38 dk.
29 Ağustos 2022
Çok sevdiğimiz zatları okurken/dinlerken dikkat edilmesi gerekenler | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Çok sevdiğimiz zatları okurken/dinlerken dikkat edilmesi gerekenler | Tek Parça

Soru: Sevdiğimiz ve kendilerine yakınlık hissettiğimiz zatlara karşı sevgi ve yakınlık hislerimiz ve bu hislerdeki ölçüsüzlük, onların eserlerini okurken elde etmemiz gereken istifadeye engel olabilir mi? 

 

Cevap: Sevdiğimiz zatların eserleriyle muhatap olma noktasında aklımızda bulunması gereken birkaç husus vardır.

 

İlk olarak, normal şartlarda ve genellikle bir insanın terakkisinin belli bir aşamasında hocası, şeyhi veya öğretmeni olan insana, belli bir süre için ciddi bir muhabbet ve bağlılık hissetmesi gerekir. Hatta onu hiç hatasız, kusursuz ve sorunsuz görmesi de sık karşılaşılan durumlardandır. İnsan ona tam itaat etmeye ve söylediklerini tam olarak kabul etmeye de gayret etmelidir. Genel olarak her insanın böyle bir eğitime bir süreliğine ihtiyacı vardır. Bu doğrudur. 

Ayrıca bu bahsettiğimiz nokta sadece İslami bir eğitimle ilgili değildir. The Karate Kid, Kill Bill, Star Wars gibi farklı kültürlerden esintiler sunan filmlerde de benzer eğitim süreçlerine rastlayabiliriz. Kendisinden bir şeyler öğrenilen veya istifade edilen insanın hakikatte hatalı ve kusurlu olması, öğrenen veya istifade eden kişinin karşısındakini hatasız ve kusursuz görmekle ondan daha fazla istifade edebilecek olması gerçeğini değiştirmez.

 

Bunun üç temel nedeni vardır:
 

Birinci neden: İnsanın benliği, yani nefsi, yani bizzat kendisi aslında tam bir firavundur. Hiçbir şeye bizzat itaat etmez, itaat etmek istemez. Bir şeye itaat edecekken de kendi meyillerini, arzularını, kendi düşüncelerini karıştırarak ve araya sıkıştırarak itaat eder. Mesela bir insan kendi kendine her gün 10 sayfa Kur’an okumaya karar verse, bir gün o okuduğu yeri zaten ezbere bildiğini kendine telkin eder ve okumadan geçebileceğini düşünür. Ertesi gün okusa da sonunda “Bugün yorgundum, okumasam da olurdu.” diyebilir. Bir başka zaman okuduğu yeri epey derinlikli okuduğunu düşünür ve buradan bir cins keyif, heva çıkarır.

 

Askerlik, itaat konusunu anlamada iyi bir örnektir. Askerlikte mantık yok denilir ama diğer taraftan klasik usul askerliğin insanı olgunlaştırdığı da bilinir. Çünkü “Bunun mantığı nedir? Şunun ne anlamı var?” gibi soruları sormadan, düşünemeden “Koş!” deyince koş, “Yat!” deyince yat, "İzmarit topla!" deyince topla, “Toprağı buradan kaz, oraya götür. Sonra oradan getir kazdığın yere doldur!” emrini alınca kaz, götür ve getir… Evet! Hiçbir şekilde itiraz edemeyecek biçimde itaat etmek, gerçek hayatta ancak askerlikte bazen bir parça bazen büyük ölçüde sağlanır. Bazı şirketler de kabaca böyle davranabilirler. Bazen bazı babalar veya daha nadiren bazı anneler de böyle bir havayı yansıtabilirler. Bunun kalıcı ve sürekli olması veya baba annede bulunmasının başka zararları gibi meseleler konumuz dışındadır. Asıl fark edilmesi ve bilinmesi gereken şudur ki: Bir otorite bir şey söyleyince mazeret üretmeden, mantık yürütmeden, tartışmadan, kendi eğilimlerini işin içine karıştırmadan sadece emredildiği şekilde yapınca bir parça irade kazanılmış olunur. Hiç kimse kendi iradesiyle 10 kilometre koştuktan sonra tekrar durduk yere bir 5 kilometre daha koşmaz. Ancak askerde eğitim çavuşu böyle bir emir verince emri alanlar bir 5 kilometre daha koşar, koşabilir. Kendisine saygı duyduğunuz bir şeyh, bir hoca, bir üstat da sünneti, son sünneti ve tesbihatlarıyla birlikte 13 rekat yatsı namazını kıldırdıktan sonra “Bu namaz tam kalbime sinmedi, ben bir daha kılacağım, siz de sünnetlerini bir daha kılın.” dese, sizin de yorgun ve uykulu olduğunuz bir anınıza denk gelse o nafileleri yine de kılarsınız. Demek ki, insanın nefsindeki firavuniyetin belli bir yönü ancak birisine kayıtsız şartsız itaat ederek sağlanır ve ancak bundan sonra kişi kendisi üzerinde de bir parça irade sahibi olur.

 

Bu nedenle herhangi bir kişisel nazın veya pazarlığın geçerli olmadığı askerlik, bazı yatılı okullar ve bazı şirket içi eğitim gibi durumlarda kişi kendi üzerinde, kendisine karşı, kendi eğilimlerine, zaaflarına karşı bir irade ve bir itaat kazanabilir. Bununla birlikte hayat şartlarının çok zorlaması ve bir şekilde hayatta kalma içgüdüsüyle de benzer bir irade kazanılabilir.

 

İkinci neden: Belli şeyleri öğrenme ve anlamada, yani bir eğitim esnasında; işin doğası gereği o kişinin şimdiki bildiklerine ve anladıklarına göre daha ileri seviyede bilgiler aktarılacaktır. Yine işin doğası gereği bir eğitim esnasında öğrenecek kişi öğretecek kişiye karşı alıcı bir pozisyonda olmalıdır. Yani zihinsel veya içsel dünyasının alıcı faktörlerini çalıştırmalıdır.

 

Bir matematik dersinde matematik hocası bir şeyler anlatırken öğrenci “Hoca bu konuyu yanlış aktardı, burayı böyle değil de şöyle aktarsaydı daha iyi olurdu.” gibi herhangi bir açıdan hocasını eleştirirse öğrenmesi sekteye uğrar. Sonuçta size göre belli bir açıdan daha yüksek olan birisinden size göre daha yüksek olan bir anlayış ve ilmi almanız gerekiyorsa orada alıcı ve dinleyici olmalısınız. Bu konumdayken soru sormanız bile, hatta soru sormasanız da içinizden o dersi ve o derste söylenenleri eleştirir bir tarzda yaklaşmanız bile alışınızı zayıflatır, eksiltir ve farklı derecelerde engeller. Bu genel olarak böyle olduğu gibi, Hz. Musa (as) ve Hz. Hızır kıssasındaki gibi hassas ve özel durumlarda da böyledir. Kıssada geçen şekliyle, kendisinden bir şeyler öğrenilen kişi açıklamadan o şeyin hikmetini sormaya kalkmak bile o ilim kaynağıyla irtibatı kesmiştir. Her durumda o kesilme yine bu kadar hızlı olmayabilir ama sonuçta daha yavaş alıcı olursunuz, daha az öğrenirsiniz.

