7 dk.
05 Temmuz 2024
İcma, Cedel ve Mutezile -gorsel
Youtube Banner

İcma, Cedel ve Mutezile

İcma Meselesi

 

İcma kavramı literatürde müçtehit olan İslam alimlerinin dini bir konuda fikir birliği etmeleri anlamına gelir. Ancak icma aslında bir konuda çoğunluğu değil tam sayıyı ifade eder. Bu ise ancak Allah’ın ve ahiretin varlığı, Efendimiz’in (sas) Allah’ın kulu ve Rasulü olduğu, Kur’an’ın Allah kelamı olduğu, namazın farz oluşu gibi temel konular için mümkündür. Diğer konularda İslami ilimler tarihinde tam bir mutabakatın, muhalefetsiz bir görüş birliğinin olduğuna rastlanmış değildir. Hatta icmanın tam olarak ne olduğu konusunda bile bir icma yoktur. İmam Malik (ra) icma derken o dönemde tek ilim merkezi olan Medine alimlerinin çoğunluğunun fikir birliği etmesini, İmam Şafii (ra) ve İmam Ahmed (ra) ile Hanefi usulcüleri bütün beldelerdeki tüm İslam alimlerinin görüş birliğini anlamışlardır. İcmanın nasıl meydana geleceği, sükutun icma sayılıp sayılmayacağı, benzer görüşlerin hangi şartlarda icma kabul edileceği konularında da görüş ayrılığı vardır.

 

İcma tam anlamıyla oy birliği demektir. Tek bir kişinin itirazı veya muhalefeti bile bir konuda icmayı bozar. Bazı yazılarda geçen “Bu konuda İmam-ı Azam hariç icma vardır.” gibi ibareler ise tam bir mantık hatasıdır. Çünkü bırakın İmam-ı Azam gibi abide bir şahsiyeti herhangi bir alimin bile bir konuda çoğunluğa itirazı varsa orada icma yok demektir.

 

Diğer yandan pek çok tâli meselede icmanın olmaması zaten normal bir vakadır. Çünkü insan, pek çok konuda icma oluşturabilecek bir şekilde yaratılmamıştır.

 

Ayrıca bir konuda çoğunluğun taraf olduğu bir görüş her zaman doğru olmak zorunda değildir. Efendimiz (sas) ve sayıca az bir kesim Uhud savaşında Medine’de kalma, meydan savaşı yapmama taraftarı idiler ancak çoğunluk meydan savaşı istiyordu ve bu konuda sayıca az olanlar haklıydı. Yahut Efendimiz’in (sas) vefatından sonra Kur’an ayetlerinin tek bir kitap hâlinde toplanması, bir mushaf haline getirilmesi fikrinde başlangıçta tek kalan Hz. Ömer (ra) haklıydı. Dolayısıyla bir konuda çoğunluğun söyledikleri hakikat adına bir kesinlik göstermez. Azınlıkların haklı olduğu durumlar da bulunur. Elbette azınlıkta kalanlar da her konuda haklıdır denilemez. Sonuçta konsensüsün, mutabakatın hatta oy birliğinin makul olduğu yerler vardır, olmadığı yerler de vardır.

 

Özellikle ilmî meselelerde hakikat karşısında toplumsal mutabakatın neredeyse hiçbir önemi yoktur. Hakikat, kendiliğinden hakikattir. Fizikte, tıpta böyle olduğu gibi dinin teorik meselelerinde de böyledir. Uzmanlık başka bir şeydir, yöntem başka bir şeydir, toplumsal kabul başka bir şeydir. Hadis konusunda tek başına İmam Buhari’nin bir sözü o konuda binlerce kişinin görüşünden daha önemlidir. Fizik konusunda da Newton’un dedikleri çoğunluğun kabulünden daha mühimdir.

 

Mutezilenin icma anlayışı da geleneksel sünnî icma anlayışından çok farklı değildir. En azından mahiyet itibariyle aralarında bir örtüşme olduğu görülür. Ancak Mutezile, özellikle Kâdî Abdülcebbar gibi isimler icmanın sadece dini konularda değil dünyevi konular için de geçerli olduğunu savunurlar. İcma hakkında diğer mezheplerden ayrı düşündükleri noktalar olduğu gibi diğer mezheplerle örtüştükleri noktalar da olmuştur ancak bu tip ayrışma ve örtüşmeler zaten her mezhep için söz konusu olabilmektedir.

 

Mutezile ve Hadisler

 

Mutezilenin hadislerin inkârı yerine icmayı önerdiği iddiası aslında temelsizdir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Mutezile mezhebi hadisleri delil olarak reddetmez. Ancak aklî çıkarımları Yunan felsefesinin usullerine göre kullanıp vardıkları sonuçları o kadar önemsemişlerdir ki kendi çıkarımlarına uygun bulmadıkları hadisleri akla uygun olmadığı gerekçesiyle reddedebilmişlerdir. Günümüzde de bu yanlış alışkanlığın devam ettiğini görmek mümkündür.

 

Dolayısıyla Mutezilenin hadisler konusundaki sorunu hadislerin sahih-hasen gibi sınıflara ayrılmaması değildir. Zaten örneğin Hicrî beşinci asırda da Mutezile mezhebi devam etmektedir ve bu asırda hadisler sahih, hasen, zayıf gibi sınıflara çoktan ayrılmış durumdadır.

