10 dk.
27 Aralık 2023
Kur'an Yakılması ve Efendimiz'in (sas) Karikatürünün Çizilmesi Durumları Karşısında Ne Yapmalıyız?-gorsel
Youtube Banner

Kur'an Yakılması ve Efendimiz'in (sas) Karikatürünün Çizilmesi Durumları Karşısında Ne Yapmalıyız?

Soru: 2015 yılında Charlie Hebdo isimli Fransız mizah dergisi Peygamber Efendimiz’in (sas) olumsuz karikatürlerini yayınlamıştı ve bunun üzerine bazı Müslümanlar o derginin çalışanlarını öldürmüştü. Böyle bir şey üzerine o derginin çalışanlarının öldürülmesinin İslam'da bir yeri olmadığını düşünüyorum. Bu konuda siz ne söylemek istersiniz? Öldürmenin yeri olmasa bile, Peygamber Efendimiz’in (sas) “Mümin bir olumsuzlukla karşılaştığında, onu önce eliyle yapamıyorsa, diliyle düzeltmelidir, yapamıyorsa da kalbinden buğz etmelidir.” hadisi şerifi çerçevesinde bu tarz çizilen olumsuz karikatürlere karşı yaklaşımımız nasıl olmalıdır? Bir Müslüman böyle bir durumda ne yapmalı, ne düşünmeli, ne hissetmelidir?
 

Cevap: 

Günümüzde çeşitli zamanlarda Peygamber Efendimiz'in (sas) karikatürlerinin çizilmesi, Kur'an-i Kerim'in yakılması gibi bizim için hoş olmayan eylemlerle karşılaşıyoruz. Meselenin çeşitli boyutları olduğu için konuyu maddeler hâlinde ele alacağız.

 

Birincisi: Öncelikle “cezalandırma” kavramı hukuki bir kavramdır ve bireylerin kendi başlarına yerine getirebilecekleri bir işlem değildir. “Öldürme” kavramı da cezalandırmanın bir türü olduğuna göre o da hukuki bir kavram olarak anlaşılmalıdır ve bireysel boyutta icra edilecek bir iş olmamalıdır. Bu durum kendine ait bir hukuki sistemi bulunan her ülke, her devlet, her kültür için böyledir.

 

Bir insanın öldürülmesi eğer hukuki olarak gerçekten gerekiyorsa, herhangi bir toplumsal kurum; yani devlet, şehir devleti, kabile, kabile reisliği, aşiret gibi kurumsal bir yapı varken o kurumsal yapının yetkili organları eliyle gerçekleştirilmelidir. Bu en basit kabilelerde böyle olduğu gibi cahiliye Arapları döneminde de Efendimiz (sas) döneminde de böyleydi. Birbirleriyle savaşan gruplardan birine mensup olmak gibi durumlar hariç bir insan bir başka insanı rastgele öldüremez. Bir insanın öldürülmesi konusunda ilgili toplumsal kurumun yetkili organları, yani gelişmişlik düzeyi fark etmeksizin ister kabile reisinin veya kabile ileri gelenlerinin kararı, ister bir devletin mahkemeleri veya güvenlik birimleri izin verir, karar alır ve bu öldürme kararı uygulanabilir. Bir öldürme kararı ancak bu şekilde hukuki bir meşruiyete sahip olabilir. 

 

Efendimiz (sas) döneminde de Efendimiz’in emriyle bazı öldürme eylemleri gerçekleştirilmiştir. Ancak böyle bir olgunun yaşanmış olması tek tek bütün Müslümanları bağlayan dini bir hüküm ifade etmez. Yani Efendimiz’in (sas) bazı özel durumlar için bazı sahabilerine emir verip bazı insanları öldürtmüş olması Müslümanlar için farz, vacip, sünnet veya müstehap hükmünde olan bir davranış değildir.

 

Öldürme, mülkiyete el koyma, hapsetme gibi cezalandırma yöntemleri sadece ve sadece hukuki süreçler sonucunda gerçekleştirilmelidir. Bunun yolu da kurumsal yapı kazanmış bir topluluğun, yani kabilenin, aşiretin, site devletinin veya devletin resmi organlarınca gerçekleştirilmesidir. Aksi hâlde öldürme gibi cezalandırma yöntemleri bireysel olarak gerçekleştirmeye kalkışılırsa anarşi ve karmaşa çıkacağı zaten açık ve basit bir gerçektir.

 

İkincisi: Gayrimüslim bir ülkede yaşayan bir Müslüman o ülkenin vatandaşı ise o ülke ile arasında hukuki bir sözleşme yapmış demektir. Çünkü vatandaşlık bağıyla bir ülkeye bağlı olmak o ülke anayasasında belirtilen hakları ve görevleri yerine getirmeyi taahhüt etmek anlamına gelir. Bunun için bir Müslümanın giderek “Ben bu ülkenin kanunlarına bağlı kalacağımı taahhüt ediyorum.” şeklinde imzalı belge vermesi gerekmez. Vatandaşlık bağı hatta vatandaş olmadan dahi bir ülkede yaşama, o ülke kanunlarına uygun davranmayı zımnen de olsa taahhüt etmek anlamına gelir. Her Müslüman için de ahdine sadık kalmak ve sözleşmeye uygun davranmak farzdır. Böylesi açık veya kapalı bir taahhüt olmasa bile her Müslüman yaşadığı ülkenin (o ülke insanlarının dini ne olursa olsun) kanunlarına uymakla yükümlüdür.

