18 dk.
18 Kasım 2023
Kervan Baskını-gorsel
Youtube Banner

Kervan Baskını

Soru: Bedir savaşı ve kervan baskınlarıyla ilgili birkaç sorum olacak.

 

Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada Peygamber Efendimiz’in(sas) yanındaki Medineli Müslümanlarla birlikte hareket ederek Ebu Süfyan’ın kervanına çöktüğünü, ticaret kervanındaki malları gasp ettiğinin iddia edildiğini gördüm. Bu iddiaya cevap veren Müslümanların cevapları da beni tatmin etmedi. Siz ne dersiniz?

 

Ayrıca yine Bedir savaşından önce Medineli Müslümanların Mekke kervanlarına sık sık saldırılar düzenlediği biliniyor. Medineli Müslümanlar neden böyle yapmışlardır? 

Üstelik bu saldırılardan birisi de haram aylardan birinde gerçekleşmiştir. Haram aylarda kan dökmek yasak değil midir? 

 

Ayrıca Bedir savaşına neden olan Mekke müşriklerinin düzenlediği kervandaki malların aslında Müslümanlara ait olduğuna dair bilgiler var. Bu bilgiler doğru mudur?

 

Cevap: 

 

Bu konu temelde o dönemin sosyoekonomik realiteleri ve savaş teknolojisi ile ilgilidir. O dönemde savaşlar pek çok yerde baskınlar şeklinde yapılırdı. Sadece Arapların değil başka milletlerin savaş tarzı da genellikle bu tip baskınlar şeklindeydi. 

 

Soruda belirtilen farklı noktalara alt başlıklar hâlinde değinmeye çalışacağız.

 

A) Ebu Süfyan’ın Liderliğindeki Kervana Baskın
 

Bahsedilen olay Bedir Savaşı’yla ilgilidir. Hadis ve siyer kaynaklarında geçen bilgilere göre Hicretin ikinci yılında veya miladi 624 senesinde Mekke’deki Kureyş kabilesinden pek çok ismin ortak olduğu büyük bir ticaret kervanı hazırlanmış, bu kervan Ebu Süfyan’ın sevk ve idaresinde Suriye’ye gitmiştir. Efendimiz (sas) bunu haber alınca ashabını toplamış, kervandaki malların çokluğu ve muhafız sayısının azlığından bahisle bu kervanı Mekke’ye dönerken Bedir’de ele geçirebileceklerini söyleyip ashabını sefere davet etmiştir. Müminler yaklaşık 300 kişilik bir orduyla Medine’den hareket etmiş, Ebu Süfyan da bunu haber alınca Mekke’ye adam göndermiş, Mekkeliler yaklaşık 1.000 kişilik bir ordu hazırlamış, her iki ordu Bedir’de karşılaşmış, bu arada Ebu Süfyan kervanın yolunu değiştirerek herhangi bir zarara uğramadan Mekke’ye ulaşmıştır.

 

Bu olay günümüzden yaklaşık 14 asır önce yaşanmıştır. O tarihlerden önceki yüzyıllarda ve sonraki yüzlerce yıl boyunca da savaşların bir kısmı zaten “baskın” tarzında yapılmakta veya o şekilde başlamaktadır. İster Moğolların ister Göktürklerin ister Vikinglerin ister Cermenlerin tarihi olsun, hepsine bakıldığında savaşların genellikle bir tarafın diğer tarafa baskın yapmasıyla başladığı veya o şekilde devam ettiği görülecektir. Özellikle göçebe kavimler arasında veya bir kavmin kendi iç kabileleri arasındaki savaşlarda ise “baskın” ve “yağma” kavramı neredeyse eş anlamlıdır. Yani bu topluluklarda savaş demek bir tarafın diğer tarafa baskın yapması ve onun obasını, köyünü, şehrini yağmalaması demektir. 

 

Tabii buradaki “yağma” kavramı bizim bugünkü anladığımız manada önüne geleni kırıp dökmek değil, “ele geçirmek” anlamına gelir. Ele geçirilenler ise tarım ürünleri, tarlada henüz hasat zamanı gelmemiş mallar, hayvanlar ve dönemin şartlarına göre diğer ekonomik ürünlerdir. 

