13 dk.
25 Mayıs 2025
İmam-ı Azam Ebu Hanife Kimdir? | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

İmam-ı Azam Ebu Hanife Kimdir? | Tek Parça

Soru: İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe kimdir? Bize kendisini tanıtır mısınız?

Cevap: İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe İslam hukuk geleneğinin kurucu ve öncü isimlerinden biri olarak, günümüzde de hayatımızın çeşitli alanlarında etkisi devam eden önemli bir şahsiyettir. Asıl adı Nu‘mân b. Sâbit olan Ebû Hanîfe, miladi 699 (hicrî 80) yılında Kûfe şehrinde dünyaya gelmiştir.

 

Ebû Hanîfe künyesinin anlamı konusunda farklı rivayetler vardır. Literatürde öne çıkan birinci görüşe göre, “Hanîfe” kelimesi Arapçada divit ya da yazı hokkası anlamına gelmektedir. İmâm-ı Âzam’ın ilmî faaliyetleri sırasında sürekli olarak yanında divit ve hokka taşıması nedeniyle, ona bir tür saygı ifadesi olarak “kalemin babası” anlamında Ebû Hanîfe denilmiştir.

 

İkinci görüş ise “Hanîfe” kelimesinin Kur’ân’da geçen ve tevhîd inancı üzerine dosdoğru olan kişileri ifade eden “hanîf” kavramına atfen kullanıldığıdır. Bu yoruma göre Ebû Hanîfe doğruluk, hak ve istikamet üzere bulunan kimselerin manevi öncüsü ya da simgesi anlamında “Hanîflerin babası” olarak anılmıştır.

 

İmâm-ı Âzam lakabı ise kelime anlamı olarak “imamların en büyüğü” anlamına gelir. Bu ifade ilk bakışta abartılı görülebilir. Ancak Ebû Hanîfe’nin yaşadığı dönemde onun ilmî otoritesini tartışan veya bu üstünlüğe itiraz eden bir âlime rastlamak neredeyse mümkün değildir. O, İslam fıkhında gerçekleştirdiği sistematik çalışmalarla büyük bir çığır açmış ve bu nedenle bu lakabı hak ettiği genel kabul görmüştür. Bu bağlamda Ebû Hanîfe’nin gerçekten en büyük olup olmadığı tartışılabilir fakat çok büyük bir âlim olduğuna şüphe yoktur.

 

Ebû Hanîfe’nin etnik kökenine dair tartışmalar mevcuttur. Yaygın kanaate göre ataları Fars asıllıdır ancak Türk veya Arap kökenli olduğuna dair görüşler de dile getirilmiştir. Bu tartışmalar, milletlerin kendi tarihlerine mâl etmek istediği büyük şahsiyetler için anlaşılır olsa da esasen üstünlüğün ve büyüklüğün etnik kimlikte değil, ilim ve takvada olduğunun bilincinde olanlar açısından önem arz etmez.

 

Tarihî kaynaklarda aktarıldığına göre Ebû Hanîfe’nin babası Sâbit ve dedesi Nu‘mân, varlıklı kimseler olup bir gün Hz. Ali’yi ziyaret etmiş ve ona tatlı ikramında bulunmuşlardır. Hz. Ali de onlara ve nesillerine yönelik hayır ve bereket dileğinde bulunmuştur. Bu bağlamda İmâm-ı Âzam’ın, Hz. Ali’nin duasından dolaylı olarak istifade ettiği ifade edilebilir.

İlme Yönelişi ve Eğitim Hayatı
 

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe gençlik döneminde baba mesleği olan kumaş ticaretiyle ilgilenmiş, bu dönemde Kûfe’deki ilmî meclislere de aralıklarla iştirak etmiştir. Ancak kaynaklara göre Ebû Hanîfe’nin düzenli biçimde ilme yönelişi, dönemin önemli âlimlerinden İmam Şa‘bî’nin teşvikiyle gerçekleşmiştir. Ebû Hanîfe’nin kendi ifadelerine göre Şa‘bî, ondaki zekâ ve yeteneği fark ederek, “İlmi ve âlimlerle görüşmeyi ihmal etme; zira ben seni zeki, uyanık ve yetenekli bir genç olarak görüyorum.” demiş ve bu tavsiye Ebû Hanîfe’nin içindeki ilmî yönelişi fiiliyata geçirmesine vesile olmuştur. Bu bağlamda Muhammed Hamîdullah’ın ifadesiyle, “İlmin tadını bir kez alan kişinin bir daha onu terk edemeyeceği” gerçeği Ebû Hanîfe’nin hayatında da kendini göstermiştir.
 

