


Kuran'ın taklit edilemez oluşu
Soru: Kur’an’ın taklit edilemezliği ne demektir ve Kur’an neden kendinin taklit edilemez olduğunu iddia (ifade) etmektedir?
Cevap: Öncelikle bu gibi meselelerin değerlendirilmesinde bir takım etik hükümlerin aşırı genelleştirilerek olaya bakıldığının altı çizilmelidir. Yani bir insanın “ben bu konuyu biliyorum, hatta hepinizden çok daha iyi biliyorum” demesi bir açıdan onun kibrine işaret edebilir. Bu iddiasını yersiz bir yerde söylemiş olması onun lüzumsuz işlerle uğraştığını, asıl yapmaya çalıştığı şeyin de kendisini övmek olduğunu gösterebilir. Ancak diğer bir yerde veya farklı bir ortamda başkalarının çözemediği problemleri, bilgi eksikliği nedeniyle halledemedikleri sorunları var ise, bir insanın bu şekilde açıklama yaparak konuyu iyi bildiğini ifade etmesi gayet verimlidir ve bu iddia insanlara faydalı olmak amacıyla ileri sürülmüştür. Bu durum aynen acil müdahale gerektiren bir sağlık problemi esnasında birisinin çıkarak “açılın ben doktorum” demesine benzer.
Farklı bir örnekle detaylandıracak olursak; bir insanın zenginliğini gösteriş ve şatafatla, lüks harcamalarla açığa vurması, onun zenginliğiyle gereksiz yere övünen ve insanlardan zengin olduğu için saygı bekleyen birisi olduğunu gösterebilir. Ancak bir yerde sadece para ile çözülebilecek bir problem varsa, mesela maddi durumu yeterli olmayan ailelerin zeki ve yetenekli çocuklarının eğitim ihtiyaçları için eğitim hayatları boyunca burs verilmesi gerekiyorsa, zengin bir insanın “benim şu kadar mülküm ve servetim var, böyle bir işin finansmanını 4-5 yıl boyunca sürdürebilirim” demiş olması bir övünme ve gösteriş değil yardım etme, insanlara faydalı olma anlamına gelecektir. Dolayısıyla bir şahsın ya da bir metnin kendisine ait pozitif özellikleri ileri sürmüş olması her zaman ve illa bir övünme anlamına gelmez, hatta yerine ve durumuna göre bunun yapılmaması problem olur.
Yeri gelmişken ifade edelim ki; mesela Allah-u Teala’nın kendisine dair (tabiri caizse) bazı pozitif vasıfları (yüce sıfatları) ifade etmesi ve tekrar tekrar vurgulaması, Peygamber Efendimiz’in de (s.a.v.) yine kendisine ait bir takım pozitif vasıfları zikretmesi (ki bunların başka bir konseptte söylenmesi bir övünç ifadesi olarak değerlendirilebilir) de yine sıkça sorulan ve bu bağlamda düşünülmesi gereken meselelerdendir.
Peki Kur’an neden taklit edilemez olduğunu vurgulamaktadır?
Bizim alışverişlerde kullandığımız bir paranın ya da gerçekten bize bir fayda sağlayacak, olumlu bir sonuç oluşturacak bir belgenin sahte olmadığını, gerçek olduğunu ifade etmemiz gibi, Kur’an da önemli şeyler söylemekte ve kâinat çapında meselelerden bahsetmektedir. Bu nedenle farklı deliller getirmekle beraber aynı zamanda kendisinin orijinal olduğunun da altını çizmekte ve bunu insanlara göstermektedir. Bu çerçevede orijinalitenin, yani gerçekliği ve doğruluğu iddia edilen şeyin sahte olmadığının farklı delilleri var olabilir. Kur’an da farklı ayetlerde farklı münasebetlerle bu delillere değinmektedir. Bu delillerden bir tanesi de o belgenin (Kur’an’ın) sahtesinin üretilmesinin oldukça zor hatta imkansız olmasıdır.
Kur’an ortaya koyduğu bu delille adeta; "Bakın" diyor, "içinizden bazılarınız bu Kur’an metnini kulumuz Muhammed’in uydurduğunu iddia ediyorsunuz. Bu ihtimali kendiniz görmeniz ve tecrübe etmeniz adına uydurmayı bir deneyin bakalım. Bunu bizzat kendiniz deneyin veya yardımlaşarak deneyin veya tamamı için değil daha kısa bir metin, görece 10 sure için deneyin" gibi ifadeleri zikrediyor ki metnin kendi içinde bir orijinalite taşıdığına bir delil olsun. (1)
Kur’an’ın gerçekten bir benzeri yazılamaz mı?
