7 dk.
04 Ekim 2022
Dünyevi bilgi ve malumatın ebedî hayatımıza faydalı olması mümkün müdür? | 1. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Dünyevi bilgi ve malumatın ebedî hayatımıza faydalı olması mümkün müdür? | 1. Kısım

Soru: Bediüzzaman bir yerde doktor olan bir talebesine şöyle der: 

“...benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.”1

 

Buna göre dünyevi bilgi ve malumatın ebedî hayat adına nurlu ve ruhlu bir hale getirilmesinin yolu nedir? Ayrıca o bilgileri Marifetullah ve benzeri yüksek manalara hizmet ettirmek mümkün müdür?

 

Cevap: Öncelikle birkaç hususu açıklamak gerekiyor.

 

Bu metinlerde geçen “felsefe” kavramı sözlük anlamıyla “bilgi sevgisi” anlamına gelen felsefe veya Thales’ten, Sokrates’ten başlayıp Descartes’lara, Kant’lara uzanan bir tarihsel çizgideki felsefe anlamına gelmemektedir. İmam Gazali, İmam Rabbani, Bediüzzaman gibi alimler “felsefe” kavramını vahye direkt bağlı olmayan ilimler, düşünme, inceleme ve araştırma sonucunda elde edilen dünyevî her türlü bilgi anlamında kullanılmıştır. Bu yönüyle “felsefe” deyince (ki Bediüzzaman bu kavrama ‘fen’ terimini de ekler) dini bilgiler dışındaki fizik, kimya, biyoloji, astronomi, tıp, hukuk, psikoloji, coğrafya, tarih gibi tüm disiplinler anlaşılmalıdır. Pozitif bilimlerin yöntemsel olarak felsefeden ayrılmasından önce de Batıda “felsefe” denilince aynı şekilde metafizik ve fiziksel (maddi) bilimler aynı kümede değerlendirilirdi.

 

Nitekim Newton’un modern bilimin temellerini attığı söylenen kitabının adı da Philosophice Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematiksel Temelleri) adını taşır. Yani doğayla ilgili her türlü gözlem, deney ve araştırma henüz “doğa felsefesi” adı altında yapılmaktadır. Zamanla bilimsel yöntem oturunca ve yaygınlaşınca fizik, kimya, biyoloji, jeoloji gibi alanlar oluşmuş ve bunlar felsefe adı verilen büyük kütleden ayrılmışlar, kendi özgün isimlerini kazanmışlardır.

 

Gazali döneminde de ve o döneme kadar gelen süreç içinde de “felsefe” kavramı adeta bir paket halindedir ve içinde metafizik, teoloji, matematik, tıp, astronomi, mantık gibi ilimlerin hepsi vardır. Özellikle metafizik ve teoloji konularında doğanın ve evrenin metafiziksel temelleri, hayatın anlamı, yaratılış, Tanrı, kader, sonsuzluk gibi İslam akaidinin de temellerini teşkil eden konularda pek çok yorum yer almaktadır. Bunlar genel itibariyle İslam’a da aykırı söylemlerdir. Ancak bunun yanında aynı paketin içinde Gazali’nin nötr bir disiplin olarak gördüğü mantık da vardır, tıp, matematik, astronomi gibi Müslümanların da ilgilendiği ve insanlığın genel malı olan bilimler de vardır.

 

Dolayısıyla Risale-i Nurlarda veya İmam Gazali, İmam Rabbani gibi zatların kitaplarındaki “felsefe” kelimesini bu manada anlamalıyız. 

 

Aslında burada “bilim” kelimesini kullanmak da hatalı olabilir. Çünkü “bilim” dediğimiz şey bugün kendi içinde özgün bir yapıdır. Kendine ait bir yöntemi vardır. Doğru olanı açıklayabildiği ölçüde açıklamaktadır. Ancak geçmişte bugün bilimin araştırdığı konularda yanlış modeller de kurulmuştur. Dolayısıyla bu metinlerde geçen “felsefe” kelimesine “malumatlar yığını” demek daha doğru olacaktır. Çünkü bilim adına yapılan bilimsel yönteme uygun araştırmalar, incelemeler ve hipotezler (açıklamalar) başka bir şeydir, örneğin Darwin’in teorilerinden çıkarsanan ve adına Sosyal Darwinizm denilen ırkçı ideolojik söylemler başka bir şeydir. Sosyalist teorinin ekonomik sistemleri bilimsel olarak incelemesi başka bir şeydir, mevcut sistemlerin sosyalist bir devrimle yıkılması gerektiği yönündeki ideolojik söylemleri başka bir şeydir. Dolayısıyla batıdan aktarılan bilimlerin hepsine felsefe veya malumat yığını diyebiliriz ancak bunların içinde bilimsel yöntemin esaslarıyla elde edilen doğrular da vardır, yanlış ve ideolojik söylemler de vardır. 