Ebû Hanîfe’nin ilmî tahsili başlangıçta kelâm ilmi üzerine yoğunlaşmıştır. Bir müddet sonra ise İslâm’ın bireysel ve toplumsal hayattaki pratik uygulamaları açısından daha faydalı gördüğü fıkıh ilmine yönelmiştir. Bu yeni yönelişinde hocası olarak tâbiîn devrinin büyük fakihlerinden Hammâd b. Ebû Süleyman’ın ders halkasına katılmıştır. Yirmi iki yaşında talebesi olarak katıldığı Hammâd’ın ders halkasında tam on sekiz yıl süreyle eğitim görmüş, böylelikle kırk yaşına kadar kesintisiz biçimde ilmî faaliyetlerine devam etmiştir.

 

Bu süre içerisinde İmam-ı Âzâm yalnızca Kûfe’deki eğitim halkasıyla yetinmemiş, ilmî ufkunu genişletmek amacıyla dönemin önemli merkezlerinden olan Hicaz ve Basra gibi şehirlere seyahatlerde bulunmuştur. Bu seyahatlerde, Mâlikî mezhebinin kurucusu İmâm Mâlik b. Enes’ten, büyük fakih İmâm Evzâî’den ve Ehl-i Beyt’in önemli simalarından İmam Muhammed Bâkır ile İmam Ca‘fer es-Sâdık’tan da ilmî anlamda faydalanmıştır. Böylece Ebû Hanîfe’nin ilmî kimliği farklı coğrafyaların ve farklı ilmî geleneklerin zenginliğiyle yoğrularak çok yönlü ve derin bir yapıya kavuşmuştur.

 

İslam Dünyasında İlim Halkaları ve İmâm-ı Âzam'ın Dahil Olduğu Halkalar

 

İslâmî ilimler tarihinde önemli bir yer tutan "ilim halkaları" medreselerin ortaya çıkışından önceki ilk ilmî yapılanmalardır. İlim halkaları camilerde âlimlerin etrafında oluşan ve talebelerin diz çökerek ders aldığı eğitim ortamlarıdır. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin doğduğu ve yetiştiği Kûfe şehrindeki Kûfe Camii, bu ilim halkalarının en meşhurlarından biri olarak kabul edilir.

 

Kûfe Camii, Sa‘d b. Ebû Vakkâs tarafından kurulmuş ve burada ilk ilmî eğitim faaliyetlerini büyük sahâbî Abdullah b. Mes‘ûd başlatmıştır. Daha sonra Abdullah b. Mes‘ûd’un ilmî geleneğini sırasıyla Alkame b. Kays, İbrâhîm en-Nehâî, Şa‘bî ve Ebû Hanîfe’nin hocası Hammâd b. Ebû Süleyman sürdürmüşlerdir. Bu ilmî zincirin devamında ise söz konusu ilmî kürsünün başına Ebû Hanîfe geçmiştir.

 

Ebû Hanîfe, ilmî meclisin sorumluluğunu devraldıktan sonra öğrencilerine şu tarihi sözlerle seslenmiştir:

 

“Sizler, kalbimdekileri bilen, dertlerime ortak olan ve benim için her şeyden kıymetli dostlarımsınız. Ben fıkıh denen ata eyer ve dizgin vurup onu terbiye etmek ve sizlere teslim etmek istiyorum.”