Bu konuda geçmişte farklı fikirlerin ortaya konulduğunu görüyoruz. Müslümanlar arasında da “Aslında Kur’an’ın benzeri yazılabilirdi fakat Allah-u Teala bir mucize eseri olarak yazılamamasını takdir etti” gibi görüşler mevcuttur. Bu görüşe şöyle bir örnek de verilir; bir insan normalde yürüyebiliyor olsa ancak bir başkası ona “sen yürüyemezsin/ yürüyemeyeceksin” dese ve bu kişi de bu sözden sonra yürüyemez olsa, bu bir kudret, bir mucize göstergesi olur. Bu çerçevede "Kur'an, metin olarak aslında taklit edilebilirdi fakat Allah-u Teala bunu imkansız kıldı" görüşünü savunan bir kısım alimler olmuştur. (2)
Müslüman alimlerin bir kısmı da Kuran'ın taklit edilemez olması meselesini sadece metne ve metnin içinde belagate indirgemiştir. Dönemin Arap coğrafyasında vahyin gelmesinden sonraki 200 yıllık süreç içerisinde yazılı kültür zamanla gelişmiştir. Öncesinde pek çok kavim gibi temelde şiire ve hitabete dayalı sözel bir kültür hakimdir. Bu nedenle bir metnin veya şiirin değeri de belagatine ya da sanatsal değerine bakılarak belirlenmektedir. Kur’an da bu açıdan eksik değildir.
Dolayısıyla nazarlar işin bu yönüne fazlaca odaklanmıştır. Bir kısım alimler de Kur’an’ın diğer bir edebî özelliği olan az sözle çok şey anlatması konusuna odaklanmışlardır. Elbette ki Kur’an’da bu ve benzeri edebî özelliklere dair çarpıcı pek çok örnek bulunabilir. Ancak bu indirgemeci yaklaşımın şöyle bir eksikliği bulunmaktadır; bizler sonuçta edebî sanatlara dair yapıların değerini şiirle veya insan eseri başka metinlerle ilgilenmemiz sonucu anlayabilmekteyiz. Yani edebî sanatlar dediğimiz şeyler de sonuçta insan ürünüdür. Bu çerçevede Kur’an’daki edebî güzelliği anlamak, zaten insan yapısı diğer örnekleri görmüş olarak fark edilebiliyor. Bu da taklit edilemezlik iddiasını bir yönüyle zayıflatmış olabilmektedir.
Kur’an’ın asıl taklit edilemezliği ise;
i) Getirdiği mesajın bütünlüğü,
ii) İnsanın bu dünyada niçin var olduğu,
iii) Varoluşun anlamıyla bağlantılı kavramlar olarak; insanın bu dünyada ne yapması gerektiği, insanın kendisinden ne beklendiği, ne yaparsa mutlu olacağı ve anlam kazanacağı sorularına geniş, açıklayıcı ve konuyla alakalı insanları tatmin edici cevaplar vermesi ile ilgilidir.
Şüphesiz ki Kur’an’ın belagati, edebî özellikleri de taklit edilemezlik konusuyla ilgisiz değildir. Elbette Kur’an’ın dili gayet beliğdir. Metin olarak oldukça orijinaldir ve son derece güzeldir. Ancak burada esas üzerinde durulması gereken nokta, hayatın ve hayat içindeki insanın anlamı konusunda arayış içerisinde bulunanların kıymetini takdir edebileceği bir noktadır.
Kur’an’ın bu özelliğini takdir edecek kişilerin de bu konuda arayış içinde olan kişiler olması beklenir. Bu da her türlü mesaj için geçerlidir. Örneğin bir cep telefonu markasının kampanyalı satışında telefonun görüntü kalitesi, hafızası gibi özellikleri sıralanır. Cep telefonu almayı düşünen kişi de orada bahsedilen özelliklerle ilgili ise ve bu konuda bir arayış içindeyse o reklamla ve telefonla ilgilenecektir. Kendi beklentilerine uygun ise bu ilgisi ve arayışı da sevince ve rağbete dönüşecektir. Konuyla ilgisi olmayan birisine ise o konunun ayrıca açıklanması gerekecektir.
Bu bağlamda, herhangi bir meseledeki orijinalitenin, güzelliğin, tatmin edicilik düzeyinin ve faydanın görülmesi, o alanda ve o konuda bir meraka, ilgiye, arayışa sahip olmayla çok yakından ilgilidir. Bu nedenle ister gençlik itibariyle ister başka bir nedenle olsun, metafiziğe veya daha öte manalara yönelik bir arayış içinde olmayan, günlük hayatın içindeki beslenme, barınma, üreme, süslenme ve benzeri şeylerle çokça meşgul olan bir insana Kur’an’ın bu söyledikleri çok anlamlı gelmeyebilir. Böyle bir insan “bunda ne var ki?” tavrı içinde olabilir.
