


“Kur’an Mahluk mudur?” Tartışmasının Felsefi, Siyasi ve Toplumsal Yönleri İslam Düşünce Tarihinin Büyük Tartışması | 2. Kısım
İslam düşünce tarihinde soyut ve derin teolojik tartışmalar kimi zaman siyasi ve toplumsal güç mücadelelerinin merkezine oturmuştur. Teolojik kavramların tanımlanması ve yorumlanması kimi zaman devlet otoritesi ile ulema (din bilginleri) arasındaki gerilimin, meşruiyet arayışının ve özerklik mücadelesinin bir yansıması olmuştur.
İslam tarihinin üzerinde en çok durulan ve en ciddi toplumsal sonuçları üreten tartışmalarından biri olan Kur'an'ın yaratılmış olup olmadığı (Halku'l-Kur'an) meselesi(1) ilk bakışta sadece bir inanç konusu gibi görünse de aslında ontolojik ve epistemolojik bir zemin arayışının ifadesidir. Bu tartışma ilahi kelamın evrenle ve zamanla olan ilişkisini anlamlandırma çabasının bir ürünüdür ve farklı tarafların argümanları derin felsefi ayrımları ortaya koyar. Meselenin bu yönünü önceki yazımızda ele almıştık.
Tartışmanın bu denli karmaşık bir hâl almasının temel nedenlerinden biri, kullanılan kavramların tanımlanmasındaki zorluklar ve terminolojik yetersizliklerdir. Ulemanın azımsanamayacak bir kısmı Allah'ın zamandan münezzeh olduğunu teoride kabul ederken, pratik tartışmalarda O'nun fiillerini açıklamak için "önce" ve "sonra" gibi beşeri zamana ait ifadeler kullanmaktan kaçınamamıştır(2). Bu durum argümanlarda ciddi bir iç çelişkiye neden olabilmiştir.
Bu noktada ilk dönem ulemasını zorlayan durumlar da söz konusudur. Erken dönem düşünürleri (bugünkü seviyede) soyut varlıkları ifade edecek yerleşik bir terminolojiye sahip değildi. Modern dünyada "metin" kavramı dijital formattan ses kaydına, basılı hâlden elektromanyetik dalgalara kadar birçok farklı formatta var olabilen soyut bir varlık olarak kolayca anlaşılabilir. O dönemde temel zorluk Kur'an'ın mushaftaki yazılı formu, hafızların dilindeki ses formu veya vahyin kendisi gibi somut tezahürleri ile bu tezahürlerin ötesindeki soyut ve tekil metin fikrini birbirinden ayıracak kavramsal bir çerçeveye sahip olmamalarıydı. (3) Bu durum, metnin bu formların ötesindeki soyut varlığını kavramayı zorlaştırmış ve tartışmaları içinden çıkılmaz bir hâle getirmiştir. Kur'an'ın metinsel doğası üzerine yapılan bu tartışma, dilin ve anlamın doğasına ilişkin daha temel felsefi sorularla iç içe geçmiştir.
Kelamın Felsefesi: Lafız ve Mana İlişkisi
Kur'an'ın mahiyeti tartışmasının özünde, dilin, anlamın ve ilahi iradenin nasıl tezahür ettiği sorusu yatmaktadır. İlahi kelamın doğasını anlamanın anahtarı lafız (söz, ifade) ve mana (anlam) arasındaki ilişkiyi doğru analiz etmekten geçer.
Temel bir dil felsefesi ilkesi olarak, tek bir mananın farklı lafızlarla ifade edilebilmesi mümkündür. Bir kişinin yalan söylediği manası; "Sen yalancısın," "Sözleriniz vakıaya mutabık değil," “Bu söylediğin doğru değil.” veya daha kaba ifadelerle dile getirilebilir. İfadeler farklı olsa da mana aynı olabilir. Bu durum mananın lafızdan ayrı bir varlığı olduğunu gösterir. (4)
Bu ilke ilahi kelam için uygulandığında, Allah'ın belirli bir manayı insanlar için en uygun lafızlarla ifade ettiği sonucuna varabiliriz. Örneğin Fatiha Suresi'nin "Elhamdülillahi rabbil alemin" lafzıyla başlaması elbette ki keyfi bir tercih değildir. Aksine Allah'ın, insanın anlama kapasitesini, dilini ve idrak seviyesini mutlak bilgisiyle bilerek yaptığı bir "takdir" (belirleme) ve "tenezzül" (insan seviyesine inme) eylemidir. Yüce Allah iletmek istediği evrensel manayı insanlar için en mükemmel kelimeleri seçerek somutlaştırmıştır.