 

Bu noktada Mutezilenin hadisleri reddetmediğini kabul etmek gerekir. Ancak onların akıl kavramına yükledikleri anlamı iyi anlamak, bu mezhebin hadisler, sünnet veya diğer şer’î delillere yaklaşımını da daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

 

İslam fıkıhçıları şer’î delilleri genellikle kitap, sünnet, icma ve kıyas olarak kabul ederler. Diğer deliller ise bunların türevleridir. Mutezile bunların yanında müstakil olarak bir de “akıl” maddesini ekler. Ancak Mutezile’nin “akıl” kavramı dini değil felsefi bir kavramdır. Burada kastedilen felsefe ise Yunan felsefesidir. 

 

Mutezile’nin akıl yürütmelerle ulaşılacak sonuçları objektif, kesin bilgiler, doğruluğu tartışılmaz sonuçlar olarak kabul ettiğini söyleyebiliriz. Ancak bu noktada Yunan felsefe geleneğinin ve o geleneğin bir ürünü olan akıl yürütme tarzının sübjektif karakteri göz ardı edilmiş olmaktadır. Çünkü Yunan felsefesi geleneğinde de hem felsefî hem mantıksal açıdan azımsanmayacak ölçüde yanlışlıklar vardır.

 

Bir diğer sorun da şudur: Mutezile, felsefe geleneği içindeki akıl yürütme tarzıyla ulaştığı sonuçları Kur’an ayetlerine, Efendimiz’in (sas) hadislerine de uyarlamış, bu uyarlamalardan sonra bazı dini hükümlere ulaşmıştır. Bu hükümler genellikle kelam konularıyla ilgili olmuştur. Bir konuda dini bir hüküm vermek bir yönüyle “Kur’an’ın bu konudaki hükmü şudur.” demektir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta vardır: Bir konuda bir insanın Kur’an’dan kendi anladığı şey farklı, Kur’an’ın asıl kastı farklı olabilir. Dolayısıyla “Benim Kur’an’dan anladığım şudur.” demek ile “Kur’an’ın anlattığı şudur.” demek farklı şeylerdir. Hakkında açık hüküm bulunmayan konularda Kur’an ve hadislerden hüküm çıkarılacağı zaman bu ayrıma çok dikkat edilmelidir. Aksi halde sadece çıkarılan hükmün yanlış olması değil farklı toplumsal ve siyasi komplikasyonlar da oluşabilecektir. Zaten “Mihne” dönemi boyunca Mutezilenin düştüğü yanlışlığın asıl nedeni de budur.

 

Cedel ve Mutezile

 

Mutezilenin İslami ilimler tarihine bıraktığı kötü bir miras olan cedel ve cedelleşme hakkında da birkaç şey söyleyerek konuyu bitirelim:

 

Aslında cedel ve cedelleşme sadece Mutezilenin ürünü sayılmaz. Hatta bir ilmî disiplin olarak cedel, Mutezileden sonra sistemli bir hale getirilmiştir. Ancak burada asıl mesele cedel ilmi ve onun teorik esasları değil, daha çok “cedelleşme” olarak adlandırabileceğimiz karşılıklı tartışma, daha doğrusu münakaşa meselesidir.

 

Cedelleşme aslında dinimizce pek hoş görülmez. Cedel konusu eğer bir hakikat ise bu durumda cedelde karşı tarafın susturulması, mağlup edilmesi hedeflenmemelidir. Asıl mesele karşı tarafın hakikati fark etmesini sağlamak olmalıdır. Bu, konuşma veya tartışma ahlakının en önemli yönlerinden biridir. Ancak cedelleşmede asıl motivasyon karşı tarafı alt etmektir. Bu da hakikati ortaya koyacak bir yöntem olmaktan uzaktır.

 

Efendimiz’in (sas) hayatına baktığımızda da insanları hakka ve hakikate davet ederken asla cedelleşmediğini ancak muhatabının hakikati fark etmesi için onun zihnindeki engelleri bertaraf etmeye matuf bazı girişimlerde bulunduğunu görürüz. Örneğin Husayn ile konuşurken ona kaç tane ilaha ibadet ettiğini sormuş, Husayn’ın “Yedi ilah.” demesi üzerine “Sana bir zarar eriştiğinde hangisine yalvarıyorsun?” demiş, Husayn “Göktekine.” diye cevap vermiş, “Malın helak olduğuna kime yalvarıyorsun?” sorusu üzerine Husayn yine “Göktekine.” demiştir. Bunun üzerine Efendimiz (sas) “Senin isteklerine cevap veren yalnız bir ilah iken ne diye başkalarını O’na ortak koşuyorsun. Şükrederek onları razı ettiğini mi sanıyorsun yoksa seni helak etmelerinden mi korkuyorsun?” diyerek son noktayı koymuştur. Daha sonra Husayn’ın Müslüman olması üzerine ona kendi karakterine ve içinde bulunduğu psikolojik duruma uygun bir dua öğretmiştir.1

 

Efendimiz’in (sas) usulü bu iken daha sonraki dönemlerde Mutezile gibi grupların cedelleşmeler ile iman hakikatlerini çok farklı bir boyuta taşıdıklarını, o hakikatleri adeta üzerinde tepinilecek birer felsefe konusu durumuna düşürdükleri görülür. Bu da İslami ilimler tarihinde belirtileri hâlâ devam eden hastalıklı bir duruma dönüşmüştür. Bu hastalıklı durumu Yunan felsefesi akımına tutku derecesinde bağlılığın bir yan etkisi olarak görmek de mümkündür.

 

Allah Teala’dan Kur’an ve sünneti kendi razı olacağı selîm bir akılla anlamımızı bizlere nasip etmesini diler ve dileniriz.

 


 

1 Tirmizi, Deavat, 69