” demek değildir. Bu konuda esas olan her gecenin ayrı ayrı değerlendirilmesi, ihya edilmesidir. Böyle yapamayanlar için kendi özel durumuna göre mesela haftada iki gecenin ihyası da iyidir. Bu da salt kandilleri ihya etmenin bir tık yukarısı, sünnetin ise epey bir aşağısı olacaktır ama yine de iyidir. Bu gibi bir disipline alışılmamış ise de pratik yöntem en azından Kandillerin değerlendirilmesi olacaktır. Bu mesele de pratik meselelere pratik bakmakla ilgilidir. Yani kandil geceleriyle ya da kandil ve bid’at konularıyla karşılaşınca da yapılması gereken şey pratik olarak içinde açıkça yanlış bir şeyin olup olmamasına bakmaktır.

 

İslam’ın insanı ulaştırmak istediği ideal, verdiği eğitimin amacı ve imanın neticesi de şudur ki; bir insan tek başına fert olarak var olsun, fert olarak irade ve gayret gösterebilsin, kendi saf iradesiyle yaptığı şeyleri de (sadakanın bazen açıktan bazen gizlice verilmesi gerektiği gibi durumlar dışında) insanlardan gizlesin. Yani onun kendi teheccüdü, kendi Kur'an okuması, kendi dua etmesi herkesten gizli bir şekilde olsun. Hatta gerekirse bunun için yalan söylemeden ve insanları aldatmadan bir takım vesileler (tabiri caizse bazı numaralar) ayarlasın ki insanlardan gizlemek için ekstra çabası olmuş olsun. Bu çabalarına rağmen insanlara bu durumun bir kısmı malum olmuşsa o esnada da kendini geri çeksin, büyüklenmesin. Sahabe ahlakı böyleydi. Sahabe hayatlarına dair anlatıların olduğu kitaplarda karşılaşırsınız; bir sahabe efendimiz arkadaşlarıyla konuşurken gece belli bir saatte bir gürültü çıktığından bahisle o esnada namaz için kalkmadığını ancak bir sağlık sorunu olduğunu söylüyor. Burada aslında gecenin başka bir vakti ibadetini yaptığını ancak oradakilere “Bakın ben gece ibadete kalktım.” dememenin de yollarını aradığını anlıyoruz. Böyle bir çabanın aşırısı gerekli değildir ancak bizler nasıl ki kendimize dair ayıp ve çirkin şeyleri saklamaya çalışırız ve isteyince saklarız. Sırf Allah’a ait diye düşündüğümüz ibadet, dua ve sadakaların da en azından nafile olanlarını saklamak için ekstra çaba harcamalıyız. Meselenin ideali budur ancak tek başımıza o gücü, iradeyi kendimizde bulamıyorsak, Kandil geceleri ya da Cuma geceleri bir araya gelip bir şeyler yapabiliyorsak o zaman da öyle davranmak zorundayız. 

 

İlk baştaki kaideye dönecek olursak; Kandillerin, Efendimiz (sav) zamanında olup olmaması ikincil bir durumdur, teorik bir meseledir. Asıl olan ise bizim pratik olarak kaza veya nafile namazları kılmamız, zikir, dua ve tefekkürle meşgul olmamızdır. Bunları tek başımıza yapabiliyorsak ne ala, bu sünnete daha uygun olacaktır. Ancak yapamıyorsak da, ancak toplu bir halde, bir grupla birlikte yapabiliyorsak o zaman topluca yaparız. Benzer şekilde dua meselesinde de işin ideali, Kur’an’da ve hadislerde geçen dualar ya da bunların derlenmiş halleri olarak ifade edilen, kimi ulemanın bir araya getirdiği evrad, hizip ve dua kitaplarından insanın kendisine bir program belirleyip bunları belli bir düzen içinde okumasıdır. Bu ideale ulaşılamıyorsa veya ulaşılması zaman alacaksa ya da yolun başındakiler için bu duaları ve zikirleri paylaşarak okumak, belli günlerde, aylarda, gecelerde okumak da pratik olarak mümkündür. 

 

Daha çok Ramazan aylarından aşina olduğumuz Mukabele meselesinde de durum böyledir. “Efendimiz (sav) zamanında mukabele yoktu.” demenin bir anlamı yoktur, kaldı ki o dönemde mukabele vardır ve yapılmıştır.(2) Bunun da ideali Kur’an’ı her gün az da olsa okumaktır ancak bu ideale ulaşmak çoğunluk için zor hatta imkânsız ise, o insanların Kur’an’la iştigalleri Ramazanlarda mukabelelere katılımla olabiliyorsa pratik meselelere pratik bakmak kaidesince bu yolu da açık tutmak gerekecektir.

