Kur'an'da astronomiye dair yanlış bilgiler mi var? | 1. Kısım
Soru: Kur’an’da astronomiyle alakalı yanlış bilgiler bulunmuyor mu? Örneğin yedi adet gök yaratıldı deniyor. Allah’ın o göğün en büyüğünde oturduğundan bahsediliyor. Göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı söyleniyor. Yıldızlar kandil, ay da bir nur topu olarak görülüyor. Yıldızların veya gök taşlarının şeytanlara atılan taşlar olduğu ileri sürülüyor. Bu anlatımlar bugünkü bilimsel bilgilerimizle uyumlu mu? Bu meseleyi nasıl izah edersiniz?
Cevap: Bu konuda bazı ilke ve uygulamalar Kur’an’da birer astronomi kavramı olarak geçtiği düşünülen kavramlarla bir arada ve maddeler hâlinde sıralanacaktır. Böylece konuyla ilgili temel prensipler, ilgili ayetlerin doğru anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.
Birincisi: Kur’an’ın mealleri ve tefsirleri Kur’an’ın kendisi değildir. Kur’an başka bir şeydir, mealler ve tefsirler başka metinlerdir. Bir diğer ifadeyle, Kur’an mealleri ve tefsirleri Kur’an ile özdeş metinler değildir. Kur’an meallerinin ve tefsirlerinin yazarları insandır. Kur’an ise doğrudan Allah kelamıdır. Mealler ve tefsirler Kur’an’ın anlamını doğru yansıttıkları ölçüde kıymetlidir.
Bu ilkeden hareketle denilebilir ki; soruda geçen “yedi adet gök”, “Allah’ın göğün en büyüğünde/yükseğinde oturması”, “yıldızların kandil ayın ise bir nur topu olması” gibi ibareler Kur’an’da bire bir zikredilen ibareler değildir. Muhtemelen soru sahibi de okuduğu meallerden veya tefsirlerden aklında yanlış kaldığı şekliyle aktarmıştır. Öyle bile olsa o ibarelerin çoğunun meal ve tefsir yazarlarının öncelikle kendi yorumları olduğu unutulmamalıdır. Meal veya tefsirde yazan bir şeye bakarak “Kur’an’ın bu konudaki asıl kastı budur.” denilemez. Bu hem dini hem de ilmî bir yaklaşım değildir. Aynı zamanda mantıksızdır. Bilimsel yönteme de uygun değildir. Çünkü çeviri veya yorum kendini üreteni bağlarken orijinal metnin doğru anlamı orijinal metnin sahibini bağlar.
İkincisi: Kur’an’da Allah Teala’ya izafe edilen herhangi bir mekân yoktur. “Yedi adet göğün üzerinde oturma” gibi bir ibare Kur’an’da da hadislerde de zaten geçmez. Böyle bir tasavvur itikadi bir problem oluşturur. Çünkü Allah Teala zamandan münezzeh olduğu gibi mekândan da münezzehtir.
Ancak taht anlamına gelen “arş” kavramı tarih boyunca tartışılmıştır. Arş kavramını ayet ve hadislerin zahirlerine perestiş eden sonraki dönem Selef ulemasından bazılarının somut bir nesne gibi algıladıkları düşünülür. Bununla birlikte ilk dönem selef uleması ve sonraki dönem selefiye alimleri dahi Allah’a atfedilen el, yüz, arş gibi kavramların Allah’a özgü olduğunu, beşeri özelliklere benzemediğini söylerler. Ancak bunların keyfiyetlerinin yani aslında ne olduklarının tartışılmasına, bu konuda akıl yürütülmesine ve bu kavramların tevil edilmesine karşı çıkarlar. Onlara göre bu kavramları zahirlerine göre anlayıp bırakmak gerekir. Yani ilk dönem selef uleması arş gibi müteşabih kavramları veya ayetleri izah etmemişler, ayetin zahiri manasından Allah’ı tenzih etmişler, mahiyetini ise Allah’ın ilmine havale ederek fazladan açıklamalara gerek duymamışlardır. Sonraki dönem kendilerine selef diyen bazı alimlerin Kur’an’da ve hadislerde geçen “arş” kavramının alemden ayrı bir nesne olduğu, yedinci kat göğün üzerindeki Adn ve Firdevs cennetlerinin üzerinde kubbe şeklinde bir taht olduğu, kainatın da bu tahttan idare edildiği şeklinde söylemleri de bu kavramları nesneleştirdikleri anlamına gelmez. Çünkü onlar da bu kavramların mahiyetlerinin bilinemeyeceğini belirtirler. Ancak geçmiş dönemlerdeki alimlerimizin bu konudaki tartışmaları sonuçta orta çağ tartışmalarıdır ve Kur’an’ı, Müslümanları bağlayan, kendilerine mutlaka inanılıp itibar edilmesi gereken, aksi hâlde kişiyi dinden çıkaracak kadar mutlak düşünceler değildir. Dolayısıyla bu tartışmalar ve fikirler o dönem insanlarının sorunudur.