 

Efendimiz (sas) ahitlere/sözleşmelere uymak konusunda son derece hassastır. Huzeyfe el-Yemani (ra) babasıyla birlikte Medine’ye hicret ederken yolda müşriklere yakalanırlar. Bu sırada Mekkeli müşrikler Bedir savaşı için hazırlık yapmaktadırlar. Huzeyfe ve babasını sorgularlar ve “Siz Medine’ye gidip Muhammed’e yardım mı edeceksiniz?” diye sorarlar. Onlar da “Hayır, yardım etmeyeceğiz.” derler. Daha sonra müşrikler Huzeyfe (ra) ve babasından Müslümanlara savaşta yardım etmeyecekleri konusunda söz alırlar. Yani Huzeyfe (ra) ve babası, müşriklere, yakında gerçekleşmesi muhtemel savaş esnasında (ki bu Bedir savaşıdır) müşriklere karşı savaşmamaları için sözlü bir taahhüt verirler. Bunun üzerine serbest bırakılırlar. Medine’ye geldiklerinde ise Efendimiz’e (sas) Bedir savaşına katılmak istediklerini söylerler. Ancak Efendimiz (sas) ise şu cevabı verir: "Siz savaşa katılmayın. (Böylece) Biz onlara verdiğimiz sözü yerine getirelim ve onları yenmek için Allah’tan yardım isteyelim.”1

 

Efendimiz (sas) bu konuyu savaş zamanında bile ciddiye almıştır, çünkü sözünde durmak, ahde vefa göstermek, sözleşmelere uygun davranmak, taahhütleri yerine getirmek, emanete ihanet etmemek… Bütün bunlar bir insanın Allah ve Rasulüne, ahirete ve Kur’an’a iman ettiğini gösterdiği gibi zıtları da münafıklık alameti sayılmıştır. Dolayısıyla gayrimüslim bir ülkede yaşayan ve kendisini “Müslüman” olarak tanımlayan bir insan o ülkenin vatandaşı ise veya vatandaşı değil de o ülkenin izni ile o ülkede yaşayan bir birey ise; o ülke kanunlarını hiçe sayarak suç işlediği durumda bu beşerî hukuk açısından suç, dini açıdan da haramdır.

 

Üçüncüsü: “Kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu, imanın en zayıf derecesidir.”2 hadis-i şerifinde insanların kafalarını asıl karıştıran mesele haberdar olunan her şeye müdahale edilmesi gerektiği yanılgısıdır. Bu durum “müdahale alanı” ve “haberdar olma alanı” kavramları ile ifade edilebilir. 

 

Günümüzde iletişim teknolojilerinin hızla geliştiği ve gelişmeye devam ettiği bilinmektedir. Dünyanın her yerinden haberdar olmak iletişim teknolojileri internet ve sosyal medya ile sıradan bir olgu hâline gelmiştir. Ancak hem insan hem mümin veya Müslüman olarak bilgi aldığımız veya haberdar olduğumuz alan ile sorumlu olduğumuz veya müdahale edebileceğimiz alan birbirinden farklıdır. Bu farklılık göz önüne alınmayınca insanların türlü zahmetlerle karşılaşması kaçınılmaz olacaktır.

 

Bugünden üç yüz sene kadar önce yaşasaydık ve Kahramanmaraş’ta 2023 depremi gibi şiddetli bir deprem olsaydı bizim o depremden haberdar olmamız haftalar sürebilirdi. Bu nedenle hızlı yardım etme imkânımız da olmayacaktı. Ancak bugün anında haberdar olabiliyoruz. Bu nedenle hızlıca müdahale veya yardım etme imkânımız da mevcuttur.

 

İnsanların bu örnekteki gibi anında müdahale etmeleri gereken bazı durumlar olabilir. Ancak bu müdahale fark edileceği üzere olumlu bir müdahaledir. Yani yıkılan bir şeyi yapma, bozulanı tamir etme, tahrip olunanı ıslah etme amaçlı bir müdahaledir.

 

Yakın veya uzak çevremizde dine, Kur’an’a veya Efendimiz’e (sas) hakaret edilse bu durumda hem dini hem hukuki açıdan bir suç oluşacaktır. Tabii bu tür hakaret veya saygısızlıkların da kendi içinde bazı dereceleri vardır.

