Çok sevdiğimiz zatları okurken/dinlerken dikkat edilmesi gerekenler | 1.Kısım
Soru: Sevdiğimiz ve kendilerine yakınlık hissettiğimiz zatlara karşı sevgi ve yakınlık hislerimiz ve bu hislerdeki ölçüsüzlük, onların eserlerini okurken elde etmemiz gereken istifadeye engel olabilir mi?
Cevap: Sevdiğimiz zatların eserleriyle muhatap olma noktasında aklımızda bulunması gereken birkaç husus vardır.
İlk olarak, normal şartlarda ve genellikle bir insanın terakkisinin belli bir aşamasında hocası, şeyhi veya öğretmeni olan insana, belli bir süre için ciddi bir muhabbet ve bağlılık hissetmesi gerekir. Hatta onu hiç hatasız, kusursuz ve sorunsuz görmesi de sık karşılaşılan durumlardandır. İnsan ona tam itaat etmeye ve söylediklerini tam olarak kabul etmeye de gayret etmelidir. Genel olarak her insanın böyle bir eğitime bir süreliğine ihtiyacı vardır. Bu doğrudur.
Ayrıca bu bahsettiğimiz nokta sadece İslami bir eğitimle ilgili değildir. The Karate Kid, Kill Bill, Star Wars gibi farklı kültürleri yansıtan filmlerde de benzer eğitim süreçlerine rastlayabiliriz. Kendisinden bir şeyler öğrenilen veya istifade edilen insanın hakikatte hatalı ve kusurlu olması, öğrenen veya istifade eden kişinin karşısındakini hatasız ve kusursuz görmekle ondan daha fazla istifade edebilecek olması gerçeğini değiştirmez.
Bunun üç temel nedeni vardır:
Birinci neden: İnsanın benliği, yani nefsi, yani bizzat kendisi aslında tam bir firavundur. Hiçbir şeye bizzat itaat etmez, itaat etmek istemez. Bir şeye itaat edecekken de kendi meyillerini, arzularını, kendi düşüncelerini karıştırarak ve araya sıkıştırarak itaat eder. Mesela bir insan kendi kendine her gün 10 sayfa Kur’an okumaya karar verse, bir gün o okuduğu yeri zaten ezbere bildiğini kendine telkin eder ve okumadan geçebileceğini düşünür. Ertesi gün okusa da sonunda “Bugün yorgundum, okumasam da olurdu.” diyebilir. Bir başka zaman okuduğu yeri epey derinlikli okuduğunu düşünür ve buradan bir cins keyif, heva çıkarır.
Askerlik, itaat konusunu anlamada iyi bir örnektir. Askerlikte mantık yok denilir ama diğer taraftan klasik usul askerliğin insanı olgunlaştırdığı da bilinir. Çünkü “Bunun mantığı nedir? Şunun ne anlamı var?” gibi soruları sormadan, düşünemeden “Koş!” deyince koş, “Yat!” deyince yat, "İzmarit topla!" deyince topla, “Toprağı buradan kaz, oraya götür. Sonra oradan getir kazdığın yere doldur!” emrini alınca kaz, götür ve getir… Evet! Hiçbir şekilde itiraz edemeyecek biçimde itaat etmek, gerçek hayatta ancak askerlikte bazen bir parça bazen büyük ölçüde sağlanır. Bazı şirketler de kabaca böyle davranabilirler. Bazen bazı babalar veya daha nadiren bazı anneler de böyle bir havayı yansıtabilirler. Bunun kalıcı ve sürekli olması veya baba annede bulunmasının başka zararları gibi meseleler konumuz dışındadır. Asıl fark edilmesi ve bilinmesi gereken şudur ki: Bir otorite bir şey söyleyince mazeret üretmeden, mantık yürütmeden, tartışmadan, kendi eğilimlerini işin içine karıştırmadan sadece emredildiği şekilde yapınca bir parça irade kazanılmış olunur. Hiç kimse kendi iradesiyle 10 kilometre koştuktan sonra tekrar durduk yere bir 5 kilometre daha koşmaz. Ancak askerde eğitim çavuşu böyle bir emir verince emri alanlar bir 5 kilometre daha koşar, koşabilir. Kendisine saygı duyduğunuz bir şeyh, bir hoca, bir üstat da sünneti, son sünneti ve tesbihatlarıyla birlikte 13 rekat yatsı namazını kıldırdıktan sonra “Bu namaz tam kalbime sinmedi, ben bir daha kılacağım, siz de sünnetlerini bir daha kılın.” dese, sizin de yorgun ve uykulu olduğunuz bir anınıza denk gelse o nafileleri yine de kılarsınız. Demek ki, insanın nefsindeki firavuniyetin belli bir yönü ancak birisine kayıtsız şartsız itaat ederek sağlanır ve ancak bundan sonra kişi kendisi üzerinde de bir parça irade sahibi olur.
