14 dk.
20 Mayıs 2024
Boşlukların Tanrısı | 1. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Boşlukların Tanrısı | 1. Kısım

Soru: Bilimin henüz açığa çıkaramadığı meseleleri izah etmek için “Tanrı” demek Tanrı'yı bilinmeyenin tanrısı yapar. Bu durumda ileride bilim alternatif bir varoluş açıklaması yaptığında insanların Tanrı'ya yavaş yavaş inanmaması onları çok zor durumda bırakmaz mı? Tanrı, güçlü ve mantıklı açıklamalar karşısında kafası karışan ve kendisine inanmayan kullarını niçin cezalandıracaktır?

 

Cevap: Sorunun ilk kısmı boşlukların Tanrısı fenomeniyle ikinci kısmı da Tanrı'nın kafası karışan ve inanmayan kullarını cezalandırması ile ilgili… Biz bu yazıda öncelikle ikinci kısımdan başlayacağız. Daha sonra ilk kısma cevap vermeye çalışacağız.

 

Hakiki Temsillerini Yitiren Kavramlar

Öncelikle şunun altını çizelim: Genel olarak birilerinin inandığı veya üzerinde düşündüğü, teorik argümanlar ürettiği, felsefesini yaptığı kavram olarak Tanrı'dan bahsederken "Tanrı" ve bazen de "ilah" diyeceğiz. Efendimiz Hz. Muhammed'in (sas) bize öğrettiği, Kur'an'ın anlattığı, bizim de inandığımız tek ilahtan bahsederken, Lafza-i Celâl'i kullanacağız, yani Allah diyeceğiz.
 
Konuya gelince; Allah-u Teala tabii ki de kimseye kafası karışık olduğu için azap etmeyecektir. İzah etmek gerekirse O'nun azap görmesine hükmettiği insanların asli vasıfları arasında "kafası karışmak" yoktur. Elbette "kafası karışık" bir kul da cehenneme gidebilir ama bunun sebebi kendi başına veya asli olarak kafa karışıklığı olmayacak.

Bir önceki paragrafta "aslî vasıf", "asıl sebep olarak" ibarelerini kullandık. Bunun sebebi de şu: Allah Kur'an'da bazı insan fiilerinin kafa karışıklığına yol açacağını bildiriyor. Çokça tartışmacı olanlar bir zaman sonra hangi fikrin, hangi önermenin; bir cedel ve münazara olmanın ötesinde doğru olduğuna dair hislerini yitiriyorlar. Ayrıca, bir dünyevi menfaat için hakkı gizlemeyi veya batılı hak, doğruyu yanlış göstermeyi sık sık yapanlar; ne kadar bilgili ve zeki de olsalar bir süre sonra hakla batılı kendileri de ayırt edememeye başlıyorlar. Üçüncü olarak, insanların hoşuna gitmek için, her farklı grubun yanında onların inandığı gibi, onaylayacağı şekilde, hoşuna gidecek bir biçimde konuşmayı adet edinenler de bir süre sonra kendilerinin neye inandığı konusunda şüphelere düşmeye başlıyorlar. 

Sadece kibrinden dolayı, hakikati söyleyen kişiyi küçümsediği için hakikati reddedenler de, zaman içinde bir şeyin doğrusuna dair içsel tadı, yani temyiz kabiliyetini kaybediyorlar. İnanıp doğru bildiği istikamette tembellik, atalet, rahat düşkünlüğü, zora gelememe.. gibi sebeplerle hiçbir şey yapmayanlar da İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar." sözüyle işaret edilen bir hâlde, kafaları karışık bir durumda bulunuyorlar.


Bir de ilmi meselelerde sıralamayı atlayarak bir şeyleri öğrenmeye çalışanların, yani ön hazırlık yapmadan ciddi konuları öğrenmeye, hele hele o alanlarda fikir üretmeye çalışanların da kafa karışıklığından hiç kurtulamayacaklarını ifade edelim.


