7 dk.
12 Ağustos 2022
Hz. Ömer'in Peygamberimiz'in hem kayınpederi hem de kızının damadı olması üzerine-gorsel
Youtube Banner

Hz. Ömer'in Peygamberimiz'in hem kayınpederi hem de kızının damadı olması üzerine

Soru: Hz. Ömer’in Peygamberimizin hem kayınbabası hem de torununun eşi olduğunu okudum. Okuyunca da çok şaşırdım. Bu gerçek midir? Gerçekse bu durum çok şaşırtıcı değil mi? Konuyla ilgili bazı cevaplar okusam da tatmin edici bir cevap alamadım. Lütfen bilgilendirir misiniz?

 

Cevap: Evet, Hz. Ömer (ra), kızı Hz. Hafsa (ra) annemizin Efendimiz’in (sav) zevcelerinden biri olması dolayısıyla Efendimiz’in (sav) kayınbabasıdır. Hz. Hafsa validemiz önce Huneys b. Huzafe ile evlenmiş, Hz. Huneys’in Bedir Savaşından dönüşte yolda hastalanması, akabinde Medine’de vefat etmesi üzerine dul kalmıştı. Hz. Ömer de kızını evlendirmek için önce yakın zamanda eşini kaybeden Hz. Osman’a (ra) teklif götürmüş, Hz. Osman evlenmeyi düşünmediğini söyleyince aynı teklifi Hz. Ebubekir’e yapmıştı. Hz. Ebubekir de bu teklifi sükutla karşılamış, bunun üzerine Hz. Ömer üzülerek hissiyatını Efendimiz’e (sav) açmıştı. Efendimiz (sav) de Hz. Ömer’e kızı Hafsa’nın yakında Hz. Osman’dan daha hayırlı biriyle evleneceğini söylemiştir. Nitekim Hicri 3. yılın Şaban ayında da 400 dirhem mehir karşılığında Hz. Hafsa validemiz ile bizzat kendisi evlenmiştir. 

 

Diğer taraftan Hz. Fatma (ra) ve Hz. Ali’nin (ra) kızı olan Ümmü Gülsüm de (ki aynı isim Efendimiz’in de bir kızının ismidir) Hicri 17. yılda Hz. Ömer (ra) ile evlenmiştir. Hz. Ömer bu evliliği ısrarla istemişti çünkü Efendimiz (sav) ile akrabalık bağlarını güçlendirmek, daha doğrusu ehl-i beyt ile akraba olmak istiyordu.

 

Dolayısıyla Hz. Ömer, Efendimiz’in (sav) hem kayınpederi hem de torununun eşidir. Tarihsel veri budur ve doğrudur.

 

Bu ve benzeri olayları öğrenince şaşırma, tuhaf bulma, hatta yer yer şoke olma gibi hâllere gelince: Bu tip duygusal reaksiyonlar bir yönüyle doğaldır. Yani insanlar kendi yaşadıkları kültürün dışında, o kültüre aykırı gibi görünen bir uygulama görünce şaşırabilirler. 

 

Bazen bu şaşırma ya da olayı tuhaf bulma, kişinin ahlakına dair bilgiler de verebilir. Örneğin saadet asrında Ümmü Şerik (ra) isimli bir kadın sahabi vardır. Mekke müşriklerinin onu hapsetmelerine, kızgın güneş altında uzun süre bekletme gibi işkencelerine rağmen imanından taviz vermeyen, Mekke’de kapı kapı dolaşarak Mekkeli kadınlara İslam’ı tebliğ eden bahtiyar bir sahabidir. Medine’ye hicretten sonra bir gün Efendimiz’in (sav) huzuruna çıkıp kendisini Efendimiz’e hibe ettiğini açıkça söylemiştir. Kendini hibe etmek ibaresi, karşılığında mehir istemeden evlenme teklif etmektir. Efendimiz (sav) hiçbir kadınla bu şekilde evlenmemiştir. Yani kendisini hibe etmek isteyen kadınların hiçbirisiyle nikah kıymamıştır. 

 

Kendisini Efendimiz’e (sav) hibe eden, yani mehirsiz evlenme teklifinde bulunan birden fazla kadın olduğunu biliyoruz. Hz. Aişe (ra) validemiz bu duruma ilgili; “Kendilerini Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e hibe eden (mehirsiz olarak evlenme teklif eden) kadınlara kıskançlık beslerdim. Onları “Bir kadın kendisini hibe eder mi?” diyerek (ayıplardım).”1 diyor. Hz. Ayşe validemiz de kendi kültür çerçevesi içinde belli normlara sahip bir insandır. Kendine göre değerlendirmeleri vardır. 

 

Diğer yandan aslında Arap toplumunda kadınların, kendi evlilikleriyle ilgili inisiyatif alabildikleri, hatta bizim toplumumuzdan daha fazla inisiyatif sahibi olduklarını biliyoruz. Bizde bu inisiyatif neredeyse tamamen erkek tarafına aittir. “Kız istemeye gitmek” şeklinde bir tabir vardır ki bu uygulama da her yerde görülmez. Dolayısıyla bizim kültürümüzden birisi, başka bir kültürde bir kadının bir erkeğe evlenme teklif ettiğini görse bu duruma da şaşırabilir.

 

Ayrıca yine o dönemdeki Arap toplumunda kız tarafı olarak nitelenebilecek erkeklerin rahatlıkla damat arayışında bulunduklarını da görebilirsiniz. İşte Hz. Ömer’in, kızı Hz. Hafsa’yı evlendirmek için Hz. Osman’a ve Hz. Ebubekir’e teklif götürmesi bunun bir örneğidir.

 

Bu gibi olguların dindeki karşılığı nötrdür. Yani bunlar ne haramdır, ne mekruhtur, ne sünnettir ne de farzdır. Bunlar kültürle, ekonomiyle, toplumsal normlarla ilgilidir ve bunların hepsi de görecelidir. Yani toplumdan topluma, dönemden döneme değişiklik gösterirler. Dolayısıyla bunlara ayıp veya haram, mükemmel veya harikulade şeyler nazarıyla bakılamaz.

 

Bir toplumda evliliğe uygun yaşta ve durumdaki erkeklerle kadınların sayısal oranını ekonomik durum belirler. Bu ekonomik duruma göre bekar veya dul kadın sayısının daha fazla olduğu bir coğrafyada onların bizzat kendilerinin ya da ailelerinin evlilik konusunda inisiyatif almaları az rastlanan bir durum değildir. Bu, sosyolojik bir realitedir. Dolayısıyla evlilik gibi kültürel olgularda farklı normları ve farklı uygulamaları görünce şaşırmak, normal bir reaksiyon olabilir. Ancak ayıplama, kınama, yanlış bulma gibi hükümler verilecek olursa asıl yanlış bu olacaktır.

 

Türk toplumunda bizim kültürel olarak alışık olduğumuz şey, nesiller arasında bariz bir yaş ve yıl farkı olmasıdır. Babalarımız ve amcalarımızla halalarımız, annelerimiz ve teyzelerimizle dayılarımız kendi içlerinde belli bir nesildir. Bizler ise kardeşlerimiz ve kuzenlerimizle ayrı bir nesilizdir. Aradaki yaş farkı belirgindir ve bu böyle devam eder. Ancak mesela Güneydoğu’da amcası kendisinden küçük olan insanlar görebileceğiniz gibi ellili yaşlarında doğum yapan, hastanede torunu tarafından bakımı üstlenilen kişiler görebilirsiniz. Burada da torun, hem ninesine hem (mesela) yeni doğan teyzesine bakmaktadır. Burada da nesiller arası yaş farkı kavramının olmayabileceği durumlar söz konusudur ve ilk karşılaşanlar için şaşırtıcı görünse de genel olarak normal karşılanır.

 

Kadınla erkek arasındaki evliliklerde yaş farkı için de benzer durum söz konusudur. Bizler kendi kültürümüzde kadın-erkek arasındaki yaş farkında belli bir yere kadar toleranslıyızdır. Erkeğin kadından birkaç yaş büyük olması makul karşılanır. Kadının birkaç yaş büyük olması veya erkeğin kadından 20-30 yaş büyük olması tuhaf karşılanır. Ayrıca daha önce evlilik yaşamamış bir erkeğin dul bir kadınla evlenmesi de tuhaf karşılanır. Tersi ise daha az tuhaf karşılanır. Ancak sonuçta bu tuhaf karşılamalar veya makul görmeler tamamen sosyal alışkanlıklarla ilgilidir.

 

16. ve 17. yüzyıl Türk halk müziğinde ve şiirinde 13-14 yaşındaki kızlara şiir yazıp türkü besteleyen ünlü halk ozanlarını bilirsiniz. Ayrıca 16. yüzyılda yazılan Romeo ve Juliet oyununu da bilirsiniz. O oyunda da Juliet 14 yaşındadır. Bugün ise 30’lu yaşlarında bir şairin 18 yaşını doldurmamış kadınlar için şiir yazması abes görülür ve hatta bu durum ceza hukukunun konusu bile olabilir. Ancak bunun evrensel bir gerçeklik ve değiştirilemez evrensel bir ahlaki yasa olduğu iddia edilemez. İddia edilse de kanıtlanamaz. Belki de birkaç yüzyıl sonra evlilik yaşlarındaki genel normlar yine değişecektir. Çünkü ortalama bilgi ve zekaya sahip her sosyal bilimcinin de kabul edeceği gibi evlilik yaşı da evlilikle ilgili kültürel uygulamalar da dönemden döneme, toplumdan topluma değişiklik gösterebilen kültürel ve toplumsal normlardır. Bunu da belli bir dönemde belirli psikolojik ve biyolojik şartların yine sosyal ve hukuki kabulü, eğitim şartları gibi yine değişken olgular belirler. Bu tip değer yargılarına sahip olmamız normaldir ancak bu değer yargılarını her kültüre ve topluma dayatmaya kalkmamız, en iyi ve en doğru değer yargısının bizim kültürümüzde olduğunu, diğer kültürlerin yanlış olduğunu düşünmemiz de abestir. Bu nedenle kimse Karacaoğlan’ı veya Shakespeare’i “Neden 13-14 yaşındaki kız çocuklarıyla ilgili şiirler yazıyorsun?” diye ayıplamaz. Böyle bir tutum anlamlı da olmaz.

 

Biyolojik ve sosyolojik realite açısından evlenmek ve bir evliliği sürdürmek için gerekli biyolojik kapasiteye ve yine gerekli sosyal becerilere sahip olmak yeterlidir. Gerisi tamamen kültürün, sosyal alışkanlıkların, toplumsal teamüllerin ürünüdür ve içinde bulunulan zamana göre değişiklik gösterir. Mutlak değillerdir. Hiçbirisi diğerinden daha etik olmadığı gibi daha üstün veya daha düşük seviyeli bir uygulama olarak da görülemez. Tabii evlilik ve nikah konusunda dinin emir ve yasakları ayrı bir paranteze alınmalıdır.

 

Özetleyecek olursak: Bir insanın kendi alıştığı kültürel normlar dışında bir normla karşılaşınca şaşırması doğaldır. Bu şaşkınlığı kınamaya ve ayıplamaya dönüştürmesi ise abestir, yanlıştır.


1 ) Buhari, Tefsir, 4788