 

Örneğin yakın ilişki hâlindeki insanlar birbirlerine ve birbirlerinin kutsallarına genellikle hakaret etmezler. Özellikle yüz yüze ilişkilerde bu tür hakaret vakaları oldukça azdır ve istisnaidir. Sebepsiz yere hakaret etmek ise neredeyse hiç yoktur. Birbirleriyle konuşabilen, iş veya arkadaşlık ilişkisi kurabilen dindar ve ateistler arasında da hakaretleşme gibi olgulara neredeyse hiç rastlanmaz. 

 

Bu durum haberdar olma alanı ile müdahale etme alanının iç içe geçmiş bir hâli gibidir. Yani Müslümanların yakın çevrelerinde, yüz yüze ilişki kurdukları gayrimüslimler tarafından kutsallarına hakaret edilmesi vakalarına ancak istisnai olarak rastlanabilir.

 

Bununla birlikte televizyon programları, internet siteleri, gazete yazıları, sosyal medya platformları, twitter(X) gibi kişisel mikro bloglarda bir ateistin veya gayrimüslimin dini değerler hakkında fazlasıyla rahat konuşması, hakaret anlamına gelebilecek cümleler kurması o insanların bizim evimizin içinde konuşup hakaret ettikleri anlamına gelmez. 

 

Aynı şekilde Amerika’da veya Çin’de bir genç kalkıp Efendimiz (sas) hakkında hakaret içeren bir şiiri kendi sosyal medya hesabına koymuş ise bu bizim bir Müslüman birey olarak tepki göstermemiz, müdahale etmemiz gereken bir durum değildir. Yani bu durum bizim haberdar olma alanımıza girse de müdahale etme alanımıza girmemektedir.

 

Hatta böylesi durumlarda Müslüman birey olarak tepki göstermemiz hakaret eden kişinin daha fazla hakaret etmesine veya hakaretinde ısrar etmesine neden olacaktır. Küçük çocuklar arasında bu etki-tepki durumuna sıkça rastlanır. Bir grup çocuk içlerindeki gözlüklü bir çocuğa “dört göz” lakabını takarlar ve o çocukla dalga geçerler. Gözlüklü çocuk sinirlendikçe daha fazla dalga geçip eğlenmeye başlarlar. Gözlüklü çocuk tepki vermese o alaylar da kısa sürede kesilir. Benzer bir psikoloji konumuz için de geçerlidir. 

 

Bugün dünyanın herhangi bir yerinde ister Fransa’da ister Belçika’da ister Rusya veya Çin’de Kur’an’a veya Efendimiz’e (sas) yönelik bir hakaretten dünyanın her yerindeki Müslümanların anında haberi olur. Ancak bunların her birine ayrı ayrı tepki göstermeye çalışma Müslümanların her birinin üzerine bir vazife olmadığı gibi gerekli de değildir. Dinin böyle bir emri de yoktur. 

 

Her Müslüman birer birey olarak elinin uzandığı yani gücünün yettiği, etki alanı itibariyle bir anlam ifade ettiği yere kadar mesuldür. Böylesi ölçülmeden, hesap edilmeden girişilen tepkiler Müslümanları hem “dört göz” lakabı takılan çocuk seviyesine düşürme, hem hakaret edeni hak etmediği bir konuma yükseltme, hem Müslümanların kendi duygularını israf etme anlamına gelebilecektir.

 

Dördüncüsü: Müslümanlar bu tür konularda tamamen tepkisiz kalmamalıdır. 

 

Sosyal tarihe bakıldığı zaman insanların veya bazı grupların herhangi bir konuda organize, rasyonel ve bilinçli tepkileri, örgütlü kampanyaları veya faaliyetleri kamuoyu üzerinde ciddi bir etki oluşturmaktadır. Türkiye gibi henüz örgütlü toplum yapısına sosyolojik anlamda tam ulaşamamış ülkelerde bu kültür yeterince anlaşılmayabilir. Ancak bahsettiğimiz olgu küresel düzeyde gayet gerçek ve etkili bir olgudur. Kadın haklarının tarih boyunca bir gelişim göstermesi büyük oranda bu tür bilinçli, rasyonel ve örgütlü tepkilerle olmuştur. Köleliğin hukuken kaldırılması, azınlık ve mülteci haklarının önemsenmesi, ırkçılığın bir toplumsal nefret suçu olarak kabul edilmesi, hatta geleneksel diktatörlerin bile kendilerini toplumsal bir meşruiyete dayandırmak zorunda hissetmeleri büyük oranda organize, rasyonel ve örgütlü tepki hareketleriyle gerçekleşmiş olgulardır.

 

Bu gerçek ortadayken Müslümanların gidip adam vurmak gibi ilkel, hukuksuz, kendi dinlerine de uygun olmayan hastalıklı tepkiler yerine daha bilinçli, organize, rasyonel tepkiler göstermeleri, bu konuda kendilerinin daha fazla ciddiye alınmalarını da beraberinde getirecektir.
 


 

1 ) Müslim, Cihad, 98; Zehebi, Siyer-i A’lami’n-Nubela, c. 2, s. 361

2 ) Müslim, İman, 78