 

Bu durum tarihsel, toplumsal ve kültürel açıdan olağan karşılanmalıdır çünkü bu, insanlığın maddi kültürüyle ilgili bir durumdur. Yani neredeyse her toplumda karşılaşılan bir realitedir. Örneğin Osmanlı Devleti de kuruluşundan itibaren I. Murat devrine kadar bu şekilde, yani akınlar ve yağmalar tarzında savaşlar gerçekleştirmiştir.

 

Dolayısıyla Efendimiz (sas) ve arkadaşlarını bugünkü anladığımız manada -haşa- “yağmacı” olarak nitelendirmek bırakın dini hassasiyet sahiplerini, sıradan bir tarih okuyucusu için dahi mümkün değildir. Efendimiz (sas) o günün Arap toplumuna ahlaki açıdan çok şey kazandırdığı gibi savaş ahlak ve hukukunu da kazandırmıştır. O’nun (sas) savaşları öncesi ve sonrasıyla, esirlere muamelesi ve savaşılan topluluklarla ilişkisi gibi yönlerden incelenirse ne demek istediğimiz daha rahat anlaşılacaktır.

 

B) Genel Olarak Kervan Baskınları

 

Yerleşik hayata tam geçememiş, şehirleşme, bazı iş kollarında uzmanlaşma, üretim ekonomisini oluşturma ve sürdürme aşamalarını tamamlayamamış topluluklarda savaşmak, baskın ve yağma ile eş anlamlı sayılabilir. Efendimiz’in (sas) yaşadığı dönemde de Arap coğrafyası şehirleşmeye başlamıştır ancak şehirleşme tam olarak istikrar sağlamış değildir. Yazılı kültüre henüz geçilmemiştir. Ekonomi kurumsallaşmamıştır. Kısacası, Efendimiz (sas) döneminde toplumsal yapı bir geçiş toplumudur ve bu toplumda da savaş kültürü baskın ve yağma üzerine kuruludur. Böyle toplumlarda cephe veya kuşatma savaşlarına çok nadiren rastlanılır.

 

Dolayısıyla mesele toplumsal şartlar ve kültürle ilgilidir. Yani o dönemde savaş elbette baskınlar ve yağmalamalar ile olacaktır. Başka türlüsü düşünülemez. Buna da “kötü”, “yanlış” demek o günün şartlarını bugünden bakarak değerlendirmek anlamına gelir ki bu duruma “anakronizm” denilir. Anakronizm aslında belirli bir zamanda geçen kişileri ve olayları anlatırken zamanları, kişileri ve olayları birbirine karıştırmak demektir. Örneğin “Alparslan Malazgirt Savaşında neden tank ve makineli tüfek kullanmadı?” diye sormak bir anakronizm örneğidir, çünkü o silahları o dönemde kullanma imkan ve ihtimali yoktur. Aynı şekilde “Hz. Ömer’in (ra) adaletli olup olmadığını anlamak için o dönemin kesinleşmiş yargı kararlarına ve duruşma zabıtlarına bakmak gerekir.” demek de anakronizm olacaktır, çünkü o günün şartlarında bizim bugünkü anladığımız manada bir mahkeme ve kayıt sistemi yoktur.

 

Aynı şekilde “Peygamber Efendimiz (sas) ve yanındaki müminler neden kervan basmaya kalktılar?” demek de o dönemin şartlarını hiç bilmemek, bilse bile anlamamak, anlasa bile anlamazdan gelmek demek olacaktır. 

 

Sonuç olarak farklı kültürlerin farklı savaş yöntemleri vardır. Bu durum tarihsel bir gerçekliktir. Burada savaşların altında yatan sosyoekonomik realiteyi, toplumsal gerçekliğe ilişkin altyapıyı görmezden gelmek, sonra da bütün savaş yöntemleri kendi bilgisinden ibaret olmak zorundaymış gibi davranıp “Peygamber ve arkadaşları neden kervan bastılar veya basmaya kalktılar?” gibi bir soru sormak abes olacaktır.

