10 dk.
07 Eylül 2023
Müellefe-i Kulûb | 2. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Müellefe-i Kulûb | 2. Kısım

Beşinci Nokta: Müellefe-i Kulûb ile ilgili yaşananlar siyerde daha çok Huneyn Savaşı sonrasında elde edilen ganimetlerin dağıtımıyla ilgilidir. Çünkü bu savaştan sonra elde edilen ganimetlerin çoğu müellefe-i kulûba dağıtılmıştır. Bu noktada siyerden konuyla tam ilgili bir örnek verelim:

 

Cuâl (veya Cuayl) bin Süraka (ra) ilk muhacirlerden bir sahabidir. Fakir olması nedeniyle Suffe ashabı arasında yer almıştır. Efendimiz’in (sas) güvenine mazhar olmuş, Efendimiz (sas) Beni Mustalık gazvesine çıktığında Medine’de yerine Hz. Cual’i vekil bırakmıştır. Yine Hz. Cual, Beni Kurayza seferinde bir gözünü kaybetmiştir.

 

Huneyn Savaşından sonra Efendimiz (sas) ganimetleri dağıtırken Hz. Cuayl’e herhangi bir pay vermemiştir. Ancak Akra’ b. Hâbis, Uyeyne b. Hısn, Safvan bin Ümeyye ve Ebu Süfyan gibi isimlere pek çok pay vermiştir. Sa’d bin Ebi Vakkas (ra) bunun sebebini Efendimiz’e sormuş, Efendimiz (sas) de diğer isimlere onların kalbini İslam’a ısındırmak için fazla pay verdiğini, Cuayl’in (ra) ise imanına güvendiğini, Cuayl’in onlar gibi dünya dolusu adama bedel olduğunu söylemiştir.1

 

Efendimiz (sas) ganimetlerin dağıtımında Ensar’a da fazla pay vermemiştir. Bu durum özellikle Ensar’ın gençleri arasında geçici bir rahatsızlık oluşturmuş, Ensar’dan bazıları “Allah Rasulü artık kendi kabilesini buldu. Savaş zamanı biz onun ashabıyız fakat ganimet taksiminde onun kavmi ve aşireti vardır. Bunun nedenini bilmek isterdik. Bu Allah’tan ise sabrederiz, Allah Rasulü’nün isteği ise bu durumu ona açıklarız.” demiştir. Bu sözler kendisine ulaşınca Efendimiz (sas) Ensar’ın liderlerinden Sa’d bin Ubade’ye onları toplamasını, toplandıkları yerde Ensar’dan başka kimsenin olmamasını söylemiş, onlar toplanınca da Efendimiz Ensar topluluğuna şu tarihi konuşmayı yapmıştır:

 

“Ey Ensar topluluğu! Bana ulaşan sözler de neyin nesidir? Nefislerinizde tuttuğunuz bu kızgınlık nedir? Dalalette iken Allah sizi hidayete erdirmedi mi, fakir iken zenginleştirmedi mi, aranızdaki düşmanlığı kaldırıp kalplerinizi ısındırmadı mı?” Ensar bu sorulara “Evet.” cevabını verdiler. “Üstünlük ve cömertlik Allah’a ve Rasulüne aittir.” dediler. “Vallahi yoksa şöyle diyecekseniz ben de doğrulayacağım, “Bize yalanlanmış olarak geldin seni tasdik ettik, horlanmış olarak geldin sana yardım ettik, yurdundan atılmış olarak geldin sana kucak açtık, yalnız bırakılmıştın seni içimizden biri yaptık.” Efendimiz devamla; “Ey Ensar! Yoksa bana darıldınız mı?” dedi. Ensar “Nasıl cevap verelim Ya Rasulallah! Üstünlük ve cömertlik Allah’a ve Rasulüne aittir.” dediler. Efendimiz yine devamla; “Ey Ensar topluluğu, sizi değersiz dünya malına meyletmiş görüyorum ki ben o malları insanların kalplerini İslâm’a ısındırmak için verdim, sizin İslâm’ınıza ise ben vekil olmuştum. Ey Ensar topluluğu, insanlar deve ve davarlarla giderken, Allah’ın Rasulü ile evlerinize dönmekten razı değil misiniz? Hicret olmasaydı Ensar’ın yanında olurdum, diğer insanlar bir vadiye Ensar bir vadiye gidecek olsa ben Ensar’ın vadisine giderdim.” buyurduktan sonra “Allah’ım, Ensar’a, Ensar’ın çocuklarına ve Ensar’ın çocuklarının çocuklarına merhamet et.” şeklinde dua etti. Bildirilenlere göre Ensar bu konuşma sırasında sakalları ıslanıncaya kadar ağladı ve şöyle dediler: “Biz Allah Rasulünün taksimine razıyız.”2