Bu çerçevede, vahyin doğasına dair aşırı statik okumaları sorgulamak için bir düşünce deneyi yapabiliriz. İnsani bakış açısından farz-ı muhal olarak şöyle denilebilir: Sahabenin karşılaştığı bazı olaylar ve verdiği tepkiler farklı olsaydı, Kur’an’ın bize aktardığı somut örnekler ve olay örgüleri de başka hadiseler üzerinden gelebilirdi. Çünkü elimizdeki Kur’an sadece soyut ilkeler toplamı değil; aynı zamanda belirli tarihî sahneleri, soruları ve zaafları muhatap alan, onlara cevap veren bir kitap.
Burada kastedilen, “Allah katında Kur’an’ın içeriği değişebilirdi.” gibi itikadi bir iddia değil. Allah’ın ezelî ilmi ve kelam sıfatı açısından hem tarih hem vahiy zaten baştan sona kuşatılmıştır. Düşünce deneyi sadece şu noktayı görünür kılmayı amaçlar: İnsanlık tarihinin seyri hangi ayetlerin hangi olay vesilesiyle, hangi bağlamda ve hangi ifade edilme biçimiyle karşımıza çıktığını belirleyen dinamik bir zemin sunar. (5) Vahiy tarihin tamamen dışında duran donmuş bir metin değil; tarihle, insanla, toplumsal olaylarla etkileşim içinde olan fakat bütün bu süreçleri Allah’ın ezelî ilmi ve iradesi zemininde kuşatan ilahî kelamdır. Bu nedenle sözünü ettiğimiz düşünce deneyi ilahî kudreti sınırlayan bir tez değil, vahyin tarih içindeki işleyişini kavramaya yardımcı olan bir bakış açısıdır.
Teolojiden Siyasete: "Kur'an Mahluktur" Tartışmasının Politik Arka Planı
Halku'l-Kur'an meselesi, salt bir teolojik fikir ayrılığı olmanın çok ötesine geçerek Abbasi döneminde devlet iktidarı ile ulema arasındaki mücadelenin merkezi sembolü haline gelmiştir. Tartışmanın içeriğinden ziyade tarafların bu tartışma üzerinden verdikleri politik mesaj, meselenin tarihsel önemini belirlemiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki isyanlarda şapka aslında bir başlık olmanın ötesinde, dayatılan Batılılaşmaya karşı bir direniş sembolüydü. Mücadelenin özü şapka değil şapkanın temsil ettiği değerler ve otoriteydi. Benzer şekilde "Kur'an mahluktur." ifadesi de siyasi bir anlama bürünmüştür. Bu tartışma devletin "Ben sizin itikadınızı da belirleyeceğim." şeklindeki otoriter dayatmasına karşı ulemanın "Hayır, belirleyemezsiniz." direnişinin bayrağı haline gelmiştir.(6) Bu bağlamda mahluk kelimesi teolojik bir kavramdan politik bir sembole dönüşmüştür.
İslam’ın ilk dönemlerine ait rivayetlerde ulemanın devlet müdahalesine karşı dini ve ilmi bir özerklik alanını korumak istediğini gösteren güçlü kanıtlar vardır. Bu tutumu yansıtan iki farklı örnek dikkat çekicidir. İlk örnek olarak, Mu‘tezile’nin erken dönem imamlarından Amr b. Ubeyd hakkında aktarılan bir kıssa zikredilir. Abbasi halifesinin ona maddî ve siyasî destek teklif ettiği, buna karşılık Amr b. Ubeyd’in “Bize özel bir destek verme; bize karışma, bizi serbest bırakman yeter.”(7) meâlinde bir cevap verdiği rivayet edilir. Bu cevap benzer çizgideki âlimlerin devletten asıl beklentisinin kendilerinin desteklenmesi değil bir ilmî özerklik talebi olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koyar.