 

Üçüncü neden: Kişinin mizacına tam ters olan eğitimlerde itaat etmekten başka bir şans yoktur. Örneğin kişi zihinsel bir mizaca sahiptir. Okumak, öğrenmek, öğretmek, kendi başına iken daha içten ve daha iyi dua etmek gibi konulara meyillisinizdir de sosyal anlamda atak olmak, koşturmak veya bir insanla gerçekten ilgilenmek gibi konulara hiç meyliniz yoktur. Yahut tam tersi, sosyal aktivitelere meyillisinizdir de bir köşede oturup yalnız başınıza bir şey okumaya meyliniz yoktur. Meyliniz olmayan konuları ancak ve ancak itiraz edemeden, itiraz etme hakkınız olmadan, öyle bir alternatifi düşünmeden itaat ederseniz öğrenebilirsiniz ve ancak böyle gerçekleştirebilirsiniz.

 

İlk iki neden, kişisel terakkinin tüm yönleri açısından hayati öneme sahiptir. Üçüncü neden ise terakkinin bazı yönleri adına hayatidir.

 

Bu manada bizim klasik literatürümüzde ölünün ölü yıkayıcı karşısında itiraz etmeksizin teslim olması manasında gassal elinde meyyit gibi olmak, Hinduizm, Budizm literatürlerinde suyun üzerinde yüzen bir yaprak veya odun parçası gibi olmak gibi örnekler de verilir.

 

Ancak yanlış anlaşılmasın. Bu itaat ve teslimiyet Allah ve Resulü (sav) dışında hiç kimseye karşı maddi ve manevi hayatımızı, dünya ve ahiretimizi tamamen kapsayacak bir şekilde olmak zorunda değildir. Bu bağlamda kültürümüze ve tasavvufi diyebileceğimiz eğitim anlayışımıza insanların şeyhine karşı hiç itiraz etmeden her söylediklerini kabul etmeleri gerektiği tarzında bir anlayış yerleşmiştir. Yukarıda anlatılan hususlar kapsamında bu anlayışın bir hakikat payı vardır.

 

Diğer taraftan, bir insanın sevdiği, saygı gösterdiği veya şeyh/mürşit olarak kabullendiği kişiye karşı tutumunun, yani ondan gelen her şeyi kabul etmeye dair tutumunun makul olduğu bir yöne dikkat çekmiş olduk.

 

Bunun makul olduğu bir yön daha var, o da şudur: Örneğin bir insan Mevlana’nın Mesnevi’sinden, İmam Rabbani’nin Mektubat’ından, Gazali’nin İhya’sından, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’larından ilme, tasavvufa veya imana dair bir şeyler öğrenmeye karar verse, bu konularda pek bilgisi de olmasa, okuduğu zatları da kendilerinden bir şeyler öğrenilebilir, kendilerinden istifade edilmesi gereken önemli zatlar olarak görüyorsa, okuduğu yazılara karşı “Burasını neden böyle yazmış? Bunu nasıl olur da böyle söyler? Bu konuda böyle düşünülür mü?” gibi eleştirilere tabi tutmaya çalışırsa, o kişilerden elde edebileceği istifadeyi azaltır, alması gerekenleri o kadar da hızlı alamaz, hatta bazen eleştirinin gücüne ve seviyesine göre hiçbir şey alamaz.

 

Bu alamama veya istifade edememe durumu sadece bu zatlarla ilgili metafizik bir arka planı olan bir engellenmeden çok gayet dünyevi nedenlere dayanan bir olgudur. Mesela aynı kişi yeni bir matematik kurmak ya da yeni bir bilgisayar programlama dili geliştirmek istese, öncelikle mevcut matematiği ve mevcut programlama dillerini iyice öğrenmeli, sindirmeli ve kendine mâl etmelidir. Aynı şekilde Gazali’yi, Mevlana’yı, Bediüzzaman’ı aşacak kadar kapasitesi olan birisi de yine sıcak çöl kumunun suyu emmesi; gibi ilgili zatların fikirlerini tartışmadan, problem çıkarmadan, kendini istifadeye (yani almaya) tam açarak öğrenmeye çalışmalıdır. Çünkü bir şeyleri veya birilerini aşmanın (ya da adı geçen zatlara tam ve hakiki manada talebe olabilmenin ve eserlerini en güzel şekilde değerlendirmenin) yolu, ilk şartı budur. Yani itirazsız, sorgusuz, eleştirisiz, “Demek bu konu böyleymiş?” diyerek okumak ve en azından bir süre böyle devam etmek çok önemlidir.

 

Elbette fizik, tıp, bilgisayar programlama, dini ilimler gibi herhangi bir konuyu ilk defa öğrenirken insanın aklına çeşitli sorular gelecektir. İlk etapta bu soruları zihnin belli bir köşesine kaydedip öğrenme sürecini kesintiye uğratmamak çok önemlidir.

 

Örneğin, yazı yazmak isteyenlere creative writing (yaratıcı yazma) tekniği veya Türkçede geçtiği haliyle serbest ve yaratıcı yazma tekniği olarak adlandırılan bir teknik tavsiye edilir. Buna göre bir yazı yazarken doğal, sade, düşüncenin akışını bozmadan, olduğu gibi yazmak önemlidir. Bir yandan yazarken aynı anda diğer yandan cümlelerin gramer kurallarına uygunluğu, imla kuralları ve noktalama işaretlerine dikkat etme gibi davranışlar sergilenmemesi gerekir. Kısacası aynı anda hem yazarlık hem eleştirmenlik hem de editörlük yapılmaması gerekir. Böyle bir davranış düşünce akışını bozacaktır. Düşünce akışını bozmadan, olduğu gibi yazmak ise duygu ve düşünceleri daha etkili ve amacına daha uygun anlatmış olmayı sağlayacaktır. Çünkü editörlük veya eleştiri zihnin farklı noktalarıyla kontrol edilir ve gerçekleştirilir. Yazmak da zihnin farklı bir noktasıyla gerçekleştirilir. İkisini aynı anda yaparsanız kendinizi ciddi ölçüde yavaşlatmış ve yazdığınız şeye zarar vermiş olursunuz. Dolayısıyla en ideal yazma yazıp geçme tarzında yazmadır. Editörlük ve metin eleştirisi ise ancak yazdıktan sonra gerçekleştirilmelidir.