 

Örnekleri çoğaltmak mümkündür.

 

Bu örneklerden anlaşılacağı üzere, Efendimiz’in (sas) ganimetlerden müellefe-i kuluba pay ayırması, üstelik de bazen bu payın oldukça fazla olması ekonomik, sosyal veya siyasi amaçlarla ilgili değildir. Meselenin bu yönleri de bulunmakla birlikte asıl mesele insanların kalplerinin imana ve İslam’a ısındırılmasıdır ki diğer meselelerin bu aslî mesele yanında pek bir önemi yoktur. Efendimiz’i (sas) çok iyi tanıyan Ensar ve diğer yakın sahabiler meseleyi çok iyi anlamış, başlarda ganimet dağıtımını sadece ekonomik, toplumsal veya siyasi bir mesele olarak görenler olmuşsa da Efendimiz’in beyanları ve açıklamaları karşısında -tabiri caizse- itirazlarını geri çekmişler, çünkü asıl meselenin farkına varmışlardır.

 

Altıncı Nokta: Müellefe-i Kulub’a yapılan bağışların veya ihsanların çok önemli sonuçları olmuştur. Öncelikle; İslam’a yeni giren insanların kalplerinin İslam üzere sabit kalmaları açısından müellefe-i kulub payları önemli bir işlev görmüştür. Daha önce örneğini verdiğimiz İslam’ın en azılı düşmanlarından biri olan Ümeyye bin Halef’in oğlu olan Safvan bin Ümeyye gibi insanlar söz konusu cömertlik karşısında mevzunun maddi olmadığını anlamış, “Ancak bir peygamber bu kadar cömert olabilir!” diyerek meselenin hakikatini kavramışlardır. Her insan hakikati kendi penceresinden, kendisi için önemli olan noktadan bakınca görebilmektedir. Safvan bin Ümeyye de bu noktadan bakınca meselenin hakikatini kavramıştır ki bu durumda olan sadece Safvan bin Ümeyye (ra) değildir, kendisi gibi pek çok örnek vardır.

 

Diğer yandan bu durum göstermektedir ki müellefe-i kulub insanları kendi safına dahil etmek için verilen bir rüşvet değildir. Eğer öyle olsaydı o insanlar rüşvetin miktarı kadar taraftar olacaklar, rüşvet kesilince de saf değiştireceklerdi. Halbuki İkrime bin Ebu Cehil, Akra bin Hâbis gibi nice isimler vardır ki kendilerine belki sadece 100 deve gibi bir miktar ganimet payı verilmiş ancak bu insanlar karşılığında kat kat fazla hizmetlerde bulunmuşlar, kimisi de canlarıyla hizmet ederek şehit olabilmişlerdir.

 

Ayrıca müellefe-i kulûbdan sayılan önemli isimler vesilesiyle pek çok insan İslam’ı kabul etmiştir. Örneğin Akra’ bin Hâbis, Temîm kabilesinin önde gelenlerindendir ve kendisi tek başına bu kabilenin pek çoğunun imanına vesile olmuştur.

