10 dk.
01 Mayıs 2022
Hz. Muhammed (sav) niçin son peygamber?-gorsel
Youtube Banner

Hz. Muhammed (sav) niçin son peygamber?

Soru: Peygamber Efendimiz (sav)’den sonra peygamberler gelmeye devam etseydi, hem İslam kendi içinde bu kadar çıkmaza girmeyecekti (çünkü peygamber radikalizm, Kur’an’cılık, aşırı liberal Müslümanlık vb. konulara rahatça açıklamalar getirecekti), hem de dünya daha yaşanılabilir bir yer olabilirdi. Efendimiz'in (sav) son peygamber olması dünyada kendisinden sonra ortaya çıkacak olan problemlerin çözümsüz bırakılması değil midir? Allah dünyanın bu kadar gelişeceğini ve farklı akımların hatta dünya savaşlarının olacağını biliyordu ancak neden bunlar gerçekleşirken peygamberler gönderip bu olumsuzlukları vahiyle gidermedi? Dünya, Amerika’daki kölelik, Yahudi soykırımı, Moğolların katliamı gibi umumi musibet anlarına benzer birçok durumda bir kurtarıcıya ya da peygambere ihtiyaç duymuştur. Peki, bu durumda neden Efendimiz (sav) son peygamber olmuştur?

 

Cevap: İnsanlık hemen her zaman bir metafizik arayışın içinde bulunmuştur. Biz insanlar olarak burada, bu dünyadayız. “Niçin buradayız? Bunun sonucu ne olacaktır?” gibi sorular her zaman sorulmuştur. Bu soruların cevapları ise peygamberlerle en temiz, en saf, en açık, en net biçimde verilmiştir.


Dünya tarihi ne kadar ilerlerse ilerlesin, yaşanan ve yaşanacak olan bütün sorunlar nitelik itibariyle birbirinin benzeri sayılırlar. Dolayısıyla Efendimiz (sav) dönemindeki zulümler ile 2. Dünya Savaşı esnasında yaşanan zulümler arasında mahiyet itibariyle pek bir fark yoktur. Bu durumda Efendimiz’in (sav) biyolojik olarak vefat etmiş olması O’ndan sonraki sorunların en azından teorik olarak çözümsüz kaldığı anlamına gelmeyecektir. Bununla birlikte vahiy ve imanın birincil hedefinin dünya hayatındaki problemlerin çözümü olduğunu düşünmek de hatalı bir yaklaşım olacaktır.
 

Bu arz üzerinde var olan insanlık deneyi, yani kendisini içsel olarak değiştirip geliştirebilecek potansiyellerini geliştirme-gerçekleştirme bağlamında, kendi haline bırakıldığı zaman değersel olarak hiçbir şeydir. Örneğin herhangi bir insan karşısında vücudunuzu açmanız caiz olmaz ancak o insan gider, tıp eğitimi alır, doktor olur, bazı hastalıklara şifa vesilesi olabilecek bilgi ve becerileri kazanır. Bu durumda onun karşısında vücudun hastalıklı bölgeleri açılabilir, bu caiz olur. Yahut onun kendi alanında vereceği bir bilirkişi raporu geçerli kabul edilir. Bu insan bir bakıma hem bilgisi hem pratiğiyle kendini değiştirmiş, geliştirmiştir. Diğer alanları da buna kıyas edebilirsiniz.

 

İman da insanın içsel dünyasında, kalp ve ruh hayatında; iç dünyasıyla ilgili potansiyellerini geliştirmesi için gerekli yolu açar, hazır hale getirir. Vahyin ve onun tebliğinin sağlayacağı eğitimle o insana artık (farklı seviyelerde de olsa) "mümin" denilir. Kur’an’ın ifadesiyle de zamanla imanını artırdıkça, güçlendirdikçe veya geliştirdikçe artık başka bir insan haline gelir. Tabiri caizse birinci sınıfı yeni bitirmiş bir tıp talebesi de bir şeyler bilmektedir ancak bu talebe altı yılı tam bitirince artık kendisine bir takım tıbbi konularda güvenilir hale gelir. Uzmanlığını bitirince daha farklı bir seviyeye gelmiş olur. İman da buna benzetilebilir. İman etmekle -tabiri caizse- tıp fakültesine girilmiş, kayıt yaptırılmış ve belki birinci sınıf bitirilmiş olunur. O insan imanı üzerinde çalıştıkça ve bu alanda geliştikçe başka bir insan haline gelmeye başlar.

 

Bu bağlamda, imanın ve vahyin hayat-ı dünya ile kendi başına hiçbir ilgisi yoktur. Yani vahiy ve iman, bizim ortalama ömür süremiz veya daha sağlıklı, daha zengin, daha lüks içinde yaşamamız, dünyaya barışın hâkim olması veya hiçbir canlının ölmemesi gibi konularla birebir ilgili değildir. Dolaylı olarak ise şöyle bir ilgisi vardır: Kişi, imanı çerçevesinde, o imanıyla gücünün yettiği zulümlere mani olur. Hem imanı ona bunlara karşı duracak güç verir, hem İslam’ı (Müslüman olmuş olması) ona böyle meseleleri kökünden kaldıracak bir eğitimi verir.

 

Asr-ı Saadet’te gerçekleşen şöyle bir olay nakledilir: Hz. Ebu Zer bir tartışma veya kızgınlık esnasında Hz. Bilal-i Habeşi’ye ‘siyah kadının oğlu’ şeklinde bir söz sarf eder. Allah Rasulü (sav) durum kendisine intikal edince Ebu Zer’e “Sende hala cahiliye kokusu (ahlakı) var. Bak, sen takva ile daha üstün olmadığın takdirde, beyaz veya siyah derililerden daha hayırlı değilsin.” buyurur. Bunun üzerine Ebu Zer, o iman pratiğiyle yüzünü yere koyarak o yüzü Bilal-i Habeşi çiğnemedikçe yerden kaldırmayacağını söyler ve bu şekilde helallik ister.(1) Yine Efendimiz (sav) henüz hayattayken dahi Ensar’dan Evs ve Hazreç kabilesine mensup olanlar karşı karşıya gelip birbirleriyle tartışabiliyor, kendilerini karşısındaki kabileden daha üstün görebiliyordu.(2) Fakat iman pratiği yapa yapa insanların ırk, kavim veya kabileden dolayı birbirlerini küçük görüp zulmetmeleri meselesi o dönem için ortadan kalkmıştır. 

 

Demek ki ırkçılık gibi konularda insanların birbirlerine zulmetmeleri geçmişte de olmuştur, bugün de farklı biçimlerde ve seviyelerde devam etmektedir. İslam ve iman farklı yönleriyle bu zulüm kapılarını kapatır, bize de gücümüz ölçüsünde zulümleri kaldırmak için çaba sarf etmemizi emreder. Nitekim bir ayette “Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver.” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşmıyorsunuz?”(3) buyrulur. Bu ayet her ne kadar Mekke’de zulüm gören belli bir grup için özel bir manaya sahip olsa da günümüz şartlarında da elbette geçerlidir.

 

Bu örnekte olduğu gibi Allah ve Rasulü’nün münker/kötü olarak gördüğü şeyleri düzeltmeye çalışma, dolayısıyla problemlere çözüm bulma konusunda Kur’an ve sünnetten pek çok örnek getirilebilir. Fakat bunlar insanın manevi terakkisi çerçevesinde, zulme karşı sessiz kalmama, ırkçı meyilleri törpüleme, menfaatperestlik ve tembellik, hayatı delice arzulama, hakikat uğruna dahi ölmekten kaçınma gibi kötü hasletleri adım adım bırakması gibi hususların neticesi olarak beklenen bir şeydir. Yoksa iman, vahiy ve İslam katiyen asıl kendisi olarak, ne ekonomik gelişme, ne dünyevi ferahlık ne de hastalıklara şifa için inmiş-indirilmiştir.
 

Gerçi bazıları konuşurlarken imanın hem dünyada hem ahirette otomatikman saadete ulaştıracağı, bütün problemlerimizi tek başına çözeceği, İslamî bir yönetim veya yöntemle bütün sorunların ortadan kaldırılacağı gibi iddialı sözler edebilmektedir. Ancak iman bize temelde ahiret mükâfatı vaat etmektedir, dünya hâkimiyeti değil. İnananların kendisini bizzat alakadar etmediği hâlde milletlerin birbirine girdiği savaşları ve uluslararası krizleri zihnine fazlaca takan kişilere “İmanın ve İslam’ın buna da bir çözümü var.” gibi beyanlarda bulundukları olmuştur. Bu beyanlar tamamıyla yanlış değildir. Hakiki bir İslam ve iman yolundan o sonuçlar da çıkar ama dolaylı olarak, üzerinde çalışılmış bir imanın dolaylı sonucu olarak çıkar. Ama şunu da unutmamak gerekir: Efendimiz’in (sav) vefat tarihi itibariyle İslam sadece Arap coğrafyasının belli bir sınırına kadar ulaşmış durumdadır. Dönemin süper güçleri de dahil başka ülkelere davet mektubu gönderilmiş olsa da bu ülkelerden direkt iman eden olmamıştır. O anda Afrika’da, İran’da, Roma’da, Çin’de, dünyanın farklı coğrafyalarında farklı milletlerin katliamları da, soykırımları da, zulümleri de, farklı dereceleriyle kıtlıkları da açlıkları da sürmekteydi. Efendimiz (sav) de dünyanın tamamı için bu türden bir müdahaleye kalkışmamıştır.

 

Yine Hz. Musa (as), o zamanın şartları içinde Mısır’daki belli bir kavme hitap etmişti. Mısırlıların bu konudaki metafizik yetenekleri belki daha zayıftı, tebliğe ve vahye açık değillerdi ama İsrailoğulları’nın bu istidatları daha güçlüydü. Yine de Hz. Musa vefat ettiği zaman tebliğ öyle kalmış ve dünyada birçok zulüm de gerçekleşmeye devam etmiştir.

 

Sorunun diğer kısmına gelince: Evet, bize göre Allah-u Teala zamandan münezzehtir yani zamansız bir varlığa, zamansız bir bilgiye, zamansız bir kudrete sahiptir. Dolayısıyla Allah-u Teala’nın bir şeyleri önceden ya da sonradan bilmesi, yapması gibi bir durum söz konusu değildir. O gerçekleşen şey ancak bize göre önceden ve sonradandır. Cenab-ı Hak bu çerçevede kimi peygamber seçeceğini takdir etmiştir. Bir topluluğun vahyi anlayabilecek ve uygulayabilecek yeterliliğe maddi ve manevi olarak sahip olması, yine o toplulukta böyle bir arayış içinde olan bir grup insan bulunması vahyin nereye, hangi topluma ineceğini belirleyen unsurlardır ve bu çerçevede vahiy, o dönemde o topluma ve o toplumun içindeki Efendimiz’e (sav) inmiştir. Demek ki o dönemin Arap toplumu içinde hakikat arayışı ve bunu anlayacak, hayata geçirecek kapasitede insanlar mevcutmuş ki İslam dünyevi ve uhrevi tüm hükümleriyle ortaya konulmuştur. Hz. Musa’nın (as) veya Hz. İsa’nın (as) hitap ettiği toplum için de böyle bir özelliğin ve kapasitenin varlığı söz konusudur ki onlar da o topluluklara gönderilmiş ve hitap etmişlerdir. Onların döneminde de benzer problemler olmuştur ve çözümü yine kendi bağlamında ortaya konulmuş ve bir yere kadar hakkaniyetle uygulanmıştır. Onların vefatlarından sonra da benzer sorunlar farklı biçimler ve seviyelerde ortaya çıkmaya devam etmiştir.

 

Efendimiz’in (sav) vefatından sonra da bu konuda insanları hakikate çağırabilecek ulema, peygamberlerin aslî misyonlarının bu boyutunu, yani hakikati sırtlama, anlatma ve ona davet etme işini üstlenmişler ve yerine getirmişlerdir. Demek ki en azından bazı kişiler bu kapasiteye sahiplermiş ki bu durum böyle devam etmiştir. Bu itibarla Efendimiz’in (sav) son peygamber olması ve vefatından sonra dünyanın gelişimine paralel olarak sorunların çoğalması ya da zahiren başkalaşması o sorunların çözümsüz olduğu anlamına gelmemektedir. Kur’an’ı ve sünneti çok iyi bilen, bunların üzerine yaşadığı çağın şartlarını da çok iyi okuyabilen âlimler, peygamberlerin bir yönüyle o misyonunu devam ettirmektedirler.

 

Diğer yandan dünya tarihi ne kadar ilerlerse ilerlesin, yaşanan ve yaşanacak olan bütün sorunlar nitelik itibariyle birbirinin benzeri sayılırlar. Dolayısıyla Efendimiz (sav) dönemindeki zulümler ile 2. Dünya Savaşı esnasında yaşanan zulümler arasında mahiyet itibariyle pek bir fark yoktur. Yahut Hz. Ali’nin (ra) karşılaştığı Hariciler ve onların Kur’an’ı yorumlama yöntemlerindeki aşırılık ile bugünün kendine Müslüman diyen terör örgütleri arasında da zihniyet itibariyle pek bir fark yoktur. Dolayısıyla farklı zamanlarda ve coğrafyalarda ortaya çıkan ancak nitelik itibariyle birbirine benzeyen sorunların çözümü için Kur’an ve sünneti derinlemesine bilen, yaşadığı çağı da iyi okuyabilen ulemanın bir nevi peygamber misyonunu yerine getirdiği söylenebilir. Bu durumda Efendimiz’in (sav) biyolojik olarak vefat etmiş olması O’ndan sonraki sorunların en azından teorik olarak çözümsüz kaldığı anlamına gelmeyecektir.


1 ) Ahmed ibn Hanbel, Müsned, V, 158; Kastallânî, İrşâdu’s-sârî li şerh-i sahîhi’l-Buhârî, 1: 115.

2 ) İbn-i Hişam, Siret-i Nebeviyye, I-II, Buhari, Megazi, 35

3 ) Nisa, 75