Arş kavramı aslında “hakimiyet alanı” demektir. Daha doğrusu bir hakimiyet merkezini isimlendirmede kullanılan özel bir terimdir. Bugün nasıl ki uluslararası bir meselede “Beyaz Saray bu konuda şu açıklamayı yaptı.” veya “Kremlin bu konuda şiddetli tepki gösterdi.” gibi ibareler kullanılır. Beyaz Saray kavramından Amerika’yı, Kremlin kavramından da Rusya’yı anlarız. Yahut birisine “koltuk sevdalısı” dediğimiz zaman o insanın koltukları çok sevdiğini, evinde renk renk desen desen koltuklar biriktirdiğini, koltuklara gözü gibi baktığını değil, koltuğun temsil ettiği makamı, o makama sahip olma duygusunu aşırı sevdiğini kast ederiz. Demek ki herhangi bir hüküm veya hakimiyet alanı için de farklı kavramların kullanılması gayet normaldir.
Müslümanların Allah Teala’yı arşının yani tahtının üzerinde oturmuş şekilde anladığı veya öyle tasavvur ettiği söylenemez. Bu konuda sonraki dönem bazı selefi alimleri dahi böyle bir iddiada bulunmamışlardır.
Üçüncüsü: Göklerin ve yerlerin altı günde yaratılmasını marijinal bir grup dışında kimse 24x6=144 saatlik bir zaman dilimi olarak anlamamıştır. Arapçada “yevm” kelimesinin sadece “gün” anlamına gelmediğini, ölçülebilir süresi belirsiz “dönem” veya “devir” gibi anlamları da olduğunu bütün Araplar ve Arapça bilenler zaten bilmektedir. Ayrıca Kur’an’da Allah Teala’nın başka fiilleri için de “yevm” kavramının kullanıldığını, örneğin Rahman suresindeki “O, her gün bir işte, ayrı bir tecellidedir.”1 ayetinde geçen gün ibaresinin de aynı şekilde olduğunu, Allah katındaki bir günün insanların hesabına göre bin yıl tuttuğunu2 Kur’an’a muhatap olan insanlar bilmiyor değildir. Onlar Allah ile kul arasındaki mahiyet farkını bilen, insanlar için geçerli olan zaman dilimlerinin Allah için geçerli olamayacağının farkında olan insanlardır ve bu konuda gayet tutarlıdırlar. Buradaki asıl tutarsızlık, ayetteki yevm=gün ibaresine bakarak bu kavramın kendi zihinlerindeki gün kavramıyla aynı olduğunu ve buradan hareketle bir tutarsızlık yakaladığını düşünen ham zihinlerin kendi çıkarımlarıdır. Dolayısıyla insanları aptal yerine koymanın gerçekçi bir yaklaşım olmadığını, Kur’an’ı okuyan ve doğru anlamaya çalışan insanların da “en az” diğerleri kadar belli bir zeka ve mantık örgüsüne sahip olduklarını kabul etmek gerekir. Aksi hâlde bu yöndeki ithamların bir ciddiyetinin olmayacağı bilinmelidir.
Dördüncüsü: Kur’an’ın dili Arapçadır. Arapça; Aramice ve İbranice gibi Sami dil ailesindendir. Arapçanın gramer yapısı diğer Sami dillerinde olduğu gibi çoklu anlama müsaittir. Buradaki “çoklu anlam” kavramı birbirine aykırı olan anlamlar şeklinde düşünülmemelidir. Aksine bu bir anlam zenginliğidir.
Kur’an ise bazı ibarelerinde bu özelliği bir üst seviyeye çıkarmıştır. Şöyle ki; Kur’an bazı ibareleri öyle seçmiştir ki o ibarenin anlamı her çağ için doğru, geçerli ve tutarlı olmuştur. Yani her çağın insanı kendi çağının vahiy dışı dünyevi bilgisiyle Kur’an’da belirtilen ibareler arasında bir uyum görmüştür. Ancak bu, dünyevi bilginin epistemolojik olarak doğru bilgi olmasını gerektirmez. Çünkü Kur’an’ın ibareleri bilimsel bilgi veren ibareler değildir. O ibarelerin anlam çerçevesi, içinde bilimsel bilgiyi de barındırmaya müsait olabilir. Ancak bundan bin sene önce yazılmış bir tefsire bakarak o dönemin bilgisine göre yapılan yorumları Kur’an’ın asıl kastı olarak anlamak yanlış olacaktır.
Örneğin; “Ne güneş aya kavuşabilir ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Onların (gök cisimlerinin) her biri, kendilerine tayin edilen mecrada (yörüngede) akar durur…”3 ayetini ele alalım.
Hayatında hiç astronomi eğitimi almamış, güneşi, ayı ve yıldızları sadece çıplak gözle gördüğü kadarıyla tanıyan bir insan da bu ayetin ne demek istediğini anlayabilir, astronomi eğitimi almış, uzay fiziği bilen bir insan da bu ayetin kastını doğru yorumlayabilir.
Geçmiş dönemlerde bir insan güneşi ve ayı o günün imkanlarına göre gözlemleyince güneşi doğu tarafından çıkıp, bizim semamızda seyahat edip, batı tarafında kaybolan bir cisim olarak görecektir. Bu seyahat esnasında güneşin takip ettiği yola ise “felek” adını vermişlerdir. Ay ise hareketi esnasında o kadar geniş bir çizgi çizmez ama o da en az bir yarım daire oluşturacak kadar bir çizgi çekmiş gibi görünür. Sonuçta her ikisinin de hareketleri esnasında takip ettikleri bir yol vardır. Bu yol için insanlar farazî bir çizgi varsaymışlardır. Dolayısıyla o dönemin insanı veya astronomi bilgini güneş ve ayın birbiri ardınca görünüp kaybolduğunu, ikisinin kendilerine özgü bir mecrada, bir felekte veya bir yörüngede hareket ettiklerini ancak birbirlerine temas etmediklerini, etmeyeceklerini düşünebilir. Buradaki mecra, felek veya yörünge kavramları her dönemin insanlarının kendi bilimsel bilgi seviyesine göre kullandıkları kavramlardır.
Bugünkü bilgi seviyemizle bizler ayın dünya etrafında, dünyanın da güneş etrafında döndüğünü biliyoruz. Güneşin kendine ait bir yörüngesi olduğunu ve onun da hareket ettiğini biliyoruz. Güneş ve ayın yörüngelerinin birbirlerinden bağımsız olduklarını, mevcut kanunlar çerçevesinde bu yörüngelerin birbirlerini olumsuz etkilemeyeceğini de biliyoruz. Dolayısıyla bu ayeti her birinin kendine ait bir yörüngesi olduğu ve birinin diğerinin yörüngesine karışmayacağı, birinin diğerini bozmayacağı, birinin diğerinin işlevine engel olmayacağı, birinin diğerini ortadan kaldırmayacağı şeklinde de anlayabiliriz.
Dolayısıyla bundan bin yıl önceki bir insan da bugünün insanı da ayeti doğru anlamıştır diyebiliriz. Çünkü ayette geçen “önüne geçmek” olarak çevrilen “d-r-k” kelimesi önüne geçmek, yakalamak anlamlarına geldiği gibi “mâni olmak, hükmünü ortadan kaldırmak” anlamlarına da gelmektedir. Geçmiş dönemlerin insanları “yakalamak” anlamını esas almışlardır. Bugün ise bizim “mâni olmak” veya “hükmünü ortadan kaldırmak” anlamlarını esas almamızda bir sakınca yoktur ve bu yanlış bir anlam olmayacaktır.
Ancak ayrıntılara girildikçe, yani ay ve güneşin mahiyetleri, hareketlerinin hangi yasalara tabi olduğu gibi konulara daldıkça ayetin asıl mesajından da uzaklaşılmaktadır ve araya dönemsel bilgilerin yanlış sonuçları da eklenebilmektedir. Bu da Kur’an’ın değil, her biri kendi çağının insanı olan müfessirlerin, dolayısıyla bizlerin, yani insanların sorunudur.
1 ) Rahman, 29
2 ) Hac, 47
3 ) Yasin, 40