 

Süheyl bin Amr, bilindiği gibi Mekke’nin ileri gelenlerindendir ve Hudeybiye Antlaşmasında Mekkelileri temsilen bulunmuştur. Süheyl önemli bir hatiptir ve sırf hitabet gücüyle bile Müslümanlara bazı zararlar verebilmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olmuş, kendisine müellefe-i kulûb payından önemli bir miktar hisse ayrılmıştır. Müslüman olduktan sonra, müslüman olmadan önceki hayatını telafi etmek istercesine İslam’a ciddi faydaları dokunmuştur. Örneğin, Efendimiz’in (sas) vefatından sonra bazı kabilelerde dinden dönme olayları yaşanmıştır. Mekkelilerin de İslam’dan dönmeleri bir ara gündeme gelmiştir. Hatta Mekkeliler, Hz. Ebu Bekir (ra) döneminde zekât ödemeyeceklerini söyleyen ve kendilerine savaş açılan bazı Arap kabileleri gibi zekat ödememeyi düşündüler ve Mekke’de bir kaos yaşandı. O günkü Mekke valisi ortamı yatıştıramayacağını anlayınca ortalıktan kayboldu. Eğer Mekkeliler dinden dönselerdi bu durum diğer Arap kabileleri için de bir örnek olacak ve Müslümanlar daha fazla zarar görebileceklerdi. İslam yok olmazdı belki, örneğin Medineli Müslümanlar Mekke’yi tekrar kuşatır ve bu sefer yüzlerce insanın ölümü pahasına Mekke’yi yeniden fethedebilirlerdi. Ancak bu da istenilen bir durum olmazdı ve böyle bir olayın da kendine göre kapanmaz yaralar açması mümkündü. İşte böyle kritik bir ortamda Süheyl bin Amr (ra) Kabe’nin kapısında Mekkelilere hitaben şu tarihi konuşmayı yapmıştır:

 

“Allah’a yemin olsun ki, bu din güneş doğmaya ve batmaya devam ettikçe baki kalacaktır, bunu biliyorum. “Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki o ölmüştür, kim de Allah’a tapıyorsa o diridir ve bakidir.” “Yaşanan bu durum sadece İslâm’ın kuvvetini artırır… Ey Kureyş halkı! bilirsiniz içinizde denizde ve karada en fazla ticaret yapan insan benim, zekâtlarınızı veriniz, eğer bunu ödemekten vazgeçerseniz ben sizin üzerinize düşen miktarı kendi malımdan öderim ama sakın İslâm’a cephe almayınız”. Ey Kureyş halkı! İslâm’a en son giren ama en önce terk eden olmayınız, Allah’a yemin ederim Allah bu işi Rasulullah’ın belirttiği gibi tamamlayacaktır, ben kendisini benim şu bulunduğum yerde ve tek başına şöyle derken gördüm “Benimle birlikte Lâ ilâhe illallâh deyiniz, Bütün Araplar size boyun eğeceği gibi Arap olmayanlar da size cizye ödeyecektir, Allah’a yemin ederim ki Kisra’nın ve Kayser’in hazinelerini Allah yolunda harcayacaksınız.” İşte bazıları bununla alay etti, bazıları da bu sözleri tasdik etti, sonunda işte şu gördükleriniz yaşadıklarınız oldu, bundan sonra da geri kalanlar kesinlikle gerçekleşecektir.”3

 

Bu konuşmanın Mekkeliler üzerinde etkisi büyük olmuş ve Mekkeliler neticede İslam üzere kalmakta karar kılmışlardır.

 

Diğer yandan müellefe-i kulûba verilenler aracılığıyla, sebepler planında İslam’ın Arap yarımadasında sürekliliği sağlanmış, özellikle önemli kabile reislerinin Efendimiz’den (sas) sonra İslam’dan ayrılmalarının önü alınmıştır denilebilir.

 

Ayrıca müellefe-i kulûba fazla pay verilmesindeki hikmetlerden birisi de, zararlarından endişe edilen bazı kabilelerin ve isimlerin verilen paylar sayesinde Müslümanlara zarar vermeyecek bir duruma getirilmeleri, zararlarının önlenmesidir.