 

Konuyu bir adım daha ileri götürebiliriz. Mesela ABD’ye bir şekilde gitmiş, yerleşmiş Müslüman bir ailenin çocuğu orada okula gidiyordur. Çevresinden ister istemez etkilenecek ve ailesinin karşısına "Noel" sorularıyla çıkacaktır. Bu aile çocuğuna Noel’in Hz. İsa’nın doğum günü olduğundan başlayıp Hz. İsa’nın hayatını ve peygamberliğini anlatabilir. Kur’an’da Hz. İsa’nın nasıl anlatıldığından bahsedebilir. Oradan Hz. İsa’nın (as) Efendimiz’i (sav) müjdelediğinden bahseder ve konu yine Efendimiz’e (sav) gelir. Hz. İsa (as) bizim için de çok kıymetli bir peygamberdir. Ulu’l-Azm peygamberlerdendir yani en büyük 5 peygamberden birisidir. Kur’an’ın bu konularda neleri nasıl ifade ettiğine dair o dünyada gerçekten de çok ciddi bir bilgi eksikliği var.

 

Bu durum sadece Noel için değil örneğin Yahudilerin Yom Kippur’u için de geçerlidir. Yahudilerin affedildiği o gün Kur’an’da da geçmektedir (bkz; Nisa, 153). Bu vesileyle mesela Efendimiz’in (sav) Medine’ye geldiklerinde Yahudilerin Hz. Musa’nın hatırasına ve onun devrinde Allah'ın rahmeti olarak yaşanan bazı vakalara bir cins şükür ve o günleri yani Eyyamullah'ı yâd etme adına aşure günü oruç tuttuklarını görünce “Biz Musa’yı tazim etmeye daha yakınız.” veya “Biz Musa’ya daha fazla hak sahibiyiz.” deyip kendisinin oruç tutmasını ve insanlara oruç tutmayı tavsiye etmesini anlatırsınız.(3) Böylece meseleyi bir hayra yönlendirmiş olursunuz.

 

Buraya kadar anlattıklarımızla ilk prensibimiz olan işin içinde haram yoksa haram değildir meselesi anlaşılmıştır diye düşünüyoruz. 

 

İkinci prensip olarak ise; bu tip konulardaki davranışların hangi yöne doğru gittiğine bakmak, buna dikkat etmek gerekir. Allah ve Rasulü’nü sevip onları arzulayan, bu çağda başka insanların da Kur’an’ın ve İslam’ın güzellikleriyle tanışmasını hatta Müslüman olmalarını, İslam’ın hakikatinin anlatılmasını ve yaşanmasını fıtri bir duygu gibi seven, arzulayan, bunun peşinde olan ve öyle hissedeni insanlar da her konudan bir yol bulup meseleyi hayra bağlayabilirler. Yani günlük yaşam pratikleri içerisinde karşılarına çıkan konuları bir yerinden tutup Allah ve Rasulü’ne, İslam’a ve Kur’an’a getirirler. Hatta kişinin ilmine ve çevresine göre böyle bir bağlama ve meseleleri buraya getirme bir vecibedir denilebilir. Tabii ki mutlak vecibe değildir, yani herkes için farz değildir. Mizaçlar, imkânlar, şartlar, anlayışlar farklı farklı olacaktır. Ancak yukarıda özelliklerinden bahsetmeye çalıştığımız insanlar mümkün olan her konuda olduğu gibi Noel konusunda da meseleyi Allah ve Rasulü'ne, İslam’a ve Kur’an’a getirmeye çalışmalıdırlar. 

 

Çünkü emin olalım ve emin olunuz, Hinduizm’de, Budizm’de, Yahudilikte, Hristiyanlıkta veya Kur’an ve Sünnet dışındaki kültürlerde var olan güzellikler ya da faydalı şeyler İslam’da daha güzel hâlleriyle vardır. Ancak dışarıda gördüğümüz bu güzellikleri bugün İslam dünyasında veya Müslümanlar arasında görmüyorsak ve Efendimiz (sav) zamanındaki hâller bugün yaşanmıyorsa işin idealinden kopmuşuz demektir.

 

Mesela Hint ve Çin kaynaklı kültürlerden günümüze ulaşan meditasyon tekniklerinde bir takım faydaların olduğu bilinmektedir. Peki ama bu uygulamaların sağlayacağı faydalar, Kur’an ve Sünnetin tavsiye ettiği veya Sünnette de yer alan bir takım uygulamalardan da sağlanamaz mı? Elbette sağlanabilir. Örneğin namazdaki son oturuşun arkasından yapılan tesbihatlar ve yine özellikle sabah namazından sonra on defa “La ilahe illallahu vahdehu la şerike lehu, lehü’lmülkü ve lühü’l-hamdü, yuhyî ve yümitü vehüve ala külli şey’in kadir” denilmesi hadisle tavsiye edilmiştir.(4) Yani bir köşeye oturup ses çıkarmadan, dizlerinizin o şekilde bir oturuş pozisyonuna alışkanlığı varsa diz çökerek, yoksa bağdaş kurarak, değilse bir yere dayanarak ama az çok rahatlamış biçimde zihninizi bu alemden çekip o duaları tekrar ile meditasyon anındaki gibi zihninizi serbest bırakırsanız o faydayı da elde edebilirsiniz.