 

Bu örneğin konumuzla ilgili yönüne gelince: İnsan, öğrenirken ve anlamaya çalışırken farklı merkezleri kullanır. Değerlendirirken, kritik ederken, seçerken de farklı merkezleri kullanır. Başka hiçbir şey olmasa bile yani bu tip psikolojik kuralları bir kenara koysak bile insan zihninin düz ve rahat çalışması için kişi, öğrenme sürecinde itiraz etme hatta soru sorma güdüsünü durdurabilmelidir. Bu nedenle zaten belli bir seviyeyi yakalamış insanlara soru sormaları yasaklanmıştır. Bizzat Efendimiz (sav) yakın ashabına soru sormayı yasakladığı için Enes bin Malik (ra) “Soru sormak bize yasaklanmıştı, akıllı bir bedevinin gelip soru sorması ve Hz. Peygamber’in ona vereceği cevapları dinlememiz bizi memnun ederdi.” demiştir.1

 

Önemli bir hatırlatma: Yukarıda bahsedilen itaat meselesi ancak reel bir şahsın karşısında olabilir. Yani siz bizzat yaşayan, halen hayatta olan bir zata karşı itaat edebilir ve bu şekilde itaatinizin neticesi olarak iradenizi kullanmayı öğrenebilirsiniz. Hayatta olmayan zatlar için bu itaat meselesi geçerli değildir. Örneğin Bediüzzaman gibi biyolojik olarak vefat etmiş bir zatın eserlerini okuyarak "Ben bu zata tamamen itaat edeceğim." denilmez. Sadece kendisinden  ilim açısından istifade etmiş olursunuz. Başkasına itaat ederek kişinin kendi iradesinin gelişimi ve içindeki firavuniyetin bazı yönlerinin ölmesi ancak reel ve hayatta olan bir şahsın karşısında, onun reel emirlerine, reel isteklerine karşı olabilir.

Muhataba Zihinsel Olarak Verilen Rolün Önemi
 

Konuyla ilgili olarak Bediüzzaman Said Nursi'nin Kastamonu Lahikası isimli eserinde “Ehemmiyetlidir” notuyla yer alan çok önemli bir metin vardır. Metni aynen aktarıyoruz:
 

Ehemmiyetlidir!
 

[Risale-i Nur talebelerinden bir kısım kardeşlerimin, benim haddimin çok fevkinde hüsn-ü zanlarını ve ifratlarını tadil etmek (dengelemek) için ihtar edilen bir muhaveredir (karşılıklı konuşmadır.]
 

Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum.
 

O merhum kardeşim, evliya-i azimeden olan Hazret-i Ziyaeddin’nin (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane (aşırıya kaçacak derecede) muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki:

"Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu (ilimleri) biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam (zamanın en büyük mürşidi) gibi her şeye ıttılâı var." Beni onunla raptetmek (bağlamak) için çok harika makamlarını beyan etti.

 

Ben de o kardeşime dedim ki: "Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim (yenebilirim, susturabilirim). Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin. Yani o ünvanla bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur (ortadan kalkar) veyahut dörtten birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddi severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana halis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin. (Haşiye: Çünkü sen, muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiyatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakikî makamının fiyatına en büyük muhabbet de ucuzdur.")

 

Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için, benim nokta-i nazarımı (bakış açımı) kabul edip takdir etti.

 

Ey Risale-i Nur’un kıymettar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakar kardeşlerim,

 

Şahsiyetim itibarıyla sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez; fakat sizin gibi hakikatbin (hakikate aşina) zatlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusuratla âlûde mahiyetim görünse, bana acıyacaksınız. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız.

 

Ben size nispeten kardeşim; mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârâne dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var.”(2)

 

Bediüzzaman yukarıdaki metinde verdiği örnekle bu konuyu son derece güzel bir biçimde izah ediyor. Yukarıdaki metindeki noktaların haricinde bir mesele daha var ki bu da muhataba zihinlerde verilen roldür.

 

Şöyle ki: Gerçekten hayatta olan ve bizzat görüşülebilen kişiler dışındaki insanları böyle görmek ve onlara karşı böyle bir bakış açısı geliştirmek pek verimli değildir. Yine de Bediüzzaman gibi zatlara; her söylediğine, her zaman ve her durumda, her şekilde uyulması gereken bir şeyh, bir imam, bir üstat nazarıyla bakabilirsiniz. Bediüzzaman’a zihninizde verdiğiniz rol bu olunca onun eleştirilmesi insana çok tuhaf gelecektir. Fakat bu durumda bir alim, bir öğretmen, ilim üreten ve yayan birisi olarak Bediüzzaman‘dan istifade edememiş olursunuz.

 

Bunun benzeri başka örnekleri de görebiliriz. İmam-ı Azam Ebu Hanife gibi bir dehayı, dönemin ulemasının kendisine “İmam-ı Azam” yani en büyük imam dediği imamı ele alalım. İmam-ı Azam mutlak müçtehittir, büyük bir alimdir. Meşhur hadis alimi Hüreybi’nin belki biraz mübalağa ile ama ciddi bir vefa borcunu hatırlatması açısından dediği gibi “İslam ümmetine namazlarında Ebu Hanife’ye dua etmesi vaciptir..”(3) Böyle bir imamdır Ebu Hanife. Bir de Ebu Hanife’nin bir ders halkası vardır. Bu ders halkasında farklı seviyelerde yüzlerce öğrenci ders görmüş, oradan aldıkları ilimleri farklı coğrafyalara taşımışlardır. Fakat bu öğrenciler içinde İmam’ın kendi tabiriyle “Bu ashabımız 36 kişidir. 28’i davalara bakmaya, 6’sı fetva vermeye, (İmam Züfer ve Ebû Yusuf’u kastederek) 2’si kadı ve müftü yetiştirmeye, ehildir.” dediği özel talebeleri de vardır. Bu talebelerin ortak özellikleri, özellikle de içlerinden ikisinin (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) en önemli özellikleri, o ders halkasında anlatılan meseleleri itirazsız, eleştirisiz tam öğrendikten ve benimsedikten sonra İmam-ı Azam’a muhalefet edebilmeleri, onun bazı görüşlerine karşı çıkabilmeleridir. Ancak bu talebeler İmam-ı Azam’a hakiki varis olmuşlar, yani onun misyonunu hakiki manasıyla devam ettirebilmişlerdir. Hatta Hanefi mezhebinin sonraki alimleri İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam-ı Azam’ın farklı görüşlerinden hangisine, hangi şartlarda uyulacağı konusunu kendi aralarında tartışmışlardır. Buna göre İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed bir konuda birleşerek Ebu Hanife’ye muhalefet etmişlerse konuya bakılır, eğer bu konu zamanın ve şartların değişmesinden kaynaklanan bir mesele ise Ebu Hanife’nin değil İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşünün esas alınacağı kabul edilir. Bu iki talebe bu kadar önemlidir. İmam-ı Azam’ın da bazı fetvalarından bu iki talebesinin görüşlerine katılarak rücu ettiği bilinmektedir. Şehir içindeki hapishanelerde teyemmümle namaz kılma, hibe ve kabz konusunda şahitlik, hayvan kiralamada akde aykırı hareket etme gibi pek çok fıkhî konuda bu büyük imam, önceleri talebeleri olan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’den ayrı düşünürken daha sonra onların görüşleriyle aynı noktaya gelmiştir.(4)