 

Yedinci Nokta: O dönemin şartları, sosyal ve ekonomik yapısı, kabileler arası ilişkiler ve kabilelerin kendi iç işleyişleri gibi yönler açısından ganimetler ve ganimetlerin dağılımının ekonomik sonuçları vardır. Bir kabile reisine verilen ganimet malları sadece bir birey olarak o kabile reisine verilmiş değildir. Aynı zamanda kabileye de verilmiş demektir. Çünkü kabile reisi kendisine verilen malları sadece kendinde tutmayacak, kabilesinin de ondan faydalanmasını sağlayacaktır.

 

Günümüzde, özellikle de içinde yaşadığımız toplumda böyle bir yapı ve işleyiş olmadığı için meselenin bu yönü gözlerden kaçırılmış olabilir ve akıllara bile gelmeyebilir. Ancak o dönemde Arap toplumunda kabile yapısını ve işleyişini düşününce ganimet mallarının taksimi ile müellefe-i kulûba verilen payların soruda geçtiği şekliyle ekonomik bir işlevi de vardır.

 

Örneğin Hakîm bin Hizâm Müslüman olmadan önce Mekke’de Rifade denilen bir görevi yürütmektedir ve bu görev her yıl hac için Mekke’ye gelen fakir hacılara yardım etmek, bu amaçla Mekkelilerin yardımlarını da toplayıp organize etmektir. Dolayısıyla Hakim bin Hizam’a müellefe-i kulûb payı olarak verilen yüz deveyi onun sadece kendisi için kullandığını düşünmek pek makul kabul edilemez. Aynı durum kendi kabilelerinin reisleri veya önde gelenleri olan isimler için de düşünülmelidir.

 

Ayrıca cömertlik kavramı, cahiliye Araplarında bile önemli bir erdemdir. Bir kabile reisinin veya Mekke şehrinin önde gelenlerinin itibarı, halk tarafından kabul görmesi, etkinliği ve meşruiyeti cömertliğine bağlıdır denilebilir. Cömertlik o dönemde sadece kültürel bir erdem değil aynı zamanda ekonomik işlevi de olan bir özelliktir. Dolayısıyla kabile reisleri de diğer önde gelen isimler de ister istemez cömert olmak zorundadırlar denilebilir. Bu nedenle de bir kabile reisine veya önde gelen herhangi bir isme ganimetten verilen paylar sadece o isme değil aynı zamanda onun kabilesine de verilmiş olmaktadır.

 

Sonuçta Efendimiz (sas) sıradan bir melik, herhangi bir kral değildir. İnsanların dünyalarından daha fazla ahiretlerini düşünmektedir çünkü dünyanın ahiret yanındaki değeri sinek kanadı kadar bile değildir.4 Ancak bu “Dünyadan da nasibini unutma!”5 hakikati gereği dünyadan tamamen el etek çekmek anlamına da gelmemektedir. Bu itibarla Efendimiz’in (sas) uygulamaları ahiret odaklı olsa da dünyevi sonuçları da vardır ve dünyevi sonuçları da her zaman hayır ve bereket olmuştur. Müellefe-i Kulûb’a dağıtılan ganimet paylarının sadece pay verilenlerin şahsına değil, aynı zamanda onların kabilelerindeki diğer insanlara da dağıtılmış olması bunun en iyi örneklerinden birisidir.
 


1 ) Buhari, İman, 19; Müslim, İman, 236-237; Vakıdi, Megazi, III, 948

2 ) İbn Hişam, c. 4, s. 1351-1352; Taberi, Tarih, c. 3, s. 93-94

3 ) İbn Hişam, Sire, c. 4, s. 1525; İbn Hacer, el-İsabe, c. 3, s. 146

4 ) “Eğer dünya, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahip olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyadan bir yudum su bile içirmezdi.” (Tirmizi, Zühd, 13; İbn Mace, Zühd, 3)

5 ) Kasas, 77