 

Yine anneler gününü de benzer çerçevede değerlendirebilirsiniz. Eskiden dindar camianın bazı kitaplarında-dergilerinde anneler günüyle ilgili “Anneler günü caiz midir?” gibi sorulara karşı “İslam anneye bir günü değil tüm seneyi ayırır, zaten cennet annelerin ayakları altındadır. Bizim kültürümüzde yoktur.” gibi cevaplar verilirdi. Halen bu zihniyette olan çevreler olabilir ancak başta dediğimiz gibi pratik meseleler pratik değerlendirilmelidir. Anneler gününde annenizi sevindirmek için meşru ve güzel bir şey yaparsanız bu salih bir amel olacaktır.

 

1 Mayıs İşçi Bayramı gibi etkinlikleri de bu bağlamda değerlendirebilirsiniz. İşçi haklarının gözetilmesi, çalışma şartlarının düzeltilmesi, Allah Rasulü’nün (sav) döneminde çalışanlara (o zamanki adlarıyla kölelere) nasıl davranıldığı konularını ve benzerlerini gündeme getirebilirsiniz. İslam’a, Kur’an’a hakaret ve küfür yoksa salt bir bayram olarak da kutlayabilirsiniz. İşçi bayramının tarihsel olarak nereden ve hangi koşullarda ortaya çıktığı gibi teorik konularla pratik davranışları belirlemek yanlış olacaktır.

 

Meselenin dini fetva boyutuna dair bu kadarlık anlatımın yeterli olduğunu düşünüyoruz. Şimdi ise kültür ve dinin kesişim noktalarından olan bir meselenin daha açıklığa kavuşması gerekiyor. Şöyle ki; (Doğu veya Batı fark etmez) Yabancı kültürlerin gelenekleriyle, özel günleriyle ve benzeri etkinlikleriyle fazlaca içli dışlı olmak bir çeşit kimlik kaybına ya da yozlaşmaya yol açabilir mi?

 

İmam Rabbani (ra) Hazretleri’nin düşünceleri ve bu konudaki tavrı oldukça önemli bir misal olarak önümüzde durmaktadır. İmam Rabbani, Miladi 1564-1624 yılları arasında Hindistan coğrafyasında yaşamış bir isim. Yaşadığı zamanın ve coğrafyanın bir özelliği şudur ki, Müslümanlarla Hindular iç içedir. Hindu nüfus fazlasıyla kalabalık olduğu için kültürel açıdan daha baskındır da denilebilir. Her iki kesim de kitlesel açıdan eğitimsizdir hatta okuma yazma bilmemektedir. Bununla birlikte dilleri, kültürleri, giyim kuşamları birbirinin aynıdır. Bazı zamanlar olmuş, Müslümanlar Hindulara bakarak et yemeyi bırakmış, her iki taraf da riyazet diye bilinen 10 gün et yememek gibi şeylere fazlasıyla kıymet vermiştir.

 

Hinduların baskın kültür olması, Müslümanların azınlıkta ve eğitimsiz olmaları, iç kargaşa, bidatlerin aşırı artması, Ekber Şah gibi bir yöneticinin bütün dinleri birleştirme projesi gibi faktörler bir araya gelince İslam’ın ve Müslümanların aslından uzaklaşmaları vaki olmuştur. İmam Rabbani hazretleri de adeta çığırından çıkan bu durum karşısında Hindistan Müslümanlarını gayrimüslimlerden zihinsel olduğu kadar fiziksel olarak da ayırmayı uygun görmüştür. Hatta beşeri ilişkileri asgari düzeye çekmek için onlarla zaruret miktarı görüşmeyi tavsiye etmiştir. Çünkü İmam Rabbani hazretleri görmektedir ki; o dönemin ve o coğrafyanın Müslümanları Hindu, Sih, Jainist gibi yerel dinlerin mensuplarıyla içli dışlı oldukça, onların bayramlarını kutladıkça, onlar gibi giyindikçe, onlar gibi yiyip içtikçe, yani yaşamlarının tüm parçalarını onlara benzettikçe, dinlerini de onlara benzetmeye başlamıştır. Bu sürecin sonu da Hindistan Müslümanlarının zaman içinde Hindulaşması, Sihleşmesi olacaktır. O dönemin ve coğrafyanın Müslümanları da dinlerini tam bilmediklerinden, İslam’ın güzelliklerini ayrıca ve kendine özgü olarak göremediklerinden yabancı kültür unsurlarına direnmenin bir mantığı vardır denilebilir. O şartlar içinde İmam Rabbani yapılması gerekeni yapmıştır. Ancak tarihin bu dönemi öyle istisnai bir dönemdir ki benzeri tekrarlanır mı, tahmin etmek son derece zor.

