Kerbela'ya Giden Yol | Hasanî ve Hüseynî Meşrepler |1. Kısım
Soru: Bazı eserlerde Hasanî meşrep ve Hüseynî meşrep ayrımının yapıldığını görüyoruz. Bu bağlamda İslam’a hizmet veya tebliğ vazifesi noktasında Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in farklı davrandıkları söyleniyor. Tarihsel olarak bakılınca Hz. Hasan barışçıl bir yol izlemiş ve siyasetten uzak durmuş Hz. Hüseyin ise kıyam ve silahlı mücadeleyi tercih etmiştir. Müspet hareket söz konusu olunca Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin’in davranışlarını nasıl anlamalıyız?
Cevap: Bu konuda farklı düşünceler vardır.
Bir kesim; Hz. Hasan’ın (ra) Müslümanların birliği ve kan dökülmemesi için hilafet hakkından feragat etmesini nazara vererek zulüm ve haksızlıklara karşı sabretmeyi, toplumsal huzuru bozmayacak şekilde pasif direnişi bir yol ve yöntem olarak benimsemişlerdir. Zaten Hasanî meşrep dediğimiz şey de budur. Bunun bir adı da müspet hareket etmektir ki böyle düşünen insanlar; “İnsan müspet harekete tam odaklanmalı, fitne ihtimalinden kaçınmalı ve illa şehit olacaksa ve kendisine şehitlik yazılmış ise savaşarak şehit olmak yerine Hz. Hasan (ra) gibi zehirlenerek, sessizce, insanların fark etmeyeceği bir şekilde şehit olmalı.” diyebilirler. Kendilerine göre haklı da sayılırlar.
Meseleye tarihsel olarak baktığımızda ise şu mülahazaları dikkate alabiliriz:
Hz. Hasan (ra) Hicri 40-41, miladi 661 yılında hilafetten feragat etmiş, bazı şartlar öne sürerek Hz. Muaviye’ye hilafeti devrederek kendisi de ona biat etmiştir. Böylece Efendimiz’in (sas) Hz. Hasan hakkındaki “Benim bu oğlum seyyiddir. Ümit ediyorum ki Allah Teala bununla Müslümanlardan iki büyük topluluğun arasını ıslah edecektir.”1 hadisi de yerini bulmuş, Müslümanlar birkaç sene için de olsa huzurlu bir ortam yaşamışlardır. Hz. Hasan da Medine’ye giderek ömrünün kalanını orada geçirmiş, bazı tarihçilere göre eşlerinden Ca’de tarafından zehirlenmiş, bazılarına göre de eceliyle vefat etmiştir.
Daha sonra Muaviye’nin 19 yıllık iktidarı yaşanmış, Emevi devleti kurulmuş ve kurumsallaşmıştır. Bu sürede Muaviye’nin en tartışmalı icraatı aslında oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesidir. Böylece Efendimiz (sas) ve raşit halifelerden sonra Müslümanların devleti ilk kez veraseti esas alan bir hanedana dönüşmüştür. Muaviye’nin bundaki amacının Müslümanların hilafet veya imamet tartışmaları yüzünden anlaşmazlığa düşmelerini engellemek olduğunu kendisi bizzat söylemiştir ve aslında devletteki bu dönüşüme Medine dışında ciddi bir muhalefet de olmamıştır. Hz. Hüseyin (ra) ve Hz. Abdullah bin Zübeyr (ra) ciddi bir muhalefet sergileseler de Muaviye Hicaz’a giderek bu muhalefeti de önler. Onun devleti veraset sistemine dayalı bir hanedana dönüştürmesi Hasan-ı Basri (ra) gibi pek çok alimin tepkisini çekse de İbn Haldun gibi sonraki dönem uleması içinde Muaviye’nin bu yaptığını Müslümanların hayrına görenler de olmuştur. Nihayet Hz. Muaviye Hicri 60 miladi 680 yılında Şam’da vefat etmiş ve yerine oğlu Yezid geçmiştir.
Hz. Hüseyin (ra) ise bu süreçte Medine’de yaşamaktadır ve Muaviye’nin iktidarı boyunca ona bir muhalefette bulunmamıştır. Sadece Muaviye’nin oğlu Yezid’i veliaht ilan etmesine muhalefet etmiş, bu muhalefet de herhangi bir harekete dönüşmemiştir.
Dolayısıyla Hz. Hasan’ın (ra) hilafeti Muaviye’ye devretmesi ile Muaviye’nin vefatı arasında 19 sene vardır. Bu süre içerisinde Hz. Hasan (ra) ile Hz. Hüseyin’in (ra) tavırlarını birbirlerine alternatif tavırlar veya tutumlar olarak ele almak da doğru olmayabilir. Ancak her ikisinin kendi dönemlerinin şartlarına göre davrandıkları söylenebilir.