Bu nedenle herhangi bir kişisel nazın veya pazarlığın geçerli olmadığı askerlik, bazı yatılı okullar ve bazı şirket içi eğitim gibi durumlarda kişi kendi üzerinde, kendisine karşı, kendi eğilimlerine, zaaflarına karşı bir irade ve bir itaat kazanabilir. Bununla birlikte hayat şartlarının çok zorlaması ve bir şekilde hayatta kalma içgüdüsüyle de benzer bir irade kazanılabilir.
İkinci neden: Belli şeyleri öğrenme ve anlamada, yani bir eğitim esnasında; işin doğası gereği o kişinin şimdiki bildiklerine ve anladıklarına göre daha ileri seviyede bilgiler aktarılacaktır. Yine işin doğası gereği bir eğitim esnasında öğrenecek kişi öğretecek kişiye karşı alıcı bir pozisyonda olmalıdır. Yani zihinsel veya içsel dünyasının alıcı faktörlerini çalıştırmalıdır.
Bir matematik dersinde matematik hocası bir şeyler anlatırken öğrenci “Hoca bu konuyu yanlış aktardı, burayı böyle değil de şöyle aktarsaydı daha iyi olurdu.” gibi herhangi bir açıdan hocasını eleştirirse öğrenmesi sekteye uğrar. Sonuçta size göre belli bir açıdan daha yüksek olan birisinden size göre daha yüksek olan bir anlayış ve ilmi almanız gerekiyorsa orada alıcı ve dinleyici olmalısınız. Bu konumdayken soru sormanız bile, hatta soru sormasanız da içinizden o dersi ve o derste söylenenleri eleştirir bir tarzda yaklaşmanız bile alışınızı zayıflatır, eksiltir ve farklı derecelerde engeller. Bu genel olarak böyle olduğu gibi, Hz. Musa (as) ve Hz. Hızır kıssasındaki gibi hassas ve özel durumlarda da böyledir. Kıssada geçen şekliyle, kendisinden bir şeyler öğrenilen kişi açıklamadan o şeyin hikmetini sormaya kalkmak bile o ilim kaynağıyla irtibatı kesmiştir. Her durumda o kesilme yine bu kadar hızlı olmayabilir ama sonuçta daha yavaş alıcı olursunuz, daha az öğrenirsiniz.
Üçüncü neden: Kişinin mizacına tam ters olan eğitimlerde itaat etmekten başka bir şans yoktur. Örneğin kişi zihinsel bir mizaca sahiptir. Okumak, öğrenmek, öğretmek, kendi başına iken daha içten ve daha iyi dua etmek gibi konulara meyillisinizdir de sosyal anlamda atak olmak, koşturmak veya bir insanla gerçekten ilgilenmek gibi konulara hiç meyliniz yoktur. Yahut tam tersi, sosyal aktivitelere meyillisinizdir de bir köşede oturup yalnız başınıza bir şey okumaya meyliniz yoktur. Meyliniz olmayan konuları ancak ve ancak itiraz edemeden, itiraz etme hakkınız olmadan, öyle bir alternatifi düşünmeden itaat ederseniz öğrenebilirsiniz ve ancak böyle gerçekleştirebilirsiniz.