Bu saydığımız sebeplerle kafası karışık olanlarda, kafa karışıklığı hafifletici bir unsur olamaz, çünkü bu kafa karışıklığına kendileri neden olmuştur. Bu tarz kimselerdeki kafa karışıklığı hâli, aksine cezanın ağırlaşmasına yol açabilir; tıpkı, kişinin kendi içki içerek yol açtığı bir sarhoşluk ile yaptığı trafik kazasında o sarhoşluğun mazeret değil ceza arttırıcı sebep olması gibi…

Konunun asıl sorulan tarafına gelince, onun da iki yönünden bahsedebiliriz: 

Birincisi: Kişinin kendisini geliştirme sürecine girip; inancını, toplumdan miras aldığı ezberlerden kurtarıp anlayışa ulaşma gayretinde olup; din telakkisini taklidî bir seviyeden tahkikî bir seviyeye çıkarmaya çalışırken yapacağı yeni okuma, izleme, düşünme gibi faaliyetlerle kafası iyice karışabilir. Hatta bir süre kafası karışık olarak, neye nasıl inanacağından tam emin olmadan yaşayabilir. Efendimiz'in (sas) "İçtihad eden yanılırsa bir sevap, isabet ederse iki sevap alır.", (1) "Kur’an’ı gereği gibi güzel okuyan kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Kur’an’ı kekeleyerek zorlukla okuyan kimseye de iki kat sevap vardır.” (2) gibi hadislerinin anlamlarına dayanarak diyebiliriz ki; bir insan gerçekten de hakikate ulaşmak için samimi bir niyetle okuma, araştırma, soruşturma, inceleme çabasına girer de kafası karışırsa o da bir sevap alacaktır.

İkincisi: Diyebiliriz ki, baştan İslami konuları hem ilim hem amel olarak ciddiye alan bir ortamda yetişmedikçe veya ilk gençlik yıllarında böyle insanlarla karşılaşıp onlardan İslam'ı kendi duru aydınlığı içinde öğrenmedikçe, bir miktar kafa karışıklığı doğal olarak gelişecektir. Bu şekilde kişinin kendi kusur ve ihmallerinden değil de, onun iradesi dahilinde olmayan sebeplerden doğmuş bir karışıklık da cezayı azaltıcı bazen de ortadan kaldırıcı bir sebep olabilir. Tabii bu hüküm için yine, kişinin elindeki imkanlar ve kendi yetenekleri ölçüsünde bir gayrette bulunmuş olması gerekir.
 
Böyle durumlarda var olan kafa karışıklığını aşma, onu çözüp halletmenin değil ama “ortadaki kuyunun yanından geçme”nin bir yolu, İslam dinin bu dünyadaki esas hedefinin “güzel ahlak” olduğunu hatırlamaktır. Efendimiz (sas) "Ben güzel ahlakı tamamlamak, mükemmel hâle getirmek için gönderildim" buyurmuştur. Evet, ibadetsiz bir güzel ahlak düşünülemez. Ama bunun böyle olduğunu da kafası karışık bir insan tam fark edemez.
 
Bu ikinci maddeyi açıp genişçe izah edelim:

 

Öncelikle belirtelim ki; Tanrı'nın kafası karışan kullarını cezalandıracağından emin olamayız. Hatta Tanrı'nın kullarını sadece kafaları karıştığı için cezalandırmayacağını söyleyebiliriz. Ancak burada pek çok kavramın birbirine girdiği görülüyor. Çünkü kavramlar kendi aslî hallerinden kopup insanların eline düştükleri vakit sağlam kalmıyorlar.

 

Aslında kabaca Efendimiz’in (sas) vefatından üç asır sonra Tanrı kavramı da din kavramı da ahiret, cennet, cehennem kavramları da anlamlarını az veya çok kaybetmiş durumdadır. Bunu söylemekteki kastımız şudur: Bu kavramlar hakikatteki hâllerini, kendilerine ait saf, sağlam ve net anlamları, Efendimiz (sas) dönemindeki dupduru göstergelerini bir parça yitirmiştir. Doğru insanlara, doğru ortamlara rastlanması hâlinde bu kavramlar hakkında doğru anlamlara ulaşılabilir. Fakat farklı ortamlarda bu kavramların anlamlarını yitirdiklerini görmek de mümkündür.

 

Örneğin cennet ve cehennemle ilgili ayet ve hadisler apaçık ortadayken Efendimiz’in (sas) vefatından birkaç yüzyıl sonra “Cennet de cehennem de ebedî değildir; cennete girmek veya cehennemden kurtulmak için ibadet edilmez, cennet için ibadet eden cennetin kulu, cehennemden kurtulmak için ibadet eden de cehennemin kuludur.” gibi Kur’an ve sünnette olmayan kavramlar veya anlayışlar sisteme girmiş, yerleşmiş ve gerçek din olarak algılanabilmiştir.