 

Eskiden yelkenli gemilerin mekanizması, önünde durmanın imkansız olduğu bir rüzgar karşısında durmamayı gerektirirdi. Eğer durmaya çalışılırsa o rüzgar gemiyi muhakkak savururdu. Gemiler de mecburen rüzgarın yönüne göre hareket etmek zorunda kalırlardı. Ancak gemi kaptanlarının ve personelin maharetiyle varılması gereken hedefe de varırlardı. Buradan hareketle yabancı ülkelerde yaşayan ve İslam adına, Kur’an adına, Allah ve Rasulü’nün tanıtılması adına az çok iştiyak ve dert sahibi olan Müslümanların da söz konusu rüzgar karşısında hem savrulmamak hem de maharetli bir şekilde varılması gereken hedefe varmak için ciddi bir durum ayarlaması yapmaları akıllıca ve faydalı olacaktır. Noellerde, Yom Kippurlarda veya başka etkinliklerde muharref İncil veya muharref Tevrat’la Hz. İsa’yı veya Hz. Musa’yı dinlemek gibi bir durum karşısında komple pasifleşmenin bir anlamı olmayacağı gibi kendini rüzgara teslim etmenin de hiçbir faydası yoktur. İyi hatta ortalama bir yelkenli gemi personeli gibi beklenmeyen veya istenmeyen bir rüzgar karşısında o rüzgarı arkasına alıp belli manevralarla gidilmesi gereken hedefe gidilebilir. Bu mümkündür ve vakidir. 

 

Son olarak pratik meselelerde pratik düşünmenin gerekliliğini bir kere daha vurgulayalım. “Şu bidat mıdır, bu uzun vadede şöyle mi olur, bu davranış aslında benzemek olur mu?” gibi sorular işin teorik kısmıyla ilgilenmektir. Pratik bir mesele karşısında teorik davranmak önemli zorluklar ve çelişkiler doğuracağından faydasız olacaktır. Bunun yerine “Noel etkinliğine katılmak, yılbaşını veya doğum gününü kutlamak gibi bir davranış beni ve yanımdakileri nereye götürür?” sorusunu sorup yerine getireceğiniz davranışla sizi şirke, küfre ve günaha götürmeyecek bir yolsa o yolda gidilebilir. Yoksa, o yolda ilerlememek daha güvenlidir. Ayrıca her zaman için bir yolu, bir ortamı, bir kültürü herhangi bir vesileyle dönüştürüp kendi meselelerimize bağlamanın bir yolu vardır. Bu yollar her zaman fiziksel olarak sosyalleşmeyi, insanlarla içli dışlı olmayı da gerektirmeyebilir. Herkes kendi mizacına, kişisel şartlarına göre bir yol bulabilir. Bu yolu bulup gerçekleştirmeye çalışmak da önemli kazanımlar sağlayacaktır. 

 

Allah-u Teala bize her durumda ve her yerde doğru ve verimli davranmayı nasip etsin. Amin.
 


1 ) Allah Rasulü’nün (sav) Şaban ayında diğer aylara oranla daha fazla oruç tuttuğu hatta bu ayın tamamını oruçlu geçirdiğine dair rivayetler için bkz; Buhârî, Ṣavm, 52; Müslim, Sıyam, 175, 176.

2 ) Allah Rasulü’nün Ramazan aylarında her gece Hz. Cebrail (as) ile mukabelelerine dair; (Buhari, Bed’ü’l-vahy, 5, Bed’ü’l-halk, 6, Müslim, Feailü’s-sahabe, 98-99). İmam Nevevi’nin bildirdiğine göre de Sahabe efendilerimizden bazıları Ramazan ayı gelince aile fertlerini toplayarak onlarla mukabele okurlardı (Nevevi, et-Tıbyan. S. 131 vd).

3 ) Buhari, Savm 69, Enbiya 22, Fedailul-Ashab 52, Tefsir, Yunus 1, Ta-ha 1; Müslim, Sıyam 127, (1130); Ebu Davud, Savm 64, (2444).

4 ) (Buhârî, Daavât 54, Bed’ül-Halk 11; Müslim, Zikir 29, 84, 85; Tirmizî, Daavât 61; İbn Mâce, Edeb 54; Muvatta, Kur’an 20.)