İki Ömerden Birisi | 1. Kısım
Soru: Peygamber Efendimiz (sas) “Allah’ım! İki Ömer’den birine İslam’ı nasip et!” diye dua ettiğini biliyoruz. Bu noktada aklıma şu soru takılıyor: Acaba Peygamber Efendimiz (sas) “Allah’ım! Amr bin Hişam’a İslam’ı nasip et!” diye dua etmiş olsaydı bugün tarihin en kötü kişiliklerinden biri olarak andığımız ve Ebu Cehil dediğimiz insan bir anda sırf bu duadan dolayı Ebul Hakem’e mi dönüşecekti ve kendisini sadece kötülükleriyle bildiğimiz bu kişi bizim için büyük, yüce bir sahabe mi oluverecekti? Bu noktayı aklıma yatırmakta zorlanıyorum. Özellikle adalet meselesi kafama takılıyor.
Cevap: Meselenin farklı yönleri bulunmakta. Bunları maddeler hâlinde izah etmeye çalışacağız.
Birincisi: Öncelikle “adalet” kavramını kendi kişisel bilgi ve tecrübelerimizden yola çıkarak tanımladıktan sonra Allah Teala’nın kullarına muamelesini kendi tanımımızla ölçüp biçmek makul ve anlamlı değildir.
Örneğin, tabii hukuk teorisine göre adalet kavramı hukukun temelidir ancak tabii hukuk ekolünün adalet tanımı döneme göre farklılıklar göstermiştir. Bu teorinin tarihsel seyrine göre; İlk Çağ'da tabiata, Orta Çağ’da dini emirlere, Yeni Çağ'da ise akla uygun olduğu düşünülen şey adildir. Pozitivist teoriye göre ise adalet kavramı metafizik bir kavramdır ve hukuk biliminin dışında kalmalıdır. Yine Hukuk Felsefesinin tarihi içinde pek çok farklı adalet tanımına rastlamak mümkündür.
Demek ki “adalet” kavramı genellikle insanlar arası ilişkilerin gözlemlenmesi sonucunda gözlemleyen insanın daha önceki bilgi birikimi, zekâsı, değer yargıları ve bakış açısına göre tanımlanmaktadır. Oysa böylesi tanımlar mükemmel tanımlar değildir ve her zaman eksik, yanlış ve gözlem dışı bırakılmış yönleri vardır. Çünkü ne kadar bilge ve zeki olursa olsun insan olmak mükemmel olmamakla adeta eş anlamlıdır.
Allah Teala ise her şeyin sahibidir. Onun üzerine herhangi bir varlığın kanun koyması zaten düşünülebilir bir şey değildir. Böyle bir realite yoktur.
Diğer yandan Allah Teala kadir-i mutlak olduğu gibi alîm-i mutlaktır da… Küllî irade de sadece Ona aittir. Dolayısıyla Allah Teala’nın herhangi bir konuda adil olmadığını veya olmayabileceğini düşünmek tanım gereği abestir.
Bizler insan olarak yaşam sürecindeki tecrübelerimizden, okuyup düşündüklerimizden yola çıkarak bir “hakkaniyet” hissine sahip olabiliriz. Herhangi bir adalet tanımı ve hakkaniyet hissi ile de insanlar arası ilişkilere bakarak bir paylaşımın, bir ticari veya siyasi uygulamanın, bir hukuki sürecin hakkaniyetli olup olmadığını düşünebiliriz. Bu değerlendirmelerin kendi içinde bir mantığı hatta geçerliliği olabilir.
Ancak Allah Teala'nın herhangi bir icraatının adil olmayabileceğini düşünmek, o icraatın doğru, güzel veya faydalı olmayabileceğine ihtimal vermek bir üçgende dördüncü kenarı aramak gibi abes bir durumdur. Bir üçgende tanımı gereği nasıl ki dördüncü kenar veya dördüncü açı yok ise Allah Teala’nın icraatlarında, yaratmalarında veya takdirlerinde de bir adaletsizlik, çirkinlik, yanlışlık ve faydasızlık bulmak imkansızdır. Çünkü o noktada bizim adalet tanımımız, “Adalet, Allah Teala’nın uygun gördüğündedir.” şeklindedir veya öyle olmalıdır.
Allah Teala hakkaniyetin, adaletin, güzelliğin, iyiliğin, doğruluğun yegâne kaynağıdır, asıl sebebidir. Neyi, nasıl dilerse öyle yapar. Kendi üzerine vacip kıldığı hususlar dışında hiçbir şeyle bağlı ve mukayyet değildir.
Bizler ise ancak beklentilerimizi oluştururken Cenab-ı Hakk’ın kendi Zatı ve icraatları hakkındaki beyanlarına istinaden bazı değerlendirmeler yapabiliriz. Örneğin Allah Teala hiçbir şekilde dualarımıza icabet etmek zorunda değildir. Ancak lütfundan ve kereminden “Dua edin, icabet edeyim.”1 buyurmuştur. Dolayısıyla “Allah’a dua ettim ancak icabet etmedi.” diyemeyiz ancak “Allah Teala’ya dualara icabet edeceğini beyan buyurduğu için dua ediyorum.” diyebiliriz. Aynı şekilde “Kullarım! Ben zulmetmeyi kendime haram kıldım.”2 buyurmuştur. O hâlde kesinlikle, hiç kimseye, hiçbir şekilde, hiçbir zaman zulmetmeyecektir diyebiliriz.