 

Diğer yandan “Allahu Ekber” ifadesi aslında son derece ciddi, Yüce Allah'ın bütün bir kâinat karşısındaki kendi Zat-ı Uluhiyetine mahsus o müteal durumunu ifade eden son derece önemli bir kavramdır. Hatta bu kavram aslında Efendimiz’den (sas) önceki cahiliye dönemi Arapları tarafından da oldukça ciddiye alınan bir kavramdır. Ancak bugün “Allahu Ekber” deyince dünyanın büyük çoğunluğu için patlayan bombalar, birbirlerini öldüren Müslümanlar, intihar saldırıları akla gelecektir. O hâlde insanların çoğuna “Allahu Ekber” ifadesi bir kavram olarak elbette pek cazip gelmeyecektir. Kavramın hakiki ve aslına sadık bir temsili yeryüzünde yoktur veya çok azdır.

 

Bunlar içimiz kan ağlasa da bir realitedir ve bu realiteyi görmezden gelmek kendini kandırmak olacaktır.

 

Örnekleri çoğaltabiliriz: Mesela Bediüzzaman kimdir? Bediüzzaman aslında neyi temsil eder? Bediüzzaman’ın aslî misyonu 1960’lara yahut kendi vefatına kadar sabittir. Ancak vefatından sonraki birkaç on yıl içinde Bediüzzaman’ın misyonunu ve vizyonunu devam ettirenler bunun aslına ne kadar sadık kalabilmişlerdir? Kendilerini Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a izafe edenler o geleneğin düsturlarına ne kadar uygun davranabilmişlerdir? Bugün de bakılınca bu geleneğin birkaç farklı ekol ve görüşe ayrıldığı görülecektir.

 

Aynı durum Nakşibendi ekolü için de Kadiri ekolü için de hatta Selefi ekolü için de geçerlidir. Zikrin veya tebliğin nasıl yapılacağına dair pek çok farklı görüş ve birbirini düşmanlaştıran ayrılıklar zaten ortadadır.

 

Yine örneğin; hakikatte bir Hz. İsa (as) vardır. Diğer yandan İznik Konsülünün yahut Engizisyonun tanımladığı bir Hz. İsa vardır. İspanyolların Amerika kıtasında insanları katlederken bahsettikleri bir Hz. İsa daha vardır. Başka bir taraftan da dünyada hastaneler, okullar, yetimhaneler açanların, dünyanın en yoksul bölgelerine gidip insanlara yardım etmeye çalışanların bahsettikleri bir Hz. İsa vardır. Bütün bu farklı tanımlar ve temsiller içinde insanların “İsa” denilince hangisinin doğru ve cazip olduğunu anlamamaları mümkündür.

 

O hâlde denilebilir ki; temsilci sayısı çoğalınca veya sisteme yabancı unsurlar girince bir kavram insanların zihninde asıl anlamını yitirebilmektedir. Bu nedenle örneğin; “İsa (as) sevginin, merhametin ta kendisidir, Tanrı'nın ruhudur.” diyen Afrikalı bir yetim de “İsa kötülüğün kendisidir.” diyen İspanyolların katlettiği bir Amerikan yerlisi de aslında hakiki İsa’dan (as) habersiz olabilecektir. Bu durumda her ikisinin de bahsettiği şey lafzen “İsa” olsa da hakiki İsa (as) değildir.

 

Bu bağlamda Tanrı veya Allah, ahiret, cennet, cehennem, iman, küfür gibi kavramların hakiki temsilleri ile insanların zihinlerindeki çağrışımları birbirinden farklı olabilir. İnsanların çağrışımlarını etkileyen pek çok yabancı unsur o kavramların hakikati ile insan zihni arasına perde çekebilir. Bu insanlara ve bu duruma İmam Gazali (ra) bir yerde “Muhammed’in (sas) ismi ulaşmış fakat O’nun bütün özellik ve güzellikleri ulaşmamış…”1 diyerek işaret eder ve o insanları ehl-i necat sayar. Bediüzzaman (ra) da bir yerde bu durumla ilgili “Teklif-i ilahi irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrür eder.” dedikten sonra gaflet ve mürur-u zamanın yani aradan geçen uzun zaman diliminin enbiyaların dinlerini örttüğünden, bu nedenle o dinlerin ehl-i fetret zamanına hüccet olamayacağından bahseder. Çünkü o dinlerin hakikati, güzellikleri artık gizli kalmış, görünmez olmuştur.2

 

Diğer yandan, Yüce Allah insanlara samimi zihinsel çabalarının sonucu olarak ulaştıkları teorik çıkarımlarından dolayı değil, güzel ahlaklı olmadıkları için azap edecektir diyebiliriz. Yani insanlar zulmettikleri, birilerini küçümsedikleri, yalan söyledikleri, verdikleri sözleri yerine getirmedikleri, resmi veya gayri resmi sözleşmelerine uymadıkları, borçlarını bilerek ödemedikleri, kontratlarına uymadıkları, gerçeğin/hakikatin karşısında dürüst olmadıkları, aleyhlerine de olsa adaleti teslim etmedikleri için azap görecektir. Kur’an’ın ve Efendimiz’in (sas) söylediği budur.