İkinci ve daha çarpıcı olan örnek ise Maliki mezhebinin kurucusu büyük hukukçu İmam Malik ile Abbasi halifesi arasında geçen diyalogdur. Abbasi halifesi (dönemin siyasi otoritesi olarak Ebu Cafer el-Mansur veya Harun Reşid), İmam Malik’in derlediği meşhur hadis ve hukuk eseri Muvatta’yı devletin resmi kanunnamesi haline getirmek istemiştir. Halife bu kitabı Kabe’ye asmayı ve imparatorluğun dört bir yanındaki valilere göndererek, halkın sadece bu kitapla amel etmesini, hukuki birliğin bu metin üzerinden sağlanmasını teklif etmiştir. Ancak İmam Malik, kendisine büyük bir siyasi güç ve otorite bahşedecek olan bu teklifi elinin tersiyle itmiştir. Gerekçesi ise ilmi tevazuun ötesinde, derin bir sosyolojik ve hukuki öngörüye dayanır. İmam Malik halifeye; "Ey Müminlerin Emiri, bunu yapma! Zira Peygamber'in ashabı dünyanın farklı bölgelerine dağıldı. Her biri gittikleri yere kendi bildikleri hadisleri ve uygulamaları götürdü. Her bölge halkı kendi yanındaki bilgiyle amel etmektedir ve bunların hepsi de doğrudur. Şimdi onları kendi alıştıkları görüşten döndürüp tek bir görüşe zorlamak fitneye sebep olur. Bırakın insanlar ve beldeler kendi tercihleri üzere kalsınlar." diyerek karşı çıkmıştır. (8)
Bu sadece pasif bir direniş değil, aynı zamanda devletin dini otoriteyi tekelleştirme girişimlerine karşı proaktif bir koruma çabasıdır. Her iki örnek de ulemanın siyasi iktidara karşı duyduğu derin güvensizliği ve ilmi özerklik arayışını göstermektedir. Halku'l-Kur'an gibi spesifik bir örnek, İslam tarihinde din ve siyaset ilişkilerinde tekrar eden daha yapısal bir soruna işaret etmektedir.
İslam Tarihinde Din-Siyaset İlişkisinin Yapısal Sorunları
İslam'ın hayatın her alanını kapsayıcı bir din olarak kendini tanımlaması, din ile siyaset arasında modern anlamda net bir ayrım yapılmasını tarihsel olarak zorlaştırmıştır. Bu durum siyasi mücadelelerin kaçınılmaz olarak dini bir dile bürünmesine ve bu süreçte hem dinin hem de siyasetin doğasının dönüşmesine yol açan yapısal sorunlar ortaya çıkarmıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunlar da dini bir çerçeveye taşınmıştır. (9) Bu durum kimi zaman din kavramının dünyevi iktidar mücadelelerinin ağırlığı altında asli manevi ve ahlaki çerçevesinden uzaklaşarak, siyasi bir meşruiyet aracına ve ideolojik bir aygıta dönüşmesine yol açmıştır.
Bu yapısal sorunun en çarpıcı tarihsel örneği hilafet meselesidir. Siyasi meşruiyetin neredeyse sadece dini terimlerle ifade edilebildiği bir paradigmada, "Kim yönetecek?" gibi özünde siyasi bir sorunun "Kim daha faziletlidir?" veya "Allah’ın emri kime yöneliktir?" gibi teolojik bir çerçeveye taşınması sürpriz değildir. Hz. Ali'nin halifeliğini destekleyenler ile diğer halifeleri savunanlar arasındaki rekabet, bu nedenle siyasi bir tercih olmaktan çıkıp teolojik bir çatışmaya evrilmiştir (10). Bahsi geçen konularla ilgili ifadeler akaid metinlerinde kendine yer bulmuştur. Böylece siyasi rekabet toplumsal bölünmeleri derinleştirmiş ve nesiller boyu süren mezhepsel ayrılıklar ortaya çıkmıştır.(11)
Siyasi rekabette ayet, hadis ve dini kavramların sürekli birer araç olarak devreye sokulmasının ağır bir faturası da olmuştur. Tarafların birbirini dini argümanlarla günahkârlıkla, bid’atçılıkla, hatta küfürle itham etmesi; “hak–batıl”, “iman–küfür” gibi asli kavramların içini boşaltarak onları zamanla sıradan politik sloganlara indirgeyebilmiştir.