 

Bu nedenle İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, İmam-ı Azam’ın ilim oluşturma, üretme faaliyetinde hakiki talebeleri olabilmiş, diğerleri ise (İmam’ın bahsettiği 36 öğrenciyi hariç tutarsak) o seviyeyi yakalayamamışlardır. Elbette İmam-ı Azam’ı bir şeyh gibi benimseyen, onu sadece dinleyen ve sadece ezberleyen insanlar olmuştur. Hatta İmam’a karşı diğer öğrencilerin bazı itirazlarını tuhaf karşılayanlar da olmuştur. Fakat tekrar edelim ki bu kişiler, İmam-ı Azam’ın hakiki talebeleri olamamışlardır.

 

Çünkü bir insanın şeyhe karşı tavrı başka olmalıdır, öğretmene karşı başka, yöneticiye karşı tavrı başka olmalıdır.

 

Şeyhe, şeyh-mürit ilişkisinde kişisel terakki çerçevesinde hiç itiraz edilmez, edilmemelidir. Hatta şeyhten kalben şüphe bile edilmemelidir. Nasıl ki bir insan kendi karısına veya kocasına sık sık bakıp “Acaba daha iyisini bulabilir miydim?” diye düşünüp durmamalıdır ve bu değerlendirme, böyle bir sorgulama bir cins ihanet sayılır. Bir defa sevdikten ve tercih ettikten, karar verip evlendikten sonra bir insanın eşini (çok önemli istisnalar dışında) tekrar tekrar değerlendirmemesi beklenir. Hatta eşine karşı “Ben sokakta, çevremde gördüğüm kadınlara bakıyorum ve sonra düşünüyorum ki içlerinde en güzeli sensin.” demek bile bir cins ihanettir. Bunun gibi, bir şeyh karşısında müridin ‘Şeyhim acaba diğer şeyhlerden daha iyi mi değil mi?” şeklinde düşünmesi de bir cins ihanettir ve müritliğe manidir.

 

Yöneticilikte ise bir insan ilgili konuda ve istişare çerçevesinde kendi fikrini söyler, söylemelidir. Fakat yönetici bu bireysel fikri kabul etmez, başka bir şey emrederse buna itaat etmelidir.

 

Komutana karşı ise kişi itiraz bile etmemeli, komutanın fikrinin yanlış olduğunu düşünse de emre itaat etmelidir. Hatta kendisine verilen emrin dışına çıksa ve kendi görüşüyle yaptığı iş başarıya ulaşsa dahi kişi emre itaatsizlikten ceza alacaktır.

 

Bir öğrencinin ise bir mevzuda hocasına farklı konularda itiraz etmesi, kendi fikrini savunması ve ikna olmazsa da kendi fikrine sahip olmaya devam etmesi gerekir. Aksi hâlde o öğrenci hakikate saygısızlık etmiş olur.

 

Biz Müslümanların, topyekûn İslam aleminin, alimlerimizi aynı anda şeyh olarak düşünmek gibi bir zahmetimiz vardır. Bu nedenle de birkaç adım sonra gerek İmam-ı Azam gerek İmam Gazali gerek İmam Rabbani gerek Bediüzzaman’ın söyledikleri; artık üzerine çalışılmaz, genişletilmez, şerh edilmez, eksikleri tamamlanmaz, ekleme yapılmaz olarak görülmüştür. Bu nedenle de bu zatların ürettikleri ilimler yeniden üretilemez hale gelmiştir. Meselenin ilmî yönündeki bu tamamlanamayan noktalar da zamanla çeşitli noktalarda az veya çok zarar vermeye başlamıştır.
 

Mesela Risale-i Nurlar telif edilmeye başlandığı 20. yüzyılın başlarından bu yana insanların imanına çok büyük katkıda bulunmuştur. İman ve Kur’an hakikatlerinin üzerine insanların nazarında yüzyıllardır sinen tozu toprağı temizlemiş, bakış açılarını tazelemiş, insanların duygusal ve zihinsel merkezlerini o mecraya doğru yeniden kanalize edebilmiştir. Risale-i Nurlar hâlen bu özelliğini kaybetmiş değildir. Böyle bir iddiadan Allah’a sığınırız. Ancak şu da bir gerçektir ki; değişen şartlar, insanların iman ve Kur’an hakikatleri adına takıldığı noktaların farklılaşması ve çeşitlenmesi ve benzeri nedenlerden dolayı bu eserler insanlar üzerinde önceki dönemlerdeki kadar etkileyici olmayabilmektedir. Bu durum devam ederse eserlerin tesiri yıldan yıla azalmaya da devam edecektir. Oysa Risale-i Nurların verdiği eğitim yeni gelişen şartlara, sorulara ve sorunlara karşı yeni stratejiler ve mantık örgüleri geliştirmeyi de kapsamaktadır. Yani Risalelerde hem muhataplarını eğitecek hem de o konuda öğretmen olacak insanları eğitecek potansiyel de vardır.

 

Bediüzzaman da kendi talebelerine “Sizin vazifeniz devam ediyor.” demiş, özelde o talebelerine, genelde Risalelerden tam ve hakiki ders alanlara şerh ve izahın yanında "tekmil" ile de görevli olduklarını açıkça söylemiştir.(5) Ki tekmil “tamamlama” demektir. Buna binaen gerek telif edilmeyen kısımların telifi gerekse eksik bırakılan yerlerin tamamlanması gibi açıkça verdiği veya bir çeşit vasiyet ettiği görevler olduğu gibi, kendi ifadesiyle tahkik mesleği olan Risalelerin o işaret edilen tahkik ile tahkik edilmesi sonucu tam ders alanların eksik gördüğü yerleri tamamlaması da haricen öngörülebilir bir şeydir.