 

İnsanlar tam olarak yerleşik hayata geçip, ekonomik faaliyet tarım ve hayvancılık temelli bir hâle gelince savaşların da temel gayesi bir toprak parçasını fethetmek, fethedilen yerdeki ekonomik kaynakları kendi çıkarı için kullanmak ve geliştirmek olmuştur. Teknolojik ilerleme de belli bir seviyeye geldikten, ateşli silahlar teknolojisi geliştikten sonra bir ülkeyi eskiden olduğu gibi işgal edip oraya yerleşmek artık verimli olmamaktadır. Bu nedenle de 20. yüzyılın ikinci çeyreğinden sonra ülkeler başka ülkeleri işgal etme geleneğini çoğunlukla bırakmıştır. Bu noktada sosyolojik anlamıyla “sömürü” farklı bir boyut kazanmış, postkolonyalist döneme geçilmiştir.

 

C) Dinin ve Kanunların Dönüştürme Gücü

 

İnsanlar dinin, sözün veya kanunların dönüştürme gücüne dair oldukça tuhaf hayallere sahipler. Dinin veya kanunların bir dönüştürücü gücü vardır elbette ancak bu mutlak değildir. Örneğin her ülkede adam öldürmek veya kırmızı ışıkta geçmek yasaktır ve kanunlarda cezaları belirtilmiştir. Ancak bu yasak, bahsi geçen konulardaki insan davranışlarını bir yere kadar etkileyebilmektedir. İnsanlar bütün ceza yasalarına, yaptırımlara rağmen az veya çok cinayet işlemeye yahut kırmızı ışıkta geçmeye devam etmektedirler.

 

Toplumların alışkanlıkları, kültürel yapıları, neyi ne kadar yapabilecekleri gibi konular bir anda değişmez. Bu meseleler ancak ciddi gayretlerle, zamanla ve ısrarla uygulanmaya devam edildikçe belli bir yöne doğru değişebilir. 

 

Örneğin Arap toplumu Efendimiz (sas) döneminde ciddi manada kabileci bir kültüre sahiptir. Dünyaya kabileleri açısından bakmaktadırlar. Müslüman oldukları zaman da bu bakış açısı bir parça ıslah olsa da var olmaya devam etmiştir. Daha Efendimiz (sas) hayatta iken bile Evs ve Hazrec kabileleri arasında tartışmalar çıkabilmiştir.

 

Demek ki toplumların alışkanlıkları, kültürel davranış tarzları, dünyaya bakış açıları bir anda değişmiyor. Bu durumda o dönemde Araplar nasıl giyiniyorsa Efendimiz (sas) de öyle giyindiği gibi yahut Araplar nasıl yaşıyorsa Efendimiz de öyle yaşadığı gibi Araplar nasıl savaşıyorsa Efendimiz de (sas) öyle savaşmıştır. Allah Resulü (sas) meselenin maddi kültüre bakan yönlerini değiştirmeye çalışmamış ancak kadınların, din adamlarının, çocukların öldürülmelerini yasaklamak, esirlere iyi davranmak gibi manevi değerler açısından bazı insani kaideler getirmiştir.

 

Meselenin zamana ve zemine göre değişebilecek yönlerine bakmayınca, toplumsal realiteyi gözetmeyince insanlar tarihte gerçekleşmiş herhangi bir şeyle dalga geçebilirler, alay edebilirler veya o meseleye suçlayıcı yaklaşabilirler. Ama bu yaklaşımların hiçbir anlamı, doğruluğu ve geçerliği olmaz.

 

D) Kervan Baskınının Haram Aylarda Olması

 

Haram aylardan birinde gerçekleştiği iddia edilen kervan baskını Bedir savaşıyla ilgili değildir. Bu baskın siyer kaynaklarında Batn-ı Nahle Seriyyesi veya olayı olarak geçer.

 

Müminlere savaşma izni verilmesi1 üzerine Efendimiz’in (sas) müşriklere karşı aldığı ilk askerî tutumun Kureyş kervanlarının Medine çevresinden geçişlerine engel olmak olduğu söylenebilir. Bunun için de Kureyş kervanlarına çeşitli baskınlar düzenlenmiş ve müşrikler ekonomik baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Hicretten 17 ay sonra Abdullah bin Cahş’ın (ra) komutasında bir birlik Batn-ı Nahle adı verilen mevkiye gönderildi ve güney yönünden gelecek Kureyş kervanını gözetlemekle görevlendirildi. Birlik 8 veya 13 kişiden oluşuyordu. Birlik ticaret kervanını beklemeye başladı. O gün Recep ayının son günüydü. Dolayısıyla haram ayların da son günü idi. Kervan görününce birliktekiler haram ayların son gününde bulundukları için kervana hücum edip etmemekte tereddüt yaşadılar. Kervan o mevkide bir gün bekledi ve ertesi gün kervanın çatışma yasağı bulunan Mekke’nin harem bölgesine gireceği anlaşıldı.  Birliktekiler bu nedenle kervanın ellerinden kaçacağını düşündüler. Nihayet kervana hücum ettiler ve kervanın başındaki kişiyi öldürüp iki kişiyi de esir aldılar. Bir kişi ise kaçıp kurtuldu. Abdullah bin Cahş (ra) ele geçen ganimetleri beşe bölerek beşte birisini Efendimiz (sas) için ayırdıktan sonra kalanını birlikteki askerler arasında paylaştırdı.

 

Birlik Medine’ye dönünce Efendimiz (sas) kervandan esir alınan iki kişiyi hapsetti ancak ganimetten kendisine ayrılan payı başlangıçta kabul etmedi. Hatta haram aylarda savaştıkları için seriyyeye katılan askerleri azarladı. Daha sonra “O ayda (haram ayda) savaş büyük bir günahtır. Allah’ın yolundan alıkoymak… daha büyük günahtır.”2 ayeti nazil olunca Efendimiz (sas) de kendisine ayrılan ganimet hissesini kabul etti.

 

Bu noktada dikkat edilmesi gereken şudur: Haram aylarda savaşmamak o gün için Kur’an ve sünnetin bir emri değil, Arapların bir geleneğidir. “Haram ay” demek İslami fıkıh literatüründeki “haram” kavramını ifade etmez. Kelime anlamına uygun şekilde “Hürmet edilen ay” anlamına gelir. 

 

Efendimiz’in (sas) haram ayda savaştıkları için seriyyeye katılan sahabileri azarlaması ise dini açıdan bir günah veya haram işledikleri için değil, Arapların örfüne saygı göstermedikleri, bu nedenle tebliğ faaliyetlerinde zorluk yaşanabilme ihtimali içindir. Çünkü bu olay çevrede duyulunca Yahudiler ve müşrikler “Muhammed ve ashabı haram ayda kan döktü.” şeklinde propaganda yapmaya başlamışlardır. Bu da müminlerin imajı açısından olumlu bir durum değildir. Fakat ayet nazil olunca müminler açısından mesele halledilmiş demektir.

 

Kur’an’ın haram aylarda savaşmanın veya kan dökmenin büyük bir günah veya hata olduğunu söylemesi muhtemelen o dönemin örfüne yapılan bir göndermedir, âmir bir hüküm değildir. Eğer gerçekten haram aylarda savaşmak, açık haramlar olan içki içmek, haksız yere adam öldürmek, domuz eti yemek gibi haram bir fiil olsaydı Efendimiz (sas) haram aylarda Taif kuşatması ve Huneyn savaşı gibi çatışmalara girişmezdi. Zaten fıkıh geleneğimizde de haram aylarda savaşma yasağının daha sonradan Bakara 191, Tevbe 5 ve 36. ayetleri ile neshedildiği görüşü yaygındır.

 

D) Kervandaki Mallarda Müslümanların Payı Meselesi

 

Bu meselenin iki noktası vardır.

 

Birincisi: Siyer kaynaklarında geçtiği gibi, muhacirlerin Mekke’den Medine’ye hicret etmelerinden sonra Mekke’de kalan mallarına Mekkeli müşrikler el koymuşlardır. Örneğin Abdullah bin Cahş’ın (ra) ve Süheyb-i Rumi’nin (ra) mallarına Kureyş’in ileri gelenlerinin el koyduğu bilinen gerçeklerdendir.3 Bunun dışında pek çok muhacirin de mallarına el konulduğu ve onların talan edildiği tarihsel bir gerçektir.4 

 

Elbette ki muhacirlerin bu talan edilen mallarının bir dökümü yoktur ancak hicretten hemen sonra Mekkelilerin çoğunun ortak olduğu büyük bir kervanda muhacirlerin mallarının da bulunması düşük bir ihtimal değildir. Örneğin Hz. Osman (ra) zengin bir insandır, malı mülkü çoktur. Ancak hicret için Mekke’den ayrıldığında yanında sadece 7.000 dirhem olduğu kaydedilmiştir.5 7.000 dirhem o dönem için üstelik de Hz. Osman (ra) gibi bir insan için büyük bir meblağ sayılmaz. Hz. Osman’ın İslam adına yaptığı infaklar ve tasadduklar nedeniyle de malının bir kısmının azaldığı söylenebilir ancak yine de elinde sadece 7.000 dirhemin kaldığını söylemek pek mümkün değildir. Nitekim Hz. Ebu Bekir’in de (ra) Müslüman olduğu zaman elinde 40.000 dirhem kadar bir birikimi olduğu, hicret için yola çıktığında sadece 4000 veya 5000 dirheminin kaldığı söylenir.6 Demek ki bu zatların da geride bıraktıklarına Mekkeli müşrikler tarafından el konulmuş olması hatta düzenlenen büyük kervana el konulan malların da dahil edilmiş olması büyük bir ihtimaldir.

 

Bu durumda Medineli Müslümanların veya muhacir olan Müslümanların bu kervana saldırı düzenlemeleri makuldür denilebilir.

 

İkincisi: Fakat meseleyi sadece buna indirgemek en azından tarihsel açıdan doğru olmayacaktır.

 

Çünkü dönemin gelişmeleri dikkatli okunduğunda görülecektir ki Müslümanlar Medine’de yeni bir oluşum başlatmışlardır ve bu oluşum kendi varlığını, gücünü Arap coğrafyasına göstermek, kanıtlamak zorundadır. Dönemin kabile tipi toplumsal yapısı bunu gerektirmektedir. Hatta Mekke ve Medine çevresindeki kabilelerle anlaşmalar yapmak, onları uzlaşmaya ikna etmek için de Müslümanların o coğrafyada seriyyeler düzenlemeleri ve başarılı olmaları gerekmektedir. Çöl kabileleri bu tip anlaşmalarla zapturapt altına alınmazlarsa her an her türlü saldırı ve yağmaya hazırdırlar.

 

Diğer yandan önemli bir bilgi de şudur ki; Efendimiz (sas) ve arkadaşları özellikle Kureyş kervanlarını rahatsız etmeye odaklanmışlardır. Diğer kervanlara dokunmamışlardır. Çünkü Mekke müşrikleri birinci dereceden, somut ve doğrudan düşmandır. Yıllarca Mekke’de Müslümanlara kan kusturmuşlar, hicretten sonra da Müslümanların mallarına el koymuşlar, Medine’li Ensar’a hakaretler ve tacizlerde bulunmuşlar, tehdit mektupları göndermişlerdir. Hatta Kürz bin Cabir komutasındaki Mekkeli bir birlik Medine yakınlarında bir çiftliğe saldırı düzenlemiştir7 ki bu da bugün için bile açık bir savaş sebebidir.

 

Bütün bunlar Müslümanlara Mekke kervanlarını engelleme hatta o kervanlara saldırma hakkını vermektedir. 

 

Diğer yandan Efendimiz’in (sas) Mekkelilerin kervanlarını rahatsız etmek gibi bir amacının olduğu ancak bu operasyonları bir savaşa dönüştürmek gibi bir düşüncesinin olmadığını söylemek de mümkündür. Çünkü Bedir Savaşına kadarki seriyye dediğimiz küçük çaplı operasyonlara katılan Müslümanların sayısı genellikle çok azdır. Hatta Mekkelilerin kervanlarını korumak için görevlendirdikleri muhafız sayısından bile az olan seriyyeler olmuştur. Örneğin Sad bin Ebi Vakkas (ra) komutasında düzenlenen Harrar seriyyesine katılan Müslümanların sayısı 20 veya 21’dir. Kureyş kervanı ise 60 kişiliktir. Rabiğ seriyyesinde Müslümanların sayısı 60 veya 80’dir ancak Kureyş kervanı 200 kişiden oluşmaktadır.8

 

Demek ki Efendimiz’in (sas) amacı savaş çıkarmak veya sadece yağma yapmak değildir.

 

Peki bu seriyyelerin amacı ne olabilir?

 

Bu amaçların ilki Suriye ticaret yolunu kontrol altına almaktır. Böylece Kureyş müşriklerinin Suriye ile ticaretleri engellenecek, onlar ekonomik olarak zayıflatılacaktır. Bu da Müslümanların bölgedeki güçlerinin artması ve üstünlüğü ele geçirmeleri demektir.

 

Bir başka amaç da Medine’nin iç ve dış güvenliğinin sağlanmasıdır.

 

Ayrıca özel bir istihbarat ve haberleşme ağı kurmanın da bu seriyyelerin özel amaçlarından birisi olduğu söylenebilir.

 

Diğer yandan Mekke, Arapların gözünde dini ve kültürel bir merkezdir. Arap coğrafyasına hem askeri hem de kültürel anlamda galebe etmenin, hâkim olmanın yolu da Mekke’ye hâkim olmaktan geçmektedir. Mekke’ye hâkim olmanın bir yolu da ekonomik olarak Mekke’ye galebe etmektir.

 

Dindar Müslüman İmajları

 

İnsanların çoğunun zihninde iki türlü dindar Müslüman imajı vardır:

 

Birincisi; dindar bir Müslümanın dünya ile hiçbir alakası yoktur. Az yer, az konuşur, az uyur (bunların faziletlerine dair mesele başka bir konudur), mümkünse evlenmez, kadınlardan uzak durur, bir köşede ibadetiyle-duasıyla meşgul olur.

 

İkincisi; dindar bir Müslüman her yönüyle mübarek bir insandır. Bir dua etse gökten altınlar yağar, her istediği olur. Bir problemle karşılaşsa melekler ona yardım eder. 

 

Bu imajların ikisi de yanlıştır, hayal ürünüdür. 

 

Aslında İslam’ın realitesi, hayatın normal kuralları içinde normal bir insan olarak yaşanması, devlet idaresinin kendi realitesine uygun bir şekilde sürdürülmesi, devlet başkanının da normal bir devlet başkanı olarak yaşaması, fakat bütün uygulamalarda kalbin sadece Allah’a müteveccih olması, Allah’ın rızasının öne alınması ve güzel ahlaktan vazgeçmeden bir hayat sürdürmektir.

 

Bu çerçevede Efendimiz’in (sas) sıradan bir devlet başkanı gibi ekonomik veya askeri stratejiler gütmesi, bu tip mücadelelere girmesi insanlara tuhaf gelebilir çünkü bu uygulamalar onun zihnindeki peygamber imajına uymamaktadır. Ancak realite odur ki Efendimiz (sas) bir beşerdir. Aynı zamanda bir aile reisi, bir baba ve dede, bir komutan, bir yargıç ve bir devlet başkanıdır. Tabii bunların hiçbirisi Onun asıl nitelikleri değildir ve bu tanımların bir kısmı günümüz kavramlarının çağrışımlarıyla anlaşılmaya müsaittir ancak başka türlü ifade edilmesi de zordur. 