Bu tarihsel dinamik günümüzde de farklı formlarda varlığını sürdürmektedir. İslami kesime hitap eden modern siyasi partilerin rekabeti bu durumun güncel bir yansıması olarak okunabilir. (12)Siyasi rekabetin sürekli dini referanslar üzerinden yürütülmesi, vahiy kaynaklı olan ile gündelik siyasi hayat arasındaki sınırları belirsizleştirmekte ve en nihayetinde dini söylemin toplum nezdindeki değerini ve inandırıcılığını aşındırmaktadır.
Kavramların Mirası ve Günümüz İçin Dersler
Bu yazıda İslam düşünce tarihindeki teolojik tartışmaların siyasi güç mücadelelerinden ve iktidar ilişkilerinden bağımsız olmadığını, aksine sıklıkla bu mücadelelerin dili ve zemini hâline geldiğini anlatmaya çalıştık. Kur'an'ın doğası veya lafız-mana ilişkisi gibi son derece soyut ve felsefi görünen tartışmalar, devletin dini alandaki otoritesini ve ulemanın özerkliğini tanımlayan somut politik sonuçlar doğurmuştur. Halku'l-Kur'an meselesi teolojik bir kavramın nasıl politik bir direniş sembolüne dönüşebileceğinin ve entelektüel tartışmaların nasıl iktidar mücadelesinin bir parçası olabileceğinin örneklerinden olmuştur.
Şunu ifade edebiliriz ki dini kavramların siyasallaşması bu kavramları hem yıpratır hem de dönüştürür. Siyasi rekabetin aracı hâline gelen dini söylem, zamanla manevi derinliğini yitirir ve toplum üzerindeki birleştirici etkisini kaybeder. Siyasetin dilini din üzerinden kurmak yalnızca siyaseti değil, aynı zamanda dinin kendisini de insanlar üzerindeki etkisini kaybetmesine neden olacak bir krize sürükleme potansiyeli taşımaktadır.
Dipnotlar
1-) Bu tartışma İslam tarihinde "Mihne" (Sorgulama/Sınama) süreci gibi bir dönemin ortaya çıkmasının nedeni olmuştur. Halife Me’mûn döneminde (833) resmen başlayan ve Mütevekkil dönemine (848) kadar süren bu süreçte "Kur'an mahluktur." görüşü devlet politikası hâline getirilmiş ve aksi görüşte olan ulemaya baskı uygulanmıştır. Detaylı bilgi için bkz: M. Hinds, "Mihna", Encyclopedia of Islam, VII, 2-6.
2-) Bu problem, kelam ilminde "Sıfatlar Meselesi"nin en zorlu noktalarından biridir. Mutezile, Allah'ın zatı ile sıfatlarının ayrılmasını "tevhid" ilkesine aykırı bularak Kur'an'ın yaratılmış olduğunu savunurken, aslında Allah'ın mutlak birliğini ve zamandan münezzeh oluşunu korumayı hedeflemiştir. Ehl-i Sünnet ise sıfatları zattan ne aynı ne de gayrı kabul ederek bu paradoksu aşmaya çalışmıştır. Bkz: Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, Makâlâtü'l-İslâmiyyîn.
3-) Klasik Usûl-i Fıkıh literatüründe bu ayrım daha sonraları "Mushaf" (fiziksel sayfalar) ile "Kur'an" (okunan vahiy) arasındaki fark üzerinden tartışılmıştır. Ancak modern metin dilbilimi (text linguistics) açısından bakıldığında, erken dönem tartışmalarının "iletişimsel eylem" olarak vahiy ile "kayıt altına alınmış metin" olarak vahiy arasındaki ontolojik farkı tam oturtamadığı söylenebilir. Bu noktada ulemaya bir eleştiriden ziyade, ulemanın imkanlarının kısıtlı olmasına atıf yapılmaktadır. Karşılaştırmalı bir okuma için bkz: Toshihiko Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, (Çev: Süleyman Ateş).