 

Ebû Hanîfe’nin bu ifadesi, o dönemde canlı ve gelişmekte olan fıkıh ilminin dağınık ve sistemsiz yapısına işaret eder. Bu durum fıkhın zengin bir potansiyele sahip olmasına rağmen, düzenli ve sistemli bir hâle getirilmemiş olduğunu ortaya koymaktadır. Ebû Hanîfe bu ilmî mirası ele alarak fıkıh ilmini sistematik bir yapı içinde düzenlemiş ve disipline etmiştir. Bir başka ifadeyle İmâm-ı Âzâm tabiri caizse dizginleri olmayan fıkıh ilmini yakalamış, eğitmiş ve onu tutarlı bir metotla geliştirerek İslâm fıkıh geleneğine son derece önemli bir katkıda bulunmuştur. Böylece Ebû Hanîfe’nin gayreti sayesinde fıkıh daha sonraki nesiller tarafından da kolaylıkla takip edilebilen, öğretilebilir ve anlaşılabilir sistematik bir disipline dönüşmüştür.

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin Fıkıh Sistemi

 

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin İslâm hukuk geleneğine en büyük katkılarından biri, fıkıh ilmini sistematik ve metodolojik bir yapıya kavuşturmasıdır. Öncelikle fıkhı konularına göre sınıflandırmış, ayet ve hadislerden hüküm çıkarırken izlenecek yöntemleri net olarak belirlemiştir. Günümüzde genel olarak dört temel şer’î delil olarak bilinen Kitap, Sünnet, icmâ ve kıyası birbiriyle ilişkili alt sistemler hâlinde düzenleyip, bütüncül ve tutarlı bir yapı içerisinde birleştirmiştir.

 

Ebû Hanîfe’nin kurduğu sistemin en belirgin özelliklerinden biri, Kur’ân ve Sünnet’i temel alan ancak aklî muhakemeye ve içtihada da geniş alan açan yapısıdır. Bu yaklaşımda akıl yürütme Kur’ân ve Sünnet’in rehberliğinde gerçekleşir; adeta akıl denen çocuğa yürümeyi bu iki mukaddes ebeveyn öğretir.

 

Ebû Hanîfe’nin fıkhî sisteminin bir diğer temel özelliği, bireysel özgürlüğe atfedilen büyük önemdir. Ona göre din ancak özgür iradeye sahip bireyler tarafından özgür bir ortamda yaşanırsa gerçek anlamına kavuşabilir. Bu özgürlük anlayışı Ebû Hanîfe’nin pek çok içtihadında açıkça kendini göstermektedir. Örneğin, döneminin hâkim anlayışına aykırı olarak reşit kızların kendi evlilikleri üzerinde tam yetkiye sahip olduklarını savunmuştur. Ayrıca bireylerin temel haklarını kısıtlayan veya kişileri özgürlüklerinden vazgeçmeye zorlayan sözleşmeleri geçersiz saymıştır.

 

Akıl yürütme ve bireysel özgürlük kavramlarına verdiği önem, İmâm-ı Âzam'ın fikrî çeşitliliğe ve farklı görüşlere açık olmasını sağlamıştır. Fıkhî sistemi inşa ederken otoriter bir tavır yerine talebeleri ve döneminin âlimleriyle sürekli istişare hâlinde olmuş, farklı fikirlerin de doğru olabileceğini kabul ederek açık fikirliliği benimsemiştir.

Öte yandan Ebû Hanîfe’yi "İmâm-ı Âzam" yapan sadece onun ilmî derinliği ve entelektüel kapasitesi değildir. Aynı zamanda onun ahlâkı, takvâsı, ihlâsı ve Allah’a olan derin saygısıdır. Bu bağlamda Ebû Hanîfe’nin kelâmî ve fıkhî tartışmalara yaklaşımı oldukça öğretici bir örnek teşkil etmektedir. Bu örnekten günümüzde dini tartışmalar içerisinde yer alan kimselerin de çıkarabileceği önemli dersler vardır. İmam gençliğinde sıkça münazaralara katılır ve genellikle galip gelirdi. Ancak öğrencilerini ve yakınlarını bu tür tartışmalardan özellikle men ederdi. Bir gün oğlu Hammâd’ı bir kelâm meselesi hakkında tartışırken görünce onu bundan vazgeçirmişti. Oğlu, "Sen münazara yapıyorsun, bizi neden engelliyorsun?" dediğinde, Ebû Hanîfe’nin cevabı oldukça manidardır:

 

“Biz münazara yaparken, arkadaşımız yanılacak, hataya düşecek diye başımızda kuş varmış gibi hassas davranırdık. Siz ise arkadaşınızın düşmesini istiyor gibisiniz. Arkadaşının hataya düşmesini isteyen, onu tekfir etmek istiyor demektir. Arkadaşını tekfir etmek isteyen ise, arkadaşından önce kendisi küfre düşer.”