Hatta Allah Teala dilerse bir kulunu kafir olduğu hâlde cennete de koyabilir ancak böyle bir şey yapmayacağını biz yine Onun beyanı olan Kur’an’dan biliyoruz. Yahut bizim bu dünyada “kafir” dediğimiz, kendisini kafir olarak bildiğimiz bir kuluna bizim bilgimiz ve algımız dışında bir şekilde iman nasip edip cennetini nasip edebilir.
Evet! Allah Teala dilediğini peygamber seçtiği gibi dilediğine herhangi bir hikmete binaen iman nasip edebilir. Bu hikmeti dilerse bize bildirebileceği gibi bildirmeye de bilir. Yahut bu hikmeti sadece iman, teslimiyet, tevekkül, marifet veya ihlasta derinleşen kullarının bilmesini murad etmiş olabilir.
Allah Teala’nın Zat-ı Uluhiyeti ve İcraat-ı Subhaniyesi ile ilgili tefekkürde bulunurken meselenin bu kısmını tekrar tekrar hatırlamakta fayda vardır hatta bu hakikati hiçbir zaman akıldan çıkarmamak şarttır.
İkincisi: “Şöyle olsaydı böyle olurdu.” kalıbı kendi içinde mantıksal olarak tutarsız bir düşüncedir, anlamsız bir önermedir.
Bilindiği gibi, bizler insan olarak sadece olan şeyleri bilebiliriz. Olmayan şeyleri ise bilemeyiz. “A olduğu için X oldu.” önermesinin kendi içinde bir mantığı ve geçerliliği vardır. Bu önerme gözlem ve deneylerle kanıtlanabilir. Ancak “A olmadığı için B olmadı.” türünden bir önerme mantık açısından çok dar tanımlı alanlar dışında anlamlı ve geçerli değildir. Çünkü bu ibare realitede, yani gerçek hayatın akışı içinde herhangi bir şeye karşılık gelmemektedir. Bu da “yokluk” demektir ve yok olan bir şey üzerine hüküm verilemez. Dolayısıyla “Acaba Peygamber Efendimiz (sas) “Allah’ım! Amr bin Hişam’a İslam’ı nasip et!” diye dua etmiş olsaydı Ebu Cehil dediğimiz insanı bugün bir sahabi olarak anacaktık.” önermesi hem mantık açısından tutarsız ve geçersiz bir önermedir hem de realite açısından anlamsız bir faraziyedir.
Özellikle de dinin esaslarıyla ilgili hayatımızı etkileyecek bir meselede “Şu şöyle olsaydı böyle olur muydu?” gibi farazi ve zannî meseleler üzerinden hükümler üretmeye çalışmak bazı açılardan zararlı hatta tehlikeli bir davranıştır.
Neden?
“İçki helal olsaydı içer miydim?” veya “İçki sarhoş etmeseydi haram kılınmazdı.” şeklinde faraziyeler üreten bir Müslüman düşünün. Dinin genel prensipleri, dünya imtihanının genel usulleri ve alkolün insan sağlığı ve aklı üzerindeki olumsuz etkileri ortadayken “İçki helal olsaydı” diye düşünmek anlamsız ve faydasız bir faraziye olacaktır. Hatta dinin temel prensiplerine dair düşünceler üretirken de zararlı ve tehlikeli sonuçlar verebilecektir.
Çünkü, geçmişte çeşitli örnekleriyle karşılaşıldığı üzere bazı din adamları veya vaizler “Efendimiz (sas) çocuklarını sürekli döven birisi olsaydı bizim de çocuklarımızı sürekli dövmemiz gerekecekti. Çünkü aslolan Peygambere itaattir.” diyebilmektedir. Dikkat edilirse bu faraziye son derece riskli ve tehlikelidir. Peygamber Efendimiz’e (sas) itaatin asıl olduğu elbette bir hakikattir. Ancak böyle farazî bir örnek vermek, bir hakikati abes ve olmamış, hiç gerçekleşmemiş bir hayal üzerinden anlatmaya çalışmak Efendimiz’in hayallerdeki imajını bozmak anlamına gelecektir. Böyle bir düşünceyi farazî olarak bile akıllara getirmek kalplerde ve zihinlerde Efendimiz’e dair olan resimlerin rengini solduracaktır. Bu da önemsenmeyecek bir yanlışlık değildir.
Sonuç olarak: “Efendimiz Amr bin Hişam’ın hidayeti için dua etseydi…” diye başlayan hatalı önermeler zinciri kurmak sadece insanın kendi vicdanını incitmesine yol açar ve buradan şeytana bir vesvese kapısı da aralanabilir. Çünkü böylesi önermeler “Evimizin duvarını beyaza değil de yeşile boyasaydık daha mı iyi olurdu acaba?” tarzında bir faraziye değildir. İnsanın zihnini ve kalbini üstelik de imanıyla ilgili olarak doğrudan etkilemektedir. Çünkü zihin ve kalp iman ve İslam’a dair, Kur’an’a ve Efendimiz’e (sas) dair meselelerde tefekkür etmek için belli bir enerji ister ve insan böylesi anlamsız ve sonuçsuz kalacak faraziyelerle o kudsi tefekküre harcaması gereken enerjiyi boş bir şeye harcamış olur.
Not: Yazı dizisinin birinci bölümü burada sona ermektedir. İkinci bölüm yarın sitemizde yayımlanacaktır.
1 ) Mümin, 60
2 ) Müslim, Birr, 55