İlk iki neden, kişisel terakkinin tüm yönleri açısından hayati öneme sahiptir. Üçüncü neden ise terakkinin bazı yönleri adına hayatidir.
Bu manada bizim klasik literatürümüzde ölünün ölü yıkayıcı karşısında itiraz etmeksizin teslim olması manasında gassal elinde meyyit gibi olmak, Hinduizm, Budizm literatürlerinde suyun üzerinde yüzen bir yaprak veya odun parçası gibi olmak gibi örnekler de verilir.
Ancak yanlış anlaşılmasın. Bu itaat ve teslimiyet Allah ve Resulü (sav) dışında hiç kimseye karşı maddi ve manevi hayatımızı, dünya ve ahiretimizi tamamen kapsayacak bir şekilde olmak zorunda değildir. Bu bağlamda kültürümüze ve tasavvufi diyebileceğimiz eğitim anlayışımıza insanların şeyhine karşı hiç itiraz etmeden her söylediklerini kabul etmeleri gerektiği tarzında bir anlayış yerleşmiştir. Yukarıda anlatılan hususlar kapsamında bu anlayışın bir hakikat payı vardır.
Diğer taraftan, bir insanın sevdiği, saygı gösterdiği veya şeyh/mürşit olarak kabullendiği kişiye karşı tutumunun, yani ondan gelen her şeyi kabul etmeye dair tutumunun makul olduğu bir yöne dikkat çekmiş olduk.
Bunun makul olduğu bir yön daha var, o da şudur: Örneğin bir insan Mevlana’nın Mesnevi’sinden, İmam Rabbani’nin Mektubat’ından, Gazali’nin İhya’sından, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’larından ilme, tasavvufa veya imana dair bir şeyler öğrenmeye karar verse, bu konularda pek bilgisi de olmasa, okuduğu zatları da kendilerinden bir şeyler öğrenilebilir, kendilerinden istifade edilmesi gereken önemli zatlar olarak görüyorsa, okuduğu yazılara karşı “Burasını neden böyle yazmış? Bunu nasıl olur da böyle söyler? Bu konuda böyle düşünülür mü?” gibi eleştirilere tabi tutmaya çalışırsa, o kişilerden elde edebileceği istifadeyi azaltır, alması gerekenleri o kadar da hızlı alamaz, hatta bazen eleştirinin gücüne ve seviyesine göre hiçbir şey alamaz.
Bu alamama veya istifade edememe durumu sadece bu zatlarla ilgili metafizik bir arka planı olan bir engellenmeden çok gayet dünyevi nedenlere dayanan bir olgudur. Mesela aynı kişi yeni bir matematik kurmak ya da yeni bir bilgisayar programlama dili geliştirmek istese, öncelikle mevcut matematiği ve mevcut programlama dillerini iyice öğrenmeli, sindirmeli ve kendine mâl etmelidir. Aynı şekilde Gazali’yi, Mevlana’yı, Bediüzzaman’ı aşacak kadar kapasitesi olan birisi de yine sıcak çöl kumunun suyu emmesi; gibi ilgili zatların fikirlerini tartışmadan, problem çıkarmadan, kendini istifadeye (yani almaya) tam açarak öğrenmeye çalışmalıdır. Çünkü bir şeyleri veya birilerini aşmanın (ya da adı geçen zatlara tam ve hakiki manada talebe olabilmenin ve eserlerini en güzel şekilde değerlendirmenin) yolu, ilk şartı budur. Yani itirazsız, sorgusuz, eleştirisiz, “Demek bu konu böyleymiş?” diyerek okumak ve en azından bir süre böyle devam etmek çok önemlidir.