Hilafet ve Saltanat
İslam tarihinde Hz. Ebubekirle başlayıp Hz.Hasan ile sona eren dönemi hilafet dönemi, sonrasını ise saltanat dönemi olarak adlandırabiliriz. Hz. Muaviye'den sonra devlet başkanlığı babadan oğula geçmeye başlamış, dolayısıyla hilafetten sultanlığa geçiş yaşanmıştır. Bu nedenle Emevi, Abbasi, Selçuklu veya Osmanlı halifeleri yerine sultanları demek daha doğru olacaktır. Bunların hepsi saltanattır. Efendimiz’in (sas) sıhhati tartışmalı olan bir hadiste geçen “Hilafet otuz yıldır, sonra saltanat olacaktır.”2 ifadesini sahih olarak kabul etmesek bile İslam tarihinde dört raşit halifeden sonraki dönemi hilafet değil saltanat olarak kabul etmek daha doğru olacaktır.
Bu noktada şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İslam tarihi içinde var olan tüm sultanlar arasında (Ömer bin Abdülaziz gibi bir-iki istisna hariç) en iyisi, en dürüstü, en adili, en güzel davrananı, en makulü, en yumuşak huylusu ve diğer insanları en çok düşüneni Muaviye’dir.
Muaviye elbette bir Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan (r. anhüm) değildir. Bu mübarek isimler ayrı bir klasmandır, ayrı bir boyutun insanlarıdır. Fakat Muaviye, kendi klasmanından olan diğer sultanlar arasında en iyisi, en adilidir. Kendisi bir sahabidir. Ancak sahabi ve halife değildir. Sahabi ve halife olanlar kendisinden öncekilerdir. Kendisi ise sahabe halifeleri için olabileceklerin en kötüsü, sultanlar için ise olabileceklerin en iyisidir.
Meselenin geri kalanı ise büyük oranda reel politikten ibarettir. Örneğin Muaviye’nin oğlunu veliaht tayin etmesi reel politiğin bir gereği olarak görülebilir. Çünkü o dönemde devlet başkanı Kureyş’ten olmak zorundadır zira Arapların sadece Kureyş’e itaat edecekleri, Kureyş’in reisliğini tanıyacakları coğrafi ve kültürel bir realitedir. Dolayısıyla Muaviye’nin yönetimi Kureyş’ten başka bir kabileden olana bırakması mümkün değildir. Böyle bir şey devletin bölünmesi demektir.
Dahası, Muaviye’nin oğlunu veliaht tayin etmesinin Kûfe valisi Muğire’nin telkinleriyle olduğu bilinmektedir. Bu noktada bazı tarihçiler Muaviye’nin zaten böyle bir düşüncesinin olduğunu söyleseler de bu söylem o tarihçilerin kendi yorumlarıdır. Kûfe valisi Muğire, Muaviye’ye gelerek oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi ve kendisi hayattayken oğlu adına biat alması hâlinde Müslümanların kendisinden sonra iktidar mücadelesine girişmeyecekleri telkininde bulunmuş, Muaviye de bu durumu makul karşılamıştır.3 İbnü’l Esir gibi tarihçilerin kabul ettiği bu yaklaşım esas alınınca Muğire’nin de Muaviye’nin de en azından makul davranmaya çalıştıkları söylenebilir.
Saltanata geçilmiş olması aynı zamanda; Efendimiz (sas) ve ashabının yaşadığı o berrak hayatın artık kalmadığını, o iklimin var olamayacağını, vahyin reel dünya ile karışarak farklı bir hâl alacağını, İslam’ın pek çok güzelliğinin görülebileceğini ancak Efendimiz (sas) dönemindeki o dupduru, tertemiz hâlinin görülemeyeceğini de göstermektedir.
Yezid, Hz. Hüseyin ve Kerbela
Yezid, yetişme çağında problemli bir insandır. Annesi Meysun Kelb kabilesi mensubudur ve Kelb kabilesi Hristiyan bir çöl kabilesidir. Annesiyle birlikte çöl ortamında yetişmesi istendiği için Kelb kabilesinin yaşadığı bir bölgeye gönderilmiş, orada fasih Arapçayı, şiiri, ata binmeyi ve silah kullanmayı öğrenmiştir ancak bu arada içki ve eğlence dünyasına da alışmaya başlamıştır. Şam’a dönünce orada edindiği oyun, eğlence, içki alışkanlıklarını devam ettirince ve bunlar duyulunca insanların eleştirilerine uğramıştır. Yani Yezid’in bu durumu halk tarafından da açıkça bilinmekteydi.
Meselenin bu kısmı tarihçiler arasında tartışma konusu olmuştur. Kimileri Yezid’in Hristiyanların kültürüyle yetiştiğini söylerler ancak buna dair elimizde net bir veri yoktur. Kelb kabilesinin o dönemde halen bir kısmının Hristiyan olması veya Yezid’in annesinin Hristiyan iken sonradan Müslüman olduğuna dair bir bilgi olmaması Yezid’in Hristiyanlık dininin hâkim olduğu bir kültürde yetiştiğini göstermez. Hatta bu konuda Ebu Mıhnef gibi Şii tarihçiler bile Yezid’in gayr-i meşru eğlenceler düzenleyen fasık birisi olmasına rağmen sahih bir itikada sahip olduğunu söylerler.4
Burada Yezid’in şahsiyetini, ahlakını, adaletini tartışmak zaten abestir ve onun zulümleri sabittir. Ancak kafir olduğuna hükmetmek için elimizde yeterli veri yoktur.
Hz. Muaviye Hicri 53 Miladi 673 senesinde oğlu Yezid’i veliaht tayin etti. Muaviye’nin bundaki amacının Müslümanların hilafet meselesi yüzünden yeni bir iç savaş yaşamalarını engellemek olduğu söylenir. Yezid’in veliaht tayin edilmesine sadece Medine’de Hz. Hüseyin, Abdullah bin Zübeyr ve Abdullah bin Ömer (r. anhüm) gibi bir grup sahabe karşı çıktı. Muaviye’nin onları da bir şekilde ikna ettiği ve tehditle biat aldığı söylenir. Ancak veliaht için biat etme ayrı bir şeydir, Yezid halife (daha doğrusu sultan) olduktan sonra ona halife olarak biat etme ayrıdır. Yukarıda ismi zikredilen sahabiler Yezid’in halifeliğinde ona biat etmediler. Abdullah bin Zübeyr ile Hz. Hüseyin Mekke’ye giderek Yezid aleyhine faaliyetlerine burada devam ettiler. Mesele İslam coğrafyasında iyice duyulunca Kûfeliler Hz. Hüseyin’i (ra) Kûfe’ye davet ettiler ve başlarına geçmesini istediler. Hz. Hüseyin bunun üzerine Müslim bin Akil’i Kûfe’ye gönderdi. Müslim de Kûfe’de Hz. Hüseyin adına biat almaya başladı. Yezid bunu duyunca Kûfe’ye Ubeydullah bin Ziyad’ı tayin etti, o da Müslim’i yakalayıp öldürttü. Bu sırada Hz. Hüseyin, Müslim bin Akil’in davet mektubu üzerine Kûfe’ye doğru zaten yola çıkmıştı. Müslim’in öldürüldüğünü Kûfe’ye yaklaşınca öğrenmişti.
Aslında Abdullah bin Abbas'ın (ra) Hz. Hüseyin’i (ra) Kûfelilerin güvenilmez olduklarından bahisle bu yolculuktan vazgeçirmeye çalıştığı bilinmektedir. Çünkü Kûfeliler Hz. Ali’ye (ra) de Hz. Hasan’a (ra) da bir cins ihanet etmiş, onları yalnız bırakmışlardır. Abdullah bin Zübeyr ve Abdullah bin Ömer (r.anhüma) gibi isimler de Hz. Hüseyin’i vazgeçirmeye çalışmışlardır. Ancak Hz. Hüseyin (ra) rüyasında dedesi Rasulullah’ı (sas) gördüğünü ve “İster lehine ister aleyhine sonuçlansın, başladığı işi tamamlamakla emrolunduğunu” söyleyerek bu tekliflerin hepsini reddetti. Rüyanın mahiyetini soranlara da “Ben bu rüyayı kimseye anlatmadım. Rabbime kavuşuncaya kadar da bunu kimseye anlatmayacağım.” dediği nakledilir.5
Hz. Hüseyin’in (ra) Kufe yolculuğuyla ilgili bir husus daha aktarılır. Hz. Hüseyin yolda meşhur şair Ferezdak ile karşılaşmış ve ona Kûfe’deki durumu sormuştur. Ferezdak; “Halkın kalbi seninle, kılıçları Beni Ümeyye (Emeviler) iledir. İlahi takdir ise gökten iner ve Allah dilediğini yapar.” cevabını verir. Hz. Hüseyin de “Doğru söyledin. Allah’ın dediği olur, Allah dilediğini işler ve Rabbimiz her gün yeni bir iştedir. Takdir hoşumuza gidecek olursa nimetlerinden dolayı Allah’a şükrederiz. O, şükredenlerin yardımcısıdır. Eğer takdir umulandan başka türlü olursa niyeti hak ve takvası da teneşir tahtası olan kimse elbette taşkınlık göstermez.”6 cevabını verir.
1 ) Buhari, Sulh, 9
2 ) Müsned, V, 221
3 ) İbnü’l Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, c. 3, s. 504
4 ) Aktaran; Ünal Kılıç, Yezid b. Muaviye'nin Şahsiyetinin Oluşumunda Etkili Olan Unsurlar, erişim adresi için tıklayınız.
5 ) İbnü’l Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, c. 3
6 ) Taberi, Tarih, c. 2, s. 277-278