Meselelerin tutarlı bir bütün halinde sunulması konusu da etik, ahlaki veya kişisel gelişim açısından “hayatı böyle yaşa” tavsiyelerine tek yönlü bakan, o konuda bir şekilde tatmin olmuş, belirlediği istikamette giden bir insan da Kur’an’daki bütünlüğün veya kapsayıcılığın kıymetini tam takdir edemeyebilir. Bu manada Kur’an'ın taklit edilemez veya kendisinin vurguladığı ve öncelikle birincil muhataplarına söylediği şekliyle "bunun bir benzerini getirin" meselesinden daha önemli, daha vurgulu olan hususun bu olduğu düşünülmelidir. Yoksa içinde az-çok edebî sanatların özelliklerini taşıyan bir takım şeyler birleştirilebilirdi. Araplar buna yabancı da değillerdi. Onların da panayırlarında bazı hatipler ve şairler çıkıp “dünya geçicidir, kalbinizi bağlamayın” gibi ahlaki öğütler verebiliyorlardı.
Diğer taraftan tek boyutlu açıklamaların ötesinde kapsamlı-bütüncül bir mesaj sunan ciddi bir metin de elimizde zaten pek yoktur. Başka dinlerin ya da farklı felsefe metinlerinin yahut insanlara yaşamsal şeyler tavsiye eden öğretilerin temel metinlerine bakılırsa onların Kur’an kadar bütüncül, kapsamlı, tutarlı olmadığı görülecektir.
Bunu görebilmenin basit bir yolu da, karşılaştırmalı okumalar yapmaktır. Özellikle de farklı yaşlarda (20’li yaşlarda okuduktan sonra 30’lu 40’lı yaşlarda tekrar okumak gibi) ve farklı yaşam koşulları içinde (maddi sıkıntı yaşanmadığı bir dönemde okuduktan sonra bu sıkıntının yaşandığı bir dönemde tekrar okumak gibi) yaşarken bu karşılaştırmalı okumaları yapmak Kur’an’ın diğer kitaplardan farkını anlamamızı kolaylaştıracaktır. Böylece Kur’an’ın ifade ettiği din olan İslam’ın oldukça bütüncül, kapsamlı, tutarlı olduğu bilinecek ve görülecektir.
Bu noktada bir örnek daha verelim. Mesela milyonlarca insanı etkilemiş olan sosyalizm ideolojisini ele alalım. Bu ideoloji kendi başına önemsiz değildir. Gerçekten de güçlülerin zayıfları ezmesine yönelik bir hassasiyet de geliştirmektedir. Sınıf çatışması, gelir dağılımı adaletsizliği, emek-sermaye çelişkisi gibi sorunlar hakkında kendine ait bir takım çözüm önerileri de sunmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki maddi meseleler (örneğin gelirin veya servetin eşit dağılımı gibi bir mesele) insan hayatında her ne kadar kendince bir yer kaplasa da insan hayatı bir bütün olarak ele alınınca kapladığı yerin o kadar büyük olmadığı da görülecektir. İşte kendine maddi bir konuyu esas alan, bu konuda kendi çerçevesinde çözüm önerileri sunan bir sistem tek yönlü olduğu, arkasından da pek çok huzursuzluk ve kavga gürültü çıkardığı için getirdiği çözüm önerilerinin de hangi ölçülerde ve ne kadar hayata uygun olup olmadığı açısından değerlendirilmelidir. Yani hayatın görece daha dar bir alanı olan maddiyata odaklandığı halde ve önerilerinin her birisi her durumda çok verimli olmadığı halde sosyalizm gibi bir ideoloji milyonlarca insanı etkileyebilmektedir. Evet, insan zihni parasal meselelerle belki fazlaca meşguldür ancak yine de bu mesele tek yönlüdür ve insan yaşamı içinde sadece tek bir noktayı ifade etmektedir. Bu durum çevrecilik, feminizm, milliyetçilik gibi alanlar için de geçerlidir. Bu alanlar da çok fazla insanın zamanını alıp hayatlarını onlara adamalarına yol açabilmektedir. Ancak insanlığın bütün tecrübesinin görece daha dar alanlarını ve pek de verimli olmayan biçimlerde çözebilmektedir. (3)
Toparlayacak olursak; Kur’an’ın asıl taklit edilemez olan yönü; insanı, özellikle de anlam arayışında olan insanı, bütün hayat tecrübesini, fert ve millet olarak, gün içinde ya da yüz yıl içinde bir anlam eksenine oturtmaya çalışan bir insanı tatmin edebilecek genişlikte bir beyanla gelmiş olmasıdır.