 

Popülaritenin Etkisi

 

Bugün bu mesele popüler gündemin çok fazla etkisinde kalmıştır. Gözden kaçan asıl mesele, doğru bir insan olup olmamak, elimizde imkân varken ihtiyacı olanlara yardım edip etmemek, ne kadar olursa olsun elimizdeki mal veya para varlığıyla, elbiselerimizle, arabamızla, kariyerimizle kibirlenip kibirlenmemek, eğitim, zeka, güzellik gibi konularla birilerini küçük görüp görmemek, birilerini kınayıp ayıplamak veya ayıplamamaktır. Dolayısıyla azap göreceksek kibrimizden, her türlü hırs ve oburluğumuzdan, yalan ve iftiralarımızdan, tembelliğimizden, cehlimizden, öfkemizden, insanların elimizden ve dilimizden emin olmamasından azap göreceğiz. Bu nedenle Allah’ın merhametinden, şefkatinden, adaletinden, kullarına karşı anlayışlı olacağından şüphe etmeye gerek yoktur.

 

Elbette ki Cenab-ı Allah'ın kul hakkını ve şirki affetmeyeceğini de atlamamak gerekir. Ancak kul hakkının zaten ahlaksızlığın bir sonucu olduğunu, şirkin de düşünce ahlakına aykırı, hakikat açıkça görüldüğü halde inat, kibir, küçümseme gibi nedenlerle hakikate karşı dürüst olmama gibi bir ahlaksızlığın sonucu olduğunu da bilmek gerekir.

 

O halde cennet ve cehennem yahut ödül ve ceza gibi konularda bir kafa karışıklığı yaşandığı zaman vurguyu güzel ahlaka ama gerçek güzel ahlaka çevirmek gerekir. Gerçek güzel ahlak ise insanın “Ben zaten kötü bir insan değilim, yolda dilenciye 3-5 kuruş veririm, kalbim temiz.” demesinden ibaret değildir. Gerçek güzel ahlak her şeyden önce insanların kendisinden çekinmediği, “Bunun elinden ve dilinden zarar gelmez.” diyebildikleri birisi olmaktır. Kendi çıkarları için kimseyi manipüle etmemek, gerçeği eğip bükmemek, verdiği sözleri tutmak, yalan söylememek, küçük çocuklara da büyük insanlara da hem saygılı hem dürüst olmak, kimseyi kendinden küçük görmemek, gıybet etmemek, kimseyi ezmemek ve kendisini de ezdirmemek, kendisine yapılmasını istemediğini başkalarına da yapmamak, daha da ötesi kendi için istediklerini başkaları için de isteyebilmek gibi gerçek ahlaki hasletler ve bu hasletlerin kendisinde yerleşmesi için çaba göstermektir.

 

Bu konulardaki tartışmanın mihveri, merkez noktası; bu konuların akademik tartışmalarda ele alınan kavramsal boyutları değildir. Meselenin özü kişinin kendisini güzel ahlaklı birisi haline getirebilmesidir. Allah Teala’nın insanlardan asıl istediği budur.

 

Meselenin bu kısmı halledildikten, güzel ahlakın yerleşmesiyle ilgili çalışmalar yapıldıktan sonra Tanrı'nın varlığı meselesi insanlar için daha açık hale gelebilecektir. Tanrı'nın nasıl tarif edilmesi gerektiği, var olup olmadığı, hangi özelliklere sahip olduğu, anlatılan Tanrı tanımları içinden hangisinin doğru ve gerçek olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

 

Kavramların içerdiği hakikatler örtülü kalabilir ancak kavramlar sabit durabilir. “Tanrı” kavramının kendine ait bir hakikati vardır ancak her insan “Tanrı” deyince aynı şeyi anlamaz, aynı şeyi kastetmez, aynı niyetle konuşmaz. “Allah”, “Peygamber”, “ahiret”, “cennet-cehennem” kavramları için de aynı şey geçerlidir. Bu kavramların içerdiği hakikatlerin geri planda kaldığı, insanların kendi zihinlerindeki çağrışımları o hakikatlerin yerine koyduğu, böylece o kavramların hakikatlerini değil kendi algılarını, duygu ve düşüncelerini konuşturdukları durumlar da olur. Bu gibi durumlarda aslında “Allah” denilince gerçekten “Allah” denilmiş olmadığı gibi “Tanrı yok.” denilince de gerçekten “Tanrı yok.” denilmiş olmayacaktır.

 

17. yüzyılda Batıda bir köle tüccarı elindeki kırbaçla bir köleyi döverken, “Seni dövme hakkını bana Tanrı veriyor.” deyince o köle kalkıp, o zalimin elinden kırbacı alıp “Tanrı yok ve sen beni dövemezsin!” dese her ikisinin de gerçek bir Tanrı'dan bahsetmediği düşünülür. Aynı şekilde eşine zulmeden, akşamları eve sarhoş gelip yemeğin tuzunu beğenmediği için her gün eşini döven ve döverken “Seni dövmem gerektiğini Kur’an söylüyor.” diyen sözde bir Müslümana karşı da karısı “Böyle diyen bir kitap Allah kelamı olamaz!” dese her ikisinin de gerçek Kur’an’dan bahsetmediği anlaşılır. Çünkü kölesini döven için de karısını döven için de asıl küme Tanrı veya Kur’an değildir. Köle sahibi de, kadının kocası da gerek toplumun gerek kendilerinin aktüel değerleri çerçevesinde bir şeyler söylemişlerdir, hepsi bu… Kölenin ve zulme uğrayan kadının itirazları hakikatte Tanrıya veya Kur’an’a değildir. O halde Allah Teala’nın “Tanrı yok!” diyen mazlum köleyi veya “Bu kitap Allah kelamı olamaz!” diyen mağdur kadını ahirette değerlendirirken, onların içinde bulundukları hâli, mazlum ve mağdur olmalarını da hesaba katıp, onlara karşı zerre kadar haksızlık yapmayacağından emin olabiliriz.

 

Sağlıklı Ortamın Önemi

 

Diğer yandan Tanrı, Allah, ahiret, Kur’an, iman gibi konuları akl-ı selim ile, duygusal ve zihinsel bir dinginlik içinde konuşma imkânı mevcut popüler tartışma ortamında pek mümkün olmamaktadır. Örneğin, Mevlâna hakkında bir kesim “Moğol ajanı, Anadolu insanını Moğol işgalinde müstehcen şiirlerle uyutan bir işbirlikçi…” derken bir başka kesim “Bütün dinlerin Tanrı anlayışını kendi felsefesinde yoğuran hümanist bir peygamber…” diyebilmektedir. Böylesi anlamsız tartışmalar arasında Mevlana’nın Mesnevi veya diğer eserlerinde verdiği gerçek mesajı anlamak ve anlatmak şansı da kaybolmaktadır. Aynı şekilde Allah, ahiret, Kur’an konuları gerçekten anlamaya çalışmak için de popülaritenin ötesinde, anlamsız tartışmaların ve duygusal yüklerin uzağında sakin bir kafa ile düşünmek, konuşmak gerekecektir. Böyle sakin bir ortamda meseleleri ele alınca da Allah Teala’nın insanlara kafaları karışık olduğu için azap edeceğini söylemek anlamsız olacaktır.

 

Allah, Zat-ı Akdestir. Kendi yarattığı insanların durumlarını en iyi O bilmektedir. Vahyi de insanlara bedbaht, mutsuz olsunlar diye değil, hakikate karşı saygılı olanlara bir hatırlatma olması için indirmiştir.(5) Madem Kur’an’ın mahiyeti budur. O kitabı bir ceza kanunu gibi düşünüp Allah Teala’yı -haşa- insanları cezalandırmak için fırsat kollayan bir cezalandırıcı gibi algılamak haksızlık olacaktır.

 

Sorunun diğer kısmı olan “Boşlukların Tanrısı” kavramına gelecek yazıda değineceğiz.
 



1) Buhârî, İ’tisâm 21; Müslim, Akdıye 15
2) Buhârî, Tevhîd 52; Müslim, Müsâfirîn 243

3) İmam Gazali, İman ve Küfür Sınırı (Faysalü’t-Tefrika), s. 186

4) Bediüzzaman, Mektubat, 28. Mektup, Sekizinci Risale

5) Ta-Ha, 2-3