 

Ancak Bediüzzaman’a daha çok bir şeyh nazarıyla bakıldığı, eserlerindeki hakikatlere “ilim” gözüyle bakılmadığı ve o nazarla değerlendirilmediği için yazılanların çoğunlukla nakledilmesiyle yetinilmiştir. Bu nedenle de Risale-i Nurlardan gerçekten istifade etmiş, o eserlerin hakiki bir talebesi çıkıp da “Burada böyle söylenilmiş ancak bu söylenenler bugünün şartlarında yeterli gelmiyor. Şurada ise şöyle bir eksiklik var denilebilir. Şu kısımda da zayıf bir hadis kullanılmış ancak şu hadis kullanılsa daha iyi olurdu.” gibi söylemlerde bulununca duygusal tepkilerle karşılaşabilmektedir. Bu duygusal reaksiyonlar da bu eserlerden doğru bir şekilde istifadenin önündeki önemli engellerden birisidir. Halbuki o eserlere gerçek varis olma; o ilmi, o ilmin öngördüğü mantık ve dil örgüsünü değişen şartlara da uyarlayabilmek, gerektiğinde yeni şeyler söyleyebilmek hatta tabiri caizse iman ilminde, fıkıhta olduğu gibi içtihadı devam ettirebilmektir.

 

Yine Hanefi mezhebi için de benzer bir durum söz konusudur. İmam-ı Azam’ın yaşadığı dönem olan Hicri 2. yüzyılda insanlar arasında henüz müçtehit bir imamı taklit etmek olgusu başlamamıştır. İnsanlar dini konularda bilgisine güvendiği kişilere kendi özel sorunuyla ilgili sorular sorup ona göre amel etmektedir. İçtihat kapısı ardına kadar açıktır. Fıkıh ekolleri de yeni yeni oluşmaktadır. Bu atmosferde İmam-ı Azam’ın öğrencilerinin bizzat hocalarına, hatta İmam Züfer, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed gibi önde gelen talebelere muhalif içtihatlarda bulundukları da bilinmektedir. İmam-ı Azam, kendi sistemini kurmuş, yöntemini öğretmiş ve talebeleri de o sistem ve yöntem içerisinde gerektiğinde hocalarına da muhalefet ederek sistemin işleyişini devam ettirmişlerdir. Bu da sadece fıkıh alanında değil, adına sonradan "kelam" denilecek iman ve Kur’an hakikatlerini anlama ve yorumlamadaki birikimleri alanında da olmuştur. Bu bağlamda Hanefi mezhebi salt bir fıkıh ekolü değil aynı zamanda iman ve Kur’an hakikatlerinin anlaşılıp yorumlanmasında da önemli bir okuldur. İmam-ı Azam’ın talebeleri bu konuda da hocalarının ilmini Orta Asya’ya kadar götürmüşlerdir. Böylece Hanefi ekolü daha verimli, reel hayatın içinde daha yaşanabilir bir hâle gelmiştir.

 

Ancak zamanla içtihat kapısı neredeyse kapanmıştır. Hicri 3. Yüzyılın ortalarına kadar içtihat, yani geniş anlamıyla nasların anlaşılması, yorumlanması ve uygulanmasında sürekli bir gelişim ve yenilik demek olan içtihat konusunda hiçbir kısıtlama yoktur. 3. Yüzyılın ortalarından sonra içtihadın bu geniş anlamı daralmış, mevcut birikimin yorumlanması ve uygulanmasıyla yetinilmiştir. Çünkü sadece önceki dönem müçtehitlerin içtihat etme yetkisinin bulunduğu, sonraki gelenlerin içtihat edemeyecekleri gibi tuhaf bir anlayış yaygınlaşmış ve yerleşmiştir. Hatta bu anlayış kısa sürede, 4. Yüzyılın başlarından itibaren genel bir kabule dönüşmüştür ve artık bu dönemden sonra ulemanın fonksiyonu, önceki ulemanın görüşlerini yorumlamaktan, şerh etmekten ve nakletmekten ibaret bir hâle gelmiştir. İçtihat kapısının kapanması da zaten bunu ifade eder.
 

Sonuç olarak; zihnimizde şeyh, imam (yönetici), hoca gibi roller biçtiğimiz zatlara karşı mutlak itaatin veya onların söyleyip yazdıklarını aynen kabul etmenin ne zaman gerekip ne zaman gerekmeyeceği meselesinde o zatlara zihnimizde verdiğimiz rollerin belirleyiciliği önemlidir. Şeyh olarak gördüğümüz, aramızda öyle bir ilişki bulunan zata karşı farklı; kendisinden ilim öğrenmeyi planladığımız zata karşı farklı bir tutum sahibi olmak en doğrusudur.


Kur’an’la muhatap olma sadece anlamını bilmeden yüzünden okuma, meal ve tefsirlerle olmaz. İnsanlar Arapça bilmeyince ve bu nedenle asli kaynakla (Kur’an ve hadislerle) muhatap olmayınca asli kaynakla bağları da neredeyse hiç kurulamamış oluyor. Evet, konuşma Arapçası gerekmese bile hiç olmazsa “Kur’an Arapçası” olarak bilinen Arapçayı az bir gayretle öğrenmek mümkün. Böylece ayetler ve hadisler önemli ölçüde asli kaynaklarından okunmuş, öğrenilmiş olacaktır. Çeviri, tefsir, yorum gibi faaliyetler genelde akademik faaliyetler zannedilir ve bu işler ilahiyatçılardan beklenir. Ancak bir insanın Kur’an’ı, tanıyıp ona aşina olabilmesi için bir parça da olsa metnin bizzat kendisiyle doğrudan bağ kurması gerekir. Bu bağ doğal olarak dil üzerinden kurulacaktır. Bunun yanında en azından hangi konuların nerede geçtiğini bilecek kadar bir okuma da gereklidir. Ancak bu olmayınca, yani Müslümanların çoğunun dinin orijinal kaynaklarıyla bağı sıfıra yakın olduğu için bu insanlar tanıyıp benimsedikleri, ailelerinden veya çevrelerinden görüp bildikleri bir hocayı, bir şeyhi veya tarikati-cemaati, bir alimi farkında olmadan ve adını da öyle koymayarak dinin esas kaynağı olarak görmüş oluyor. Böyle olunca da kendileri bizzat böyle bir iddia da bulunmasalar da, hatta duysalar “Estağfirullah!” diyecek olsalar da pratik açıdan o zatı bir cins peygamber gibi görmüş oluyorlar. Dolayısıyla dini kendilerinden öğrendikleri zata karşı en ufak bir sözü aşırı duygusal bir tepkiyle karşılıyorlar.

 

Örneğin kendi dinini Nakşibendi geleneği içinde öğrenmiş, İmam Rabbani (ra) Hazretlerine ve eserlerine ciddi muhabbet besleyen bir insan İmam Rabbani’nin, Hz. Yakup’un (as) oğlu Hz. Yusuf’a (as) karşı muhabbetiyle ilgili sorulan soruya verilen cevabı bilir ve bu cevabı benimsemiştir. Bu cevabın dışındaki yorumlar ona göre ya hatalıdır ya da ikincil derecede cevaplardır. Bu nedenle bu kişi örneğin Bediüzzaman’ın, İmam Rabbani’nin bu cevabına karşı “Ey Üstad! O tekellüflü bir tevildir. Hakikat şu olmak gerektir ki: O, muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir”(6) şeklindeki cevabını görünce “İmam Rabbani gibi bir zat hakkında böyle uygunsuz sözler söyleyen bir insanın kitaplarını okumam.” gibi duygusal, gereksiz ve sadece o eserlerden istifade edememe sonucunu doğuracak bir tepki gösterebilir. Hatta bunun gibi yaşanmış örneklere rastlamak da mümkündür.

 

Aynı şekilde vahdet-i vücut nazariyesini benimsemiş ve Muhyiddin Arabi’ye karşı ciddi muhabbet besleyen birisi de İmam Rabbani’nin (ra), Muhyiddin-i Arabi’ye (ra) karşı eleştirilerini görse, okusa benzer bir reaksiyonu gösterebilir ve böylece İmam Rabbani’den istifade edemez.

 

Yine Bediüzzaman’a (ra) ve eserlerine karşı ciddi muhabbet besleyen, imanını o eserlerle takviye eden birisi de bir başkasının “Şu risalenin şu kısmındaki hadis aslında sahih değildir. Her ne kadar o hadisin sahih olmaması anlatılan konuya bir zarar vermese de bu da bilinmelidir. Ayrıca şu bölümdeki mantık önermeleri içinde bir iki tanesi mantıken biraz zayıftır, o konu başka yerde daha iyi açıklanmıştır veya şu şekilde açıklansa daha iyi olurdu.” gibi sözlerini duysa “Sen Bediüzzaman’dan daha mı iyi biliyorsun? Bediüzzaman’ı eleştirmek kim sen kim?” gibi konunun ve söylenen sözlerin aslıyla hiç ilgisi olmayan negatif duygusal bir reaksiyon gösterebilir.

 

Bu gibi tepkilerin temelindeki iki esaslı sorunun birincisi; bu insanların İmam Rabbani’yi, Muhyiddin Arabi’yi veya Bedizzaman’ı sadece bir şeyh olarak görmeleri, ikincisi de dinin tek kaynağı olarak o zatları bilmeleri, dinle ilgili bütün bağlarını o zatlar üzerinden kurmaları, bütün algılarını ve bilgilerini o zatlardan almalarıdır.

 

Böyle olunca da insanların sevdikleri alimleri eleştirilmez, asla yanlış yapmaz kimseler olarak görmeleri bir dereceye kadar normaldir. Çünkü din, bu zatlardan öğrenilmiştir. Böylece o zatlar ne söylerse dinmiş gibi anlaşılacaktır. Bu sonuncu anlayış da aslında oldukça dramatiktir. Çünkü böyle bir bakış farklı dengesizlikleri de beraberinde getirir ve hatta o kişilerin kendi hayatlarında ciddi anlamda bereket kesilmesine de yol açar.

 

Bakış Açıları ve Doğru Açı

 

Bediüzzaman’ın, kardeşi Molla Abdullah’ın, şeyhi Ziyaeddin Efendi hakkındaki aşırı hüsn-ü zannını dengelemek için söylediği şu sözlerine özellikle dikkat etmelidir:

 

Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim.”

 

Yani muhabbetinizde aşırıya kaçtığınız (bu aşırılık sizin için bir dereceye kadar normal olsa da) zatların ilminin fevkinde ilim sahibi olanlar her zaman var olabilir, vardır ve olması da doğaldır. Demek ki o zatlar kainattaki bütün ilimleri her şeyiyle, bütün ayrıntılarıyla ve tam anlamıyla bilmiyordurlar ve bu normaldir. Sonuçta “Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.”(7) Bu da son derece normaldir. Çünkü bir alim, her konuda uzman olamaz ve olmak zorunda da değildir.

 

Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin. Yani o unvanla bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtten birisine iner.”

 

Yani muhabbetinizde aşırıya kaçtığınız zatları hakiki anlamda seviyor olmayabilirsiniz. Çünkü sevdiğiniz zatları neredeyse her zaman onların bir unvanına binaen seversiniz. Zihninizde oluşturduğunuz o unvan “büyük alim”, “zamanın kutbu”, “müceddit” gibi unvanlar da olabilir. O halde sizin sevginiz o zatlara değil onların unvanlarınadır. O unvanlar olmasa, mesela gayb perdesi açılsa ve o zatların kutup, müceddit gibi sıfatlara haiz olmadıklarını görseniz, o zatlar sizin gözünüzde sıradan insanlar veya hocalar olarak kalacaktır. Bu durumda sizin sevginiz en azından şüpheli veya kayıtlı, şartlı bir sevgidir. Bu da hakiki sevgi olamaz. Ancak sizin zihninizde kurguladığınız, kendi kendinize resmettiğiniz hayali bir karaktere olan hayali sevginizi ifade eder.

 

Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.”

 

Yani sevdiğiniz zatlar sevilmeyecek zatlar değildir. Bilakis onlar, sevgiye ve saygıya elbette gerçek anlamıyla layık zatlardır. Ancak bu muhabbetin asıl nedeni; onların, Allah Rasulü’nün sünnetine tâbî bir şekilde, iman ve Kur’an hakikatlerini anlama ve yaşamada Müminler için etkili ve önemli birer rehber olma özellikleri olmalıdır. Asıl sevilmesi gereken yönleri budur. Onların şahsi makamları, manevi unvanları değildir.

 

Sen, muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiyatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakikî makamının fiyatına en büyük muhabbet de ucuzdur.”

 

Yani siz kendinize ait muhabbet duygusunu şeyh, müceddit, büyük alim, kutup oldukları için sevdiğiniz zatlara çok pahalıya satıyorsunuz. Sizin muhabbetiniz eğer 10 lira ediyorsa onlara verdiğiniz makamların (yani sizin sevme nedenleriniz olan unvanların) ederi belki 1000 liradır. Halbuki onların hakiki makamları yani gerçek özellikleri olan Allah Rasulü’nün sünnetine tabi bir şekilde İslam’ı anlama ve yaşamada Müminlere rehber olma özellikleri karşısında sizin muhabbetiniz değil sizin gibi yüz binlerin muhabbetleri dahi ucuz kalacaktır.

 

Bediüzzaman bu bakış açısını gösterdikten sonra kendi zatına karşı ziyade hüsn-ü zan eden talebelerine karşı şu uyarıda bulunur:

 

“Şahsiyetim itibarıyla sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez; fakat sizin gibi hakikatbîn zâtlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusuratla âlûde mahiyetim görünse, bana acıyacaksınız. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız.”

 

Özelde Bediüzzaman’a, genelde ise herhangi bir alime karşı fazlasıyla hüsn-ü zan insana pek zarar vermeyebilir. Her ne kadar fazla hüsn-ü zan ve aşırı muhabbet o zatlardan hakiki anlamda istifadenin önünde bir engel olsa da bu durum bir cins kârdan zarar sayılabilir ve insanları ahiretleri adına ekstra bir yükün altına sokmayabilir. Hatta Bediüzzaman’ın ve benzeri zatların kendi nefislerini yerden yere vurmalarına karşı bir insan bu kişisel nefis muhasebelerini "kişiseldir" deyip görmezden de gelebilir. Ancak hakikatbin olmak, yani hakikati esas alıp ona odaklanmak, karşıdaki zatın şahsiyetine değil vazifesine bakmayı gerektirir. Önemli olan o zatın Kur’an ve sünnet ekseninde gerçekleştirdiği vazifedir. O zatın şahsiyeti, kişisel manevi makamı ve bu noktadaki unvanları çok daha az önemlidir.

 

Dolayısıyla Bediüzzaman bu metinde “Ben size nispeten kardeşim; mürşitlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım.” derken sıradan bir tevazu göstergesinde bulunmuyor, bilakis kendisini seven ve sayan insanların kendisine olan bakış açılarını dengelemeye ve tamir etmeye çalışıyor diyebiliriz. Hatta bu bağlamda “Bediüzzaman burada tevazu ediyor.” demek o zatı bir cins yalancılıkla suçlamak anlamına dahi gelebilir çünkü tevazu halk arasında öyle olmayan ama öyleymiş gibi ifade edilen bir kalıp şeklinde anlaşılmaktadır. Halbuki Bediüzzaman’ın sözleri açıktır ve “Tevazu yapıyor.” gibi bir basitlikle geçiştirilemeyecek kadar önemlidir.

 

Cenâb-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette taksimü’l-mesâi (işbölümü) kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.”

 

Burada da aynı dairede beraber gayret gösteren insanların birbirlerine karşı konumlarının “işbölümü” kavramıyla açıklanması son derece önemlidir. Nasıl ki bir devlet dairesinde genel müdürden hizmetliye kadar çeşitli iş kolları vardır ve herkesin yapacağı vazife bellidir. Genel müdür falan şahıs olmazsa filan şahıs olacaktır, çünkü o devlet dairesinde görülen işler, hizmetler bir şekilde devam edecektir. Aynı durum müdür yardımcısı, birim amirleri ve sıradan memurlar ve odacılar, hizmetliler için de geçerlidir.

 

Son tahlilde, Bediüzzaman’ın, Ziyaeddin Hazretlerine karşı önerdiği bakış açısı, bizim de sevdiğimiz ve saydığımız, kendilerinden istifade etmeye çalıştığımız zatlara karşı sahip olmamız gereken bakış açısı olmalıdır.

 

Aksi durumda dramatik sonuçlarla karşılaşılması kaçınılmaz olacaktır. Yanlış bir bakış açısıyla hayatın içindeki imtihanlara karşı daha kırılgan hale gelmek mümkündür. Örneğin, Bediüzzaman dahil kimse gaybı bildiğini iddia etmemiştir. Ancak o zatı gelecekten kesin haber veren birisi olarak gören birisi; Bediüzzaman’ın, kabrinin gizli kalmasıyla ilgili sözlerini de gelecekle ilgili verilen kesin bir haber olarak anlamıştır. Bediüzzaman bir yerde talebelerine kabrinin bir iki talebesinden başka kimsenin bilmemesi için gerekli önlemleri almaları konusunda vasiyette bulunur.(8) Bediüzzaman vefat ettikten sonra Şanlıurfa’da defnedilir ve kabri herkesçe bilinmektedir. 4 aya yakın bir süre (111 gün) bu şekilde kalır. Daha sonra ise naaşı şu anda halen herkesçe bilinmeyen bir yere götürülür ve defnedilir. Bediüzzaman’a karşı aşırı muhabbet ve hüsn-ü zan besleyen birisi de bu durum karşısında ciddi bir boşluğa düşer ve Bediüzzaman’ın gelecek hakkında verdiğini zannettiği haberin yanlış çıktığını düşünerek bütün hüsn-ü zannını yitirir. Bu ve benzeri örneklerden hareketle aşırı hüsn-ü zannın bu gibi zahmetlere ve dramatik sonuçlara neden olabileceğini görüyoruz.

u bölüme kadar değindiğimiz noktaların haricinde şöyle de bir konuya temas edebiliriz. Vefat eden büyük zatlar zaten vefat etmiştir. Onların geride bıraktıkları talebeleri, dostları, müritleri, halifeleri, vekilleri olabilmektedir. Hayatta olanlar da doğal olarak o zatlarla ilgili hatıralara ve bazı özel bilgilere sahiplerdir. Vefat eden zatın talebesi, müridi, halifesi veya vekili olanlar da birilerini yine talebe, vekil gibi sıfatlarla görevlendirebilmektedir. Bu durumda o zatın doğrudan talebesi veya vekili olan zatların hatıra veya bilgi olarak ve genellikle sözlü olarak aktardığı hatıralar ve bilgiler zamanla bir grup içerisinde ağızdan ağıza yayılırken eksik anlatımlar ve yanlış anlamalar gibi nedenlerle çeşitli versiyonlara dönüşebilmektedir. Ancak bu versiyonların her biri o vefat eden büyük zata atfedilebilmektedir. Böylece eksik veya yanlış aktarılan hatıralar ve bilgiler de aynı aşırı hüsn-ü zanna maruz kalabilmektedir. Bu da sisteme pek çok yanlışın ve arızanın girmesine yol açabilmektedir. Çünkü insanlarda genel olarak kritik etme, tahkik etme gibi kavramlar ve uygulamalar yoktur. İnsanlar, özellikle de kitle psikolojisi ile kendilerine aktarılan her şeyi aynıyla kabul etme ve benimseme eğilimindedir.

 

Mevlana’nın (ra) Mesnevi’sinde bazı uygunsuz örneklerin verildiğini herkes bilir ama neredeyse hiç kimse bu örneklere “Uygunsuzdur, hatalı olmuştur.” demez. Genellikle bu anlatımlar gizlenir veya görmezden gelinir. Sorulduğu zaman ise “zamanın şartları, muhatabın anlayış seviyesi” gibi zorlama yorumlara gidilir. Ancak herkesin bildiği gerçek şudur ki; Mevlana hazretlerinin o örnekleri kullanması uygun olmamıştır. O uygunsuzluk Mevlana hazretleri açısından mazur görülebilir. Belki o esnada bulunduğu kadronun durumu bunu gerektirmektedir. Belki muhataplarının dikkatini ancak bu şekilde çekebilmiştir. Hatta bu örnekleri kullandığı zaman içlerindeki Moğol ajanlarının “Bunlar o kadar da tehlikeli insanlar değil.” demelerine neden olmuştur ve o örnekleri bunu dedirtmek için kullanmıştır. Bunların hepsi mümkündür. Ama sonuçta imanî ve ilmî bir meselede böylesi örneklerin kullanılması bâtılı tasvir etmek demektir ve bu da zihinleri kirletecektir. Çünkü insan zihni anlatılan konularda anlamlarla örnekleri birbirine bağlayarak çalışır. Bu örnekleri okuyan ve aklında tutan birisi daha sonra benzer konudaki ayet ve hadisleri de okuyunca yine aynı bağlantıları kuracaktır. Zihin ve hafıza böyle çalışmaktadır çünkü.

 

Hakikat bu iken insanlara Mevlana'nın hata ettiğini söylemek imkansıza yakın derecede zordur. Çünkü “Mevlana hata etmiştir.” gibi bir cümlenin iki önemli sonucu olacaktır.

 

Birincisi; insanlar “Mevlana hata etmişse bizim şimdiki şeyhlerimizin, hocalarımızın da hataları olabilir.” diyeceklerdir ki bunu söylemek hiç kolay değildir.

 

İkincisi; yine insanlar “Mevlana hata etmişse onun öncesi olan İmam Gazali de, onun öncesi olan İmam-ı Azam da hata etmiş olabilir.” diyeceklerdir.

 

Böyle bir durumda insanlar “Madem bu zatlar da hata etmiş olabilir, o zaman onların söylediklerini bir daha kontrol edelim, kaynaklara bağlayalım, daha doğrusunu bulalım ve ifade edelim.” demek zorunda kalacaklardır.

 

Yine aynı insanlar “Madem bu zatlar hata etmiş olabilir, o halde bizim şimdiki bağlandığımız zatlar da bazen hata edebilir. O halde dikkatli ve kontrollü olalım.” demek zorunda kalacaklardır.

 

İnsanların çoğu bunu diyemeyeceklerdir çünkü bunu diyebilmek bazı yükleri yüklenmek olacaktır. Çünkü “Benim muhabbet ettiğim ve bağlandığım zatın bazı hataları olabilir.” diyebilmenin bir yolu, o zatın bildiği ilimleri biliyor olmaktır. Ayrıca bunu diyebildikten sonra o zatın bildiği ilimleri öğrenmek gerekecektir. Bu da insanlar için ciddi bir külfettir. Bu külfetten kaçınmak için o zatları ve o zatlara benzeyen diğer herkesi hatasız kabul etmek gerekecektir. Böylece daha kolay ve rahat bir çare bulduklarını zannedeceklerdir.

 

İnsanların böyle bir külfet altına girmeleri gerçekten de zordur. Mesela biliyoruz ki hadislerin bazıları sahih bazıları sahih değildir. Peki ama bu neye göre belirlenecektir? Belirlenecek bir yola dair mantıklı, güzel, verimli bir yöntem önerilmediği için insanların karşısına kabaca üç yol çıkıyor.

 

Birincisi; bütün hadisleri reddetmek. Ancak bu çelişkili bir tutumdur çünkü ortada siyer var. Siyerde yaşananları inkar etmeden hadisleri inkar ve reddetmek pek de mümkün değildir.

İkincisi; bütün hadisleri kabul etmek. Bu da çelişkilidir çünkü “uydurma hadis”, “zayıf hadis” gibi kavramların olduğu ve bunların tarihsel realiteler olduğu bir durumda bütün hadisleri olduğu gibi kabul etmek mümkün değildir.

 

Üçüncüsü; bir cins eyyamcılıktır. İşine gelen hadisleri kabul edip işine gelmeyen veya kişisel mantığına sığmayan hadisleri reddetmektir. Kendi ataerkil kültürü içinde yaşarken belli hadisleri kabul etme veya feminizm gibi bir akımın popülaritesine karşı yine belli hadisleri kabul edip bu popülariteyle uyuşmayacak belli hadisleri reddetme gibi bir durum ki buradaki çelişki de açıktır.

 

Bu üç yöntemin de problemli olduğu ortadadır.

 

Dördüncü yöntem ise, gerçek, yeni, verimli ve tutarlı bir hadis metodolojisi kurmaktır. Bu da zor olandır. İnsanların elinden böyle bir şey gelmediği için de hadislerin hepsini reddetmek, hepsini kabul etmek veya rastgele seçimler yapmak gibi yollara tevessül edilmektedir.

 

İşte! İnsanların kendi şeyhleri, üstatları veya alimler konusunda onların hata edebileceklerini hiç düşünmemelerinin, akıllarına bile getirmek istememelerinin en önemli nedenlerinden birisi de budur. Çünkü “Bu zatlar da hata yapabilir.” diyebilmenin maliyeti çok büyüktür. Önemli ve hassas bir hastalığa yakalanınca (Allah muhafaza buyursun) bir insan “Gideceğim doktor hata edebilir.” dedikten sonra bazı şartları yerine getirmelidir. Gidebileceği doktorlar hakkında bilgi sahibi olmalı, onları belirli kriterlere göre değerlendirip aralarında bir tercih yapmalıdır. Doktora gitmeden önce hastalıkla ilgili en azından temel konuları gerçek kaynaklarından öğrenmeli, doktorun bazı temel söylemlerini, teşhis ve önerilerini kontrol edebilmelidir. Ancak aynı insan “gideceğim doktor hata yapabilir” demiyorsa, böyle bir düşüncesi hiç yoksa, bu tip zorlu çabalara da girmeyecek, doktora tamamen güvenerek onun hata etmeyeceği hüsn-ü zannıyla kendisini doktora teslim edecektir. Sonunda da iyileşmeyi veya iyileşmemeyi sadece doktora bırakmış olacak, sonucuna da “kader” deyip katlanacak, iyileşirse de bir sürprizle karşılaşmışçasına şükredecektir.

Bu yazıda, Müslümanların ilim öğrenme yolculuklarında önlerine çıkan önemli engellerden birini ele almaya gayret ettik. Yüce Allah'tan bir kutup yıldızı gibi bize yol göstermiş olan kıymetli zatların mertebesini yüceltmesini, bizlerin de onlardan en verimli şekilde faydalanabilmemizi nasip etmesini dileriz.
 


1 ) Ahmed b. Ḥanbel, Müsned, 19/441 (No. 12457)
2 ) Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, s:58

3 ) İmam Zehebi, Menakıb-ı İmam Ebu Hanife, s: 78

4 ) Ayrıntılı bilgi için bkz: www.islamhukuku.com/Uploads/Sayilar/islam%20hukuku%20dergisi%2019545.pdf

(Ebu Hanife’nin İcihadlarındaki Değişim (Kaynaklar-Sebepler-Analiz) Soner Duman, s: 441-465

5 ) Kastamonu Lahikası, 35. Mektup
6 ) Mektubat, 8. Mektup

7 ) Yusuf, 76

8 ) Emirdağ Lahikası, 123. ve 126. Mektuplar