 

Sonuçta Bediüzzaman felsefe okuyan talebesi ile ne zaman konuşmuş ise veya “Yeni Said” dönemine ne zaman geçmişse (ki bu dönemde kendisi 45 yaşlarındadır ve tarih de 1921’e karşılık gelmektedir) o döneme kadar Osmanlı coğrafyasına ulaşmış felsefî bilgilere ve malumat yığınlarına göre konuşmaktadır. 

 

Zihnimizdeki dünyevi bilgi ve malumatı ebedi hayatımız adına işe yarar hale getirmenin ve o bilgileri Marifetullah ve benzeri yüksek manalara hizmet ettirmenin yollarını birkaç noktada ele alabiliriz.

 

Birinci Nokta: Ayrımlar ve elemelerle ilgilidir.

 

Ayırt etmek, farklı şeyler arasındaki farkı algılamak ve anlamak demektir. Bir zihinsel süreç olarak ayırt etmek, genellemenin karşıtı olarak işlev görür. Birden fazla nesneyi tek bir nesne olarak değil, aralarında ayrımlar yaparak algılarız. Bu ayrımların her birinin kendine göre kriterleri vardır. Birden fazla nesneyi birbirlerinden ayırt ederek algıladığımız gibi bir bilgi kümesini veya bir konudaki iç içe geçmiş birden fazla bilgiyi de birbirinden ayırt ederek algılarız. Bu yeteneğimiz somut nesneler ve basit önermeler konusunda genellikle hatasız çalışır. Ancak bilgimiz, tecrübelerimiz, okumalarımız ilerledikçe daha fazla şey arasında daha fazla ayrımlarda bulunmamız gerekir. Eskiler bu zihinsel eyleme “temyiz” adını verirler. Temyiz kavramı da insanın söz ve davranışlarının, düşüncelerinin ve kararlarının nedenlerini ve sonuçlarını anlayabilme ve bu anlayışa uygun biçimde irade kullanabilme gücüdür.

 

Bu bağlamda dünyevi bilgilerde hangisinin bilimsel veya bilim dışı, hangisinin doğru veya yanlış olduğu gibi elemeler-ayrımlar yaparız. Aynı şekilde vahye dayalı bilgimizde de birtakım elemeler ve ayrımlar yaparız. Bir ayetin ne zaman nazil olduğunu, ayetteki bir kelimenin farklı anlamlarını, Efendimiz’e (sav) isnat edilen bir hadis-i şerifin sahih olup olmadığını da araştırırız. 

 

Dolayısıyla her zaman için her konuda doğru ve geçerli ayrımlar yapmamız gerekir. Mesela 1800’lerin sonunda Osmanlı coğrafyasından Batıya gitmiş aydın tiplerini düşünün. Bu aydınlarımız Osmanlı’da belli değer yargılarına, belli bir toplumsal ahlak çerçevesine göre yaşamış kişilerdir. Batıya gittiklerinde bu dünyada kadınların toplumsal yaşam içindeki konum ve davranışlarını görünce bu konuda önceki değer yargılarıyla yeni durumu karşılaştıracaklardır. Sonuçta da ortaya “Kadınlar hayata zinhar karışmasın, toplumsal ahlak bozulmasın.” ile “Kadınlar hayatın her alanında her şekilde bulunsunlar, eski değer yargıları tamamen terk edilsin.” arasında biri diğerini dışlayan görüşler çıkmıştır. Yani meselenin farklı boyutlarından sadece bir tanesi ele alınmış, o boyut üzerine odaklanılmış, diğer boyut görmezden gelinmiştir. Boyutlar arasında sağlıklı, doğru ve geçerli ayrımlar, sıhhatli elemeler yapılamamıştır. 

 

İslami ilimler için de benzer bir durum söz konusudur. İslami ilimler adına her türlü bilgi veya bilgi iddiasında bulunan her cümle, her metin, her kitap için belirli temyizler, ayrımlar, elemeler yapmak durumundayız. İlk adımımız bu ilimlerde bize anlatılanların doğruluğunu-yanlışlığını kontrol etme, hakikate uyan ve uymayan boyutlarını denetleme olmalıdır. 

 

Zihnimizdeki malumat yığınlarını işe yarayacak bir hale dönüştürmenin ilk adımı, hakikat olarak okuduğumuz, bildiğimiz şeylerin hak olup olmadıklarının tahkikidir. Her durumda atılması gereken ilk adım budur.
 


Not: Yazı dizisinin ilk yazısı burada sona ermektedir. İkinci yazı yarın internet sitemizde yayımlanacaktır.

1 ) Tarihçe-i Hayat, Barla Hayatı, s.227