 

İşte bu ahlâk ve anlayış, gerçek âlimi sıradan din adamlarından ayıran ve ilmin hakikatini koruyan önemli prensiplerden biridir.

Ebû Hanîfe’nin Ticari Ahlâkı ve Fetvalarına Yansımaları

 

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin ticaret hayatında sergilediği yüksek ahlâkî hassasiyet, ticaretle ilgili verdiği fetvalara da doğrudan yansımıştır. Bu sebeple Ebû Hanîfe’nin ticaret fıkhına dair görüşleri yalnızca kuru, teorik bilgiler olarak değerlendirilemez; aksine içlerinde derin bir ahlâk anlayışını barındıran temel ilkeler şeklinde görülmelidir. Zira İslâm’ın ve imanın temelinde bulunan doğruluk (sıdk), emanete riayet, dürüstlük, sözünde durmak gibi temel prensipler, her mümini ahlâklı bir tutuma sevk etmelidir.

 

Ebû Hanîfe’nin hayatında ilim ve ticaret, ahlâk ve takvâdan ayrı düşünülemez; bu unsurlar onda bir bütündür. Ona göre ilmin gayesi öncelikle ameldir kendisiyle amel edilmeyen ilmin anlamı yoktur. Muhtemelen bu yüzden Ebû Hanîfe’nin ilim halkasından yalnızca fakihler değil, maneviyat ehli önemli sûfî şahsiyetler de yetişmiştir. Örneğin zühd ve takvâ ile yoğrulmuş yaşantısıyla tanınan Dâvûd et-Tâî doğrudan Ebû Hanîfe’nin ilmî meclisinden yetişmiştir. Yine tasavvufun önemli simalarından İbrâhim b. Edhem’in zahirî ilimleri Ebû Hanîfe’den aldığı bilinmektedir. Ayrıca Ma‘rûf el-Kerhî, Bâyezîd-i Bistâmî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi tasavvufun zirve isimlerinin Hanefî mezhebine mensup oldukları tarihî olarak sabittir. Mevlânâ’nın Ebû Hanîfe hakkındaki şu sözü de bu bağlamda oldukça anlamlıdır:

 

“Ebû Hanîfe’ye uyanlar din yolunu kesen eşkıyanın şerrinden, sûfîlere uyanlar ise hilekâr nefsin tuzaklarından kurtulur.”


Siyasî Olaylar Karşısında Ebû Hanîfe’nin Tavrı
 

Gerçek bir âlimin kendi dönemindeki siyasî gelişmelere tamamen ilgisiz kalması mümkün değildir. Ancak gerçek bir âlimin, siyasî gelişmelerin içinde tamamen eriyip gitmesi, olayların akışına kapılarak şahsiyetini ve ilmî duruşunu kaybetmesi de düşünülemez. İmam-ı Âzâm'ın hayatı, bu hassas dengeyi koruma konusunda örnek teşkil eder.

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe yetmiş yıllık hayatının elli iki yılını Emevîler, on sekiz yılını ise Abbâsîler döneminde yaşamış ve bu süreçte önemli siyasi gelişmelere tanıklık etmiştir. Bu gelişmelerin önemli bir kısmı, Hz. Ali'nin soyundan gelenlerin Emevî ve Abbâsî yönetimlerine karşı gerçekleştirdiği başkaldırılarla ilgilidir. Bu isyanların tamamı Hz. Ali evlâdının katliyle sonuçlanmış; İmâm-ı Âzam ise her seferinde açıkça Hz. Ali evlâdının yanında yer almıştır. Bu tutumunu gerek ilmî meclislerinde talebelerine ders verirken gerekse kamuoyuna yönelik sorular karşısında cesurca dile getirmiştir. Kaynaklarda, Emevîlere karşı ayaklanan Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn’e maddi yardım yaptığı da belirtilir. Ancak kendisi bizzat isyanlara katılmamıştır.

Ebû Hanîfe’nin bu net tavrı hem Emevîleri hem de onların muhalifi olan Abbâsîleri rahatsız etmiştir. Emevî Halifesi Mervân’ın Irak Valisi Yezîd b. Hübeyre, Ebû Hanîfe’yi devletin kontrolü altına almak amacıyla kendisine kadılık teklif etmiş ancak İmâm-ı Âzam haksız bir mahkeme kararına imza atacak bir kalemin ucunu açmayı dahi reddecek karakterde bir insandır. Baskılar karşısında tavrını değiştirmeyen Ebû Hanîfe hapse atılmış ve her gün kırbaçlanmıştır.  Sağlığından endişe edilerek serbest bırakıldıktan sonra Mekke’ye gitmiş ve orada İbn Abbâs’ın talebeleriyle birlikte ilmî faaliyetlerini sürdürmüştür.

 

Abbâsîlerin yönetimi ele geçirmesiyle Kûfe’ye dönen Ebû Hanîfe ilmî faaliyetlerini yeniden başlatmıştır. Ancak bir süre sonra Abbâsîlerle Hz. Ali evlâdı arasındaki ilişkilerin bozulması üzerine, Ebû Hanîfe yine açıkça Hz. Ali evlâdını desteklemeye başlamıştır. Hatta Abbâsîler tarafından Hz. Ali evlâdına karşı savaşmakla görevlendirilen bir komutanı görevinden vazgeçirmiştir. Bu tutumu Ebû Hanîfe’yi Abbâsî yönetiminin hedefi haline getirmiştir. Tarih tekerrür etmiş; Ebû Hanîfe’ye bir kez daha, bu defa Abbâsî yönetimince Bağdat kadılığı teklif edilmiştir. Bu teklifi de reddeden Ebû Hanîfe, yetmiş yaşında yeniden hapsedilmiş ve işkence görmüştür. Hapishanede ölmesi ihtimaline karşı serbest bırakılmış ancak ders vermesi ve fetva yayınlaması yasaklanmıştır.

İmâm-ı Âzam’ın Vefatı ve Son Vasiyeti

 

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe vefatının yaklaştığını hissettiği günlerde defnedileceği yer konusunda önemli bir hassasiyet gösterir. Bağdat’ta bulunan Hayzuran Mezarlığı'nın bir bölümü, o dönemde gasp edilerek kamulaştırılmıştır ve asıl sahiplerine haklarının ödenip ödenmediği belirsizdir. Hayatı boyunca helal ve harama karşı son derece titiz davranan Ebû Hanîfe, defin için mezarlığın gasp edilmemiş bölümünü tercih eder ve bu isteğini vasiyet eder. Onun bu tavrı bütün hayatında olduğu gibi ölümü esnasında da hakka riayet eden ve helal-haram ayrımına hassasiyetle yaklaşan bir ahlak anlayışının tezahürüdür. Temiz bir hayat sürmüş olan Ebû Hanîfe’nin temiz bir yere defnedilmeyi arzulaması da bu prensibin doğal bir sonucudur.

Nihayet bu büyük imam, İmam Şafii’nin deyimiyle; “fıkıhta diğer insanların ancak aile fertleri olabileceği”, ümmetin, ilmin dörtte-üçünü kendisine borçlu olduğu kişi, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri Hicretin 150. senesinde bu fani dünyaya gözlerini yumar. Hayatını anlatan isimlerin de belirttiği gibi sıddıkların ve şehitlerin ölümüne benzer bir ölümle bu fani alemden ahirete, zahmet ve vazife yurdundan rahat ve ücret vatanına göçer.

 

Allah kendisinden ebeden razı olsun. Bize bıraktığı eşsiz miras nedeniyle hayatının her saniyesini sonsuz seneler cennet nimetlerine çevirsin. Kıyamete ve haşre kadar lütfunu, rahmetini, gufranını, fazlını, ihsanını Ondan eksik etmesin. Bizlere de onun bıraktığı emanete sahip çıkan, bu değerli mirası daha ileriye taşıyacak yeni âlimler ve büyük imamlar nasip eylesin.