*** *** ***
Bir başka nokta da şudur: Kur’an’ın geldiği coğrafyada Güney Arapları denilen halkın yaşadığı Yemen ve çevresinde taşlara kazınmış bir halde kısmî bir yazılı edebiyat kültürü vardır. Yine Hicaz’a göre kuzeyde olan bugünkü Ürdün ve Ürdün’ün biraz daha güneyindeki topraklarda yine taşlara kazınmış halde farklı bir yazılı edebiyat kültürü daha vardır. Ancak Ürdün ve güneyindeki gelenekte yazılar genellikle doğal taşlara ve kayalara değil daha çok anıt taşlar olarak nitelendirilebilecek abideler üzerine kazınmıştır. Bu bir yönüyle Orhun Yazıtlarına benzemektedir. Bu kültür içerisinde özellikle de Ürdün ve civarındaki bulunan metinler, Kur’an’ın ilk kez yazıya döküldüğü dönemdeki bazı gramer ve diğer dil özelliklerini anlamamızı sağlamaktadır.
Gerçi her iki yazı türü arasında bir takım farklar vardır. Yemen ve civarındaki yazılar daha çok fasih Arapça ile yazılmışken Ürdün ve civarındaki bölgelerde bulunan yazıların bir başka semitik dil olan Aramiceden ve hatta Yunancadan etkilendiği de görülmektedir. Yine de bu yazılar o dönemin dil özelliklerine dair bize oldukça önemli bilgiler vermektedir. Bunun yanında Kur’an’ın indiği asıl merkez olan Hicaz ve çevresinde ise Kur’an'dan önce bir yazılı herhangi bir metne rastlanılmamıştır.
Diğer taraftan da bugün bilimsel olarak kabul edilen metin analizi ve karbon 14 gibi yöntemlerle bu durum Kur’an metninin % 90’dan fazlası için açıkça ispatlanmıştır; elimizdeki Mushaflar önce dört ana kopya halinde çoğaltılmıştır. O kopyalar da başlangıçta tek bir ana metinden ya da ana kopyadan çoğaltılmış metinlerdir. Bu metinler milattan sonra 600-650 yılları arasında yazılmış ve bir araya getirilmiş metinlerdir. Bu çoğaltma işlemleri sırasında bazı mushaflarda noktalama hataları gibi yanlışlıklar bulunmuştur ve bu hatalar çoğaltılan nüshalarda da tekrarlanmıştır. Oysa bu yanlışlıklar çoğaltma esnasında düzeltilebilirdi ancak çoğaltma işini yapanlar tarafından düzeltilmemiştir.
Bu yanlışlıkların ne tür yanlışlıklar olduğunu anlamak için şöyle bir örnek verelim; Örneğin Türkçede “kağıt” kelimesi a harfinin üzerinde şapka işareti olacak şekilde, yani “kâğıt” şeklinde yazılabilir. Bu işaret olmadan da direkt “kağıt” şeklinde de yazılabilir. İşte o dönemdeki çoğaltılan nüshalarda da ilk yazma işini yapan kişi sayfanın başında bir yerde mesela a harfinin üzerine şapka koyarak yazmış, sayfanın sonunda ise bu işareti koymadan yazmış. Oysa ikisinde de işareti koymuş ya da koymamış olabilirdi. Sonraki çoğaltılan nüshalarda da ilk yazan kişinin yazdığı şekil tercih edilmiş ve aynen sayfanın başında a harfi şapka işaretli, sonunda ise şapka işaretsiz şeklinde yazılmış. Bu durum da tek başına yazılı bir kültüre ve geleneğe yabancı olan bir kültürde Kur’an’ın bu denli özenli yazılıp çoğaltılması ve bu durumun tarihsel bir örneğinin olmaması da onun taklit edilemezlik özelliğinin bir yönünü oluşturuyor denilebilir.
Zihinlerde karmaşaya neden olabilecek bir diğer mesele de şudur; herhangi bir metin bir defa oluşturulduktan sonra onun bir benzeri üretilebilir. Ya da ilk bakışta benzeri olduğu düşünülebilecek taklitleri ya da benzerleri yapılabilir. Sizler de mesela Kur’an ayetlerinden bir ayetin ilk yarısını diğer ayetin de son yarısını anlam bütünlüğü ve uyumu olacak şekilde kesip başka yerde bir araya getirirseniz Kur’an’a benzer bir cümle oluşturmuş olursunuz. Bