Korunma Duaları ve Duanın Hakikati | 1.Kısım
Soru: Deprem, sel, yangın, kaza ve benzeri belalardan, musibetlerden korunmak için okunması gereken dualar var. Örneğin “Bismillâhillezi lâ yedurru ma’asmihi şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves-semi’ul alim.” bu dualardan en genel ve meşhur olanı. Efendimiz (sas) bu duayı sabah ve akşam üçer kere okuyana bir zarar gelmeyeceğini beyan ediyor. Fakat günlük hayatta bakıyoruz ki bu dualar okunsa da okunmasa da başımıza bazı zararlar gelebiliyor. Bu durumda “zarar gelmez” ibaresine rağmen zarar gelmişse dua kabul edilmemiş mi demektir? Yoksa duanın kabulü mü ertelenmiştir?
Cevap: Efendimiz (sas) “Her kim ki her sabah ve her akşam üç defa “Bismillâhillezî lâ yedurru mea’smihî şey’ün fi’l-ardi velâ fi’s-semâ’ ve hüve’s-semîu’l-alîm” (İsmi sayesinde yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah’ın adı ile… O, semi’ (hakkıyla işiten) ve alimdir (hakkıyla bilendir.) derse ona hiçbir şey zarar vermez.”1 buyurmuştur.
Herhangi bir zarardan korunmaya dair bir başka rivayet de şu şekildedir:
“Allâhümme ente Rabbî! Lâ ilâhe illâ ente. Aleyke tevekkeltü ve ente Rabb'ül-arşi'l-kerîm. Mâşâa'l-lâhu kâne ve mâ lem yeşe’ lem yekün; ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bi'l-lâhi'l-aliyyi'l-azîm. A'lemü enne'l-lâhe alâ külli şey'in kadîr; ve ennellâhe kad ehâta bikülli şey'in ilmâ! Allâhümme innî eûzu bike min şerri nefsî ve min şerri külli dâbbetin. Ente âhizün binâsıyetihâ. İnne Rabbî alâ sırâtın-müstakîm!”
(Allah’ım! Sen benim Rabbimsin! Senden başka ilah yoktur. Ben sana tevekkül ettim ve sen yüce arşın sahibisin. Allah neyi dilerse o olur; dilemedikleri ise olmaz. Havl ve kuvvet yüce ve büyük Allah’ındır. Ben biliyorum ki Allah'ın her şeye gücü yeter ve O’nun ilmi her şeyi kapsamaktadır. Allah’ım! Ben nefsimin şerrinden sana sığınıyorum. Ayrıca perçemleri senin elinde olan diğer bütün canlılardan da sana sığınıyorum. Şüphe yoktur ki benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir.”2
Bu konuda birkaç nokta birbirinden ayırt edilip iyi anlaşılmalıdır. Bu nedenle mezkur noktaları maddeler hâlinde açıklamaya çalışacağız:
Birincisi: Nazar veya Bakış Açısı Meselesi
Nazar veya bakış açısı insanın herhangi bir konuya yaklaşım biçimi, konuyu anlama tarzı, değerlendirme yöntemi demektir. Her insanın günlük hayattaki olaylara yaklaşımı farklı olabilir. İnsanlar bu konu üzerinde yeterince ve doğru bir düşünce mesaisi de harcamayabilir. Ancak meseleleri ele alış tarzımızı ve yorumlama yöntemimizi sorgulamak, bu tarz ve yöntemin Kur’an ve sünnete ne kadar uygun olduğunun farkında olmak önemlidir.
Konunun bu yönü mevzuya bizim nasıl baktığımızla ilgilidir. Bu konuda nazarların, bakış açılarının ne olduğu ve nasıl ayarlanmış bulunduğu iyi tespit edilmelidir. Herkes “Benim bu konuda nazarım nedir?” sorusunu sorup doğru cevabı bulmalıdır.
Örneğin bir insan samimiyetle her gün bu duaları okumaktadır. “Ben bu duaları okudum, o zaman bela gelmeyecek.” diye düşünebilir. Sonra bir bakar ki bir gün cep telefonu kaybolmuştur. Cep telefonunun kaybolması onun için bir zarar gibi görünmektedir. Ancak o insan “Duayı okuyanlara ‘zarar vermez’ buyrulmuştur. O hâlde cep telefonumun kaybolması bir zarar değildir. Bana isabet edecek olan 10 Bin Liralık bir zararın ortadan kaldırılması için cep telefonumun bedeli olan 5 Bin Liranın benden sadaka olarak alınmasıdır. Demek ki ben bir sadakayı ihmal etmişim ve bu 5 Bin Liralık kayıp benden o sadakaya bedel alınmıştır. O halde cep telefonumun kaybolması benim için hayır olmuştur, bir zarar veya bela olmamıştır.” şeklinde de düşünebilir. Bu bir bakış açısı ve başa gelen olayları yorumlama yöntemidir.
Bazı insanlar bu nazarı veya yaklaşımı Polyannacılık olarak görebilir. Ancak bu düşünce sahte bir mutluluk oyunu değildir. Temeli ayet ve hadislere dayanan, ortalama bir Müslüman için olayları değerlendirme tarzı olması gereken bir yaklaşımdır. Çünkü Efendimiz (sas) o duaları okuyanlar için “Zarara uğramayacaklardır.” buyurmuştur. O hâlde Efendimiz’in (sas) sözüne güvensizliği çağrıştırabilecek duygu ve düşüncelerin en azından sorgulanmaları makuldür. Diğer yandan bizim bireysel duygu ve düşüncelerimizin, Efendimiz’in (sas) emir ve tavsiyeleri karşısında ne kadar değerli ve geçerli olabilecekleri de düşünülmelidir. Efendimiz’e itimadı olan, şuurlu ve samimi bir şekilde bu duayı okuyup sonucuna güvenen bir insan gün gelir bu itimadın o kaybolan cep telefonunun kısa süre içinde bulunması gibi bir hediyeyle ödüllendirilir. Bir başka günse “Zarara uğradım.” şeklinde düşünülen başkaca maddi ve manevi kayıpların telafi edilmesi gibi bir inayetle de ödüllendirilebilir. Bu anlatılanlar kuru iddialar değildir; yaşanmış, tecrübe edilmiş vakalara binaen söylenmektedir.
Meselenin en önemli kısmı bizim olayları değerlendirme biçimimizdir. Kaybolan cep telefonu karşısında “Bu bir zarardır, bir beladır.” veya “Bu benden ihmalime bedel alınmış bir sadakadır.” dememiz mümkündür. Her ikisi de bizim nazarımızla ilgilidir ve konuya yaklaşımımız sonucu vardığımız yargılardır.
Bizler çoğumuz itibariyle eşyanın perde arkasına vâkıf insanlar değilizdir. Olanlarımız da kısmen vâkıftır. Bu nedenle olayları genellikle perde arkasındaki hakikatlerini görmeden değerlendirir ve yorumlarız. Bu yorumlarımızda her ne kadar hakikat eksenli olmaya çalışsak da bazen yanlışa düşmemiz kaçınılmazdır.
Örneğin Bediüzzaman Hazretleri 23 Mart 1960 tarihinde vefat etmiş ve başlarda Şanlıurfa’ya defnedilmiştir. 27 Mayıs ihtilalinden sonra naaşı başka bir yere nakledilmiştir. Sağlığında “Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Kabrim gizli kalacaktır.” demiştir. Bediüzzaman’ın en yakın talebelerinden olmayan ancak sağlığında onunla görüşmüş, ders halkasında bulunmuş bir zat Bediüzzaman’ın bu vasiyetini onun gelecek hakkında bir konuda kesin haber vermesi şeklinde algılamıştır. Bediüzzaman’ın kabrinin Şanlıurfa’da herkesçe bilinen bir yerde olması nedeniyle bu algısının oluşturduğu hayalleri kırılır, Bediüzzaman’ın gelecekle ilgili verdiği bir haberin yanlış çıktığını zanneder ve hüsn-ü zannını da yitirecek noktaya gelir. Sonrasında Bediüzzaman’ın naaşının alınarak kabrinin değiştirilmesi karşısında meseleyi anladığını ifade eder.
Bu hatıranın konumuzu ilgilendiren yönü şudur: Bediüzzaman’ın “Mezarım gizli kalacaktır.” sözüne itimat eden zat bakış açısını yanlış ayarlamış, belki acele etmiş, “Gizli kalacaktır.” sözünü anında, sebeplerden bağımsız ve bütün değişkenlerden muaf bir şeklide algılamış, bu nedenle o sözün hemen ve tüm şartlardan bağımsız bir şekilde gerçekleşmemesi karşısında hayal kırıklığına uğramıştır.
Benzeri bir hayal kırıklığı konumuzla ilgili hadislerdeki “Zarar vermeyecektir, zarar vermez.” şeklindeki ibarelere karşı da gerçekleşebilecektir. Çünkü hadisteki “Zarar vermez.” sözüne karşı “Zarar nedir, her olumsuz şey zarar mıdır, zarar vermeme sebeplerden bağımsız, mutlak ve tüm değişkenlerden muaf bir şekilde mi gerçekleşecektir?” soruları bizim konuya karşı nazarımızı belirleyecek sorulardır. Bu nedenle cevaplarının iyi ve doğru verilmesi gerekmektedir.
Konuyla ilgili daha ciddi bir örnek Hudeybiye Antlaşması sürecinden verilebilir. Bilindiği üzere Hudeybiye Antlaşmasının bazı maddeleri zahiren Müslümanların aleyhine görünmektedir. Örneğin anlaşma metninin başına Müslümanlar Besmeleyi yazmış ve metinde de Efendimiz’den (sav) “Allah’ın Rasulü” olarak bahsedilmiştir. Müşriklerin isteği üzerine besmele lafzı yerine “Bismikellahümme” yazılmış, “Allah’ın Rasulü” ibaresi de silinerek “Muhammed b. Abdullah” yazılmıştır. Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebu Cendel (ra) Müslüman olduğu için baskılardan kaçarak tam o süreçte Hudeybiye’de Müslümanlara sığınmış ancak antlaşma gereği Mekke’ye iade edilmek zorunda kalınmıştır. Yani ortada Müslümanların taviz verdiği hatta küçük düşürüldüğü şeklinde yorumlanabilecek olaylar vardır. Hz. Ömer (ra) de tüm bunlar karşısında zorlanmış ve durumu sindirmek adına Hz. Ebu Bekir (ra) ile aralarında şöyle bir diyalog gerçekleşmiştir:
Hz. Ömer: Muhammed (sas) Allah’ın Resulü değil midir?
Hz. Ebu Bekir: Evet, Allah’ın Resulüdür.
Hz. Ömer: Biz Müslüman değil miyiz?
Hz. Ebu Bekir: Evet Müslümanız.
Hz. Ömer: Onlar müşrik değiller mi?
Hz. Ebu Bekir: Evet, müşrikler.
Hz. Ömer: O halde dinimiz yolunda ne diye zillete düşüyoruz?
Hz. Ebu Bekir: Onun (Muhammed) emrine (yaptıklarına, işlerine) güven. Şehadet ederim ki o Allah’ın Resulüdür.
Hz. Ömer: Ben de şehadet ederim ki o Allah’ın Resulüdür.
Daha sonra Hz. Ömer (ra) aynı soruları Efendimiz’e (sas) de yöneltmiş, Efendimiz de “Ben Allah’ın kulu ve Rasulüyüm. Elbette Allah’ın emrine muhalefet etmem. Allah beni pişman etmez.” cevabını vermiş, bunun üzerine Hz. Ömer (ra) ikna ve pişman olmuş, o günkü tavrının affedilmesi için hayatının sonraki dönemlerinde bile çokça köle azat edip sık sık sadakalar vermiştir.3
Bu örnekte -haşa- Hz. Ömer’in (ra) Efendimiz’e (sas) bir itimatsızlığı, bir güven sarsıntısı olduğunu söylemek istemiyoruz. Böyle bir iddiadan Allah’a sığınırız. Örnekten kastımız, bir insanın kendisi için bir meseleyi değerlendirmede kendi nazarının meselenin kendisinden daha önemli olabileceğidir.
1 ) Ebu Davud, Edeb, 101; Tirmizi, Daavat, 13
2 ) Beyhaki
3 ) İbn-i Hişam, Sire, III, 332