 

Sonuç olarak Mekkelilerin kervanlarına seriyyeler düzenlenmesinin siyasi, askeri ve ekonomik yönleri de bulunmaktadır. Mesele basitçe “yağmacılık, eşkıyalık” gibi negatif kavramlarla ifade edilemez. Konuya böyle yaklaşmak en hafif tabirle anakronizm olacaktır. Daha önceki bölümlerde ifade ettiğimiz üzere o dönemin askeri ve siyasi mücadeleleri bu tarzda olmaktadır. O dönemin savaş kültürü böyle davranmayı gerektirmektedir, Efendimiz (sas) ve Müslümanlar da böyle davranmışlardır.
 

Ekonomik Savaş ve Asıl Gaye

 

Sümame bin Usal (ra) Yemame bölgesindeki kabilelerden birinin iki reisinden birisidir ve Yemame, Bahreyn'in en önemli parçalarındandır. O bölge aynı zamanda Mekke’nin de tahıl ambarı gibidir çünkü Mekke’ye buğday Bahreyn ve Yemame bölgesinden gelmektedir. Hz. Sümame (ra) Müslüman olunca Mekke’de umre yapar ve Mekkelilere “Ben dinlerin en hayırlısına, Muhammed’in dinine tabi oldum. Bundan sonra O izin verene kadar size Yemame’den bir erzak tanesi bile gelmeyecek.”9 der. Hakikaten de dediğini yapar ve Mekke’ye gıda sevkiyatına engel olur. Mekkeliler ise Efendimiz’e (sas) mektup yazarak Mekke’de açlığın hakim olduğunu, Mekke’deki akrabaları hatırına Sümame’yi bundan vazgeçirmesini isterler. Efendimiz de (sas) Sümame’ye mektup yazarak Mekke’ye hububat ve gıda sevkiyatını yeniden başlatır.

 

Demek ki Mekke’ye karşı ekonomik savaş başarıya ulaşmış, istenilen şey elde edilmiştir. Ancak Efendimiz (sas) Mekkelilerin açlıktan perişan olmasını da istememiştir çünkü amacı bu değildir. Amaç hasıl olunca da ekonomik ambargo sonlandırılmıştır. Ayrıca Efendimiz’in (sas) Mekke’ye gıda sevkiyatını yeniden başlatması Mekkelilerin Efendimiz’e ve İslam’a karşı kalplerinin yumuşamasını da sağlamıştır denilebilir. Zaten Efendimiz’in asıl niyeti de budur.

 

Sonuç olarak kervan baskınlarının iki temel amacı olduğu söylenebilir:

 

Birincisi: Arap coğrafyasında Medine’nin de en az Mekke kadar ciddiye alınmasını sağlamaktır. 

 

İkincisi: O dönemde dini merkez olan dolayısıyla şirkin merkezi konumunda bulunan Mekke’nin ekonomik, siyasi ve askeri açılardan zayıflatılmasıdır. Çünkü Mekkeliler artık şirk adına eskisi gibi güçlü olamayacaklar, istedikleri zaman istedikleri kabilelerden istedikleri kadar asker toplayamayacak hâle geleceklerdir ki netice de aynen böyle olmuştur.

 

Bu bağlamda yeri gelmişken siyer okumaları yapılırken uygulanabilecek iki önemli hususu tavsiye edip konumuzu bitirmiş olalım:

 

Birincisi: Gerek tarih gerekse siyer okurken dönemin genel şartlarını, kültürel ve toplumsal yapısını göz ardı etmemek gerekir. 

 

İkincisi: Efendimiz (sas) ve müminlerin kendi kültürel ve toplumsal yapılarına uygun hareket ettiklerini unutmamak önemlidir.
 


 

1 ) Hac, 39

2 ) Bakara, 217 (Tam meal şu şekildedir: Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: “O ayda savaş büyük bir günahtır. Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı ise adam öldürmekten daha büyüktür. Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.”

3 ) İbn Hişam, Sire, c. 2, s. 221

4 ) İbn Sa’d, Tabakatu’l Kübra, c. 3, s. 227

5 ) Belazuri, Ensab, c. 1, s. 460

6 ) Belazuri, a.g.e., c. 1, s. 460

7 ) İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 9

8 ) TDV, DİA, Rabiğ seriyyesi ve Harrar seriyyesi maddeleri

9 ) Buhari, Megazi, 71; Müslim, Cihad, 59