Elbette fizik, tıp, bilgisayar programlama, dini ilimler gibi herhangi bir konuyu ilk defa öğrenirken insanın aklına çeşitli sorular gelecektir. İlk etapta bu soruları zihnin belli bir köşesine kaydedip öğrenme sürecini kesintiye uğratmamak çok önemlidir.
Örneğin, yazı yazmak isteyenlere creative writing (yaratıcı yazma) tekniği veya Türkçede geçtiği haliyle serbest ve yaratıcı yazma tekniği olarak adlandırılan bir teknik tavsiye edilir. Buna göre bir yazı yazarken doğal, sade, düşüncenin akışını bozmadan, olduğu gibi yazmak önemlidir. Bir yandan yazarken aynı anda diğer yandan cümlelerin gramer kurallarına uygunluğu, imla kuralları ve noktalama işaretlerine dikkat etme gibi davranışlar sergilenmemesi gerekir. Kısacası aynı anda hem yazarlık hem eleştirmenlik hem de editörlük yapılmaması gerekir. Böyle bir davranış düşünce akışını bozacaktır. Düşünce akışını bozmadan, olduğu gibi yazmak ise duygu ve düşünceleri daha etkili ve amacına daha uygun anlatmış olmayı sağlayacaktır. Çünkü editörlük veya eleştiri zihnin farklı noktalarıyla kontrol edilir ve gerçekleştirilir. Yazmak da zihnin farklı bir noktasıyla gerçekleştirilir. İkisini aynı anda yaparsanız kendinizi ciddi ölçüde yavaşlatmış ve yazdığınız şeye zarar vermiş olursunuz. Dolayısıyla en ideal yazma yazıp geçme tarzında yazmadır. Editörlük ve metin eleştirisi ise ancak yazdıktan sonra gerçekleştirilmelidir.
Bu örneğin konumuzla ilgili yönüne gelince: İnsan, öğrenirken ve anlamaya çalışırken farklı merkezleri kullanır. Değerlendirirken, kritik ederken, seçerken de farklı merkezleri kullanır. Başka hiçbir şey olmasa bile yani bu tip psikolojik kuralları bir kenara koysak bile insan zihninin düz ve rahat çalışması için kişi, öğrenme sürecinde itiraz etme hatta soru sorma güdüsünü durdurabilmelidir. Bu nedenle zaten belli bir seviyeyi yakalamış insanlara soru sormaları yasaklanmıştır. Bizzat Efendimiz (sav) yakın ashabına soru sormayı yasakladığı için Enes bin Malik (ra) “Soru sormak bize yasaklanmıştı, akıllı bir bedevinin gelip soru sorması ve Hz. Peygamber’in ona vereceği cevapları dinlememiz bizi memnun ederdi.” demiştir.1
Önemli bir hatırlatma: Yukarıda bahsedilen itaat meselesi ancak reel bir şahsın karşısında olabilir. Yani siz bizzat yaşayan, halen hayatta olan bir zata karşı itaat edebilir ve bu şekilde itaatinizin neticesi olarak iradenizi kullanmayı öğrenebilirsiniz. Hayatta olmayan zatlar için bu itaat meselesi geçerli değildir. Örneğin Bediüzzaman gibi biyolojik olarak vefat etmiş bir zatın eserlerini okuyarak "Ben bu zata tamamen itaat edeceğim." denilmez. Sadece kendisinden ilim açısından istifade etmiş olursunuz. Başkasına itaat ederek kişinin kendi iradesinin gelişimi ve içindeki firavuniyetin bazı yönlerinin ölmesi ancak reel ve hayatta olan bir şahsın karşısında, onun reel emirlerine, reel isteklerine karşı olabilir.
Buraya kadar yapılan açıklamalar konuyla ilgili zihinsel çıkış noktalarının tespitiyle ilgiliydi. Yazı dizisinin ilk bölümü burada sona ermektedir. İkinci kısım yarın sitemizde yayımlanacaktır.
1 ) Ahmed b. Ḥanbel, Müsned, 19/441 (No. 12457)