4-) Burada açıklanan ayrım Ehl-i Sünnet kelamcılarının Mutezile'nin "Kur'an mahluktur." iddiasına karşı geliştirdikleri "Kelâm-ı Nefsî" (Allah'ın zatında kaim olan, harf ve sesten münezzeh manalar) ve "Kelâm-ı Lafzî" (Bu mananın insan diline dökülmüş, yaratılmış hali) ayrımıyla paralellik gösterir. Bkz: Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, c. IV.
5-) Ayetlerin belirli sorular ve olaylar üzerine inmesi, vahyin bir monologdan ziyade, tarihsel şartlarla kurulan bir diyalog olduğunu gösterir. Celaleddin es-Suyûtî'nin Lubâbu'n-Nukûl adlı eseri, bu ilişkiyi gösteren en önemli klasik kaynaklardandır.
6-) Halife Me'mun ve ardıllarının bu politikası İslam tarihinde devletin "resmi bir teoloji" (orthodoxy) dayattığı nadir ve başarısız denemelerden biridir. Ahmed b. Hanbel'in bu süreçteki direnişi sadece teolojik bir duruş değil, aynı zamanda "Sünnet"i devletin keyfi tasarruflarından koruyan sivil bir kahramanlık olarak yankı bulmuştur. Bkz: W. M. Patton, Ahmed Ibn Hanbal and the Mihna.
7-) Mutezile’nin zahit önderlerinden Amr b. Ubeyd ile Halife Ebu Cafer el-Mansur arasında geçen bu ve benzeri diyaloglar, erken dönemde zühd hareketi ile siyasi iktidar arasındaki mesafeyi göstermesi bakımından önemlidir. Başka bir zaman halifenin "Sana on bin dirhem verilmesini emrettim." sözüne karşılık Amr b. Ubeyd'in "Buna ihtiyacım yok" diyerek reddettiği rivayet edilir. Bkz: İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, c. III, s. 460-462.
8-) Bu hadise kaynaklarda genellikle Halife Harun Reşid veya Ebu Cafer el-Mansur ile İmam Malik arasında geçmiş olarak nakledilir. İmam Malik'in farklı bölgelerdeki uygulamaların çeşitliliğini bir "rahmet" olarak gördüğü; bu nedenle fıkhın devlet eliyle dondurulmasına (kodifikasyon) karşı çıktığı belirtilir. İlgili rivayet için bkz: Kadı İyâz, Tertîbü’l-medârik, c. I, s. 191.
9-) İbn Haldun, Mukaddime'sinde bu durumu toplumsal dayanışma (Asabiyet) kavramıyla açıklar. Ona göre kabilevi asabiyete dayalı siyasi güç, meşruiyetini geniş kitlelere kabul ettirebilmek için dini bir boyaya ihtiyaç duyar. Siyasetin din ile harmanlanması, iktidarın devamlılığı için sosyolojik bir zorunluluk olarak sunulur. Bkz: İbn Haldun, Mukaddime, III. Bölüm (Hilafet ve Mülk bahsi).
10-) Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal adlı eserinde bu durumu şöyle özetler: "İslam ümmeti içinde hilafet meselesi kadar uğruna kılıç çekilen ve kan dökülen başka hiçbir dini/siyasi mesele yoktur." Siyasi liderlik tartışmasının itikadi bir zemine kayması, Şia ve Haricilik gibi fırkaların doğuşunun temel sebebidir.
11-) Siyasi ihtilafların itikadi mezheplere dönüşmesi sürecinin detaylı analizi için Şehristânî ve Bağdâdî gibi klasik mezhepler tarihi yazarlarının eserlerine bakılabilir. Örneğin Haricilerin siyasi isyanının, zamanla büyük günah işleyenin kâfir sayılacağı teolojik bir doktrine dönüşmesi bu sürecin tipik bir örneğidir. Bkz: Abdülkahir el-Bağdâdî, el-Fark Beyne'l-Fırak.
12-) Bu yapısal sorunun modern dönemdeki yansımaları ve İslamcılık düşüncesi içindeki yeri hakkında kapsamlı bir analiz için bkz: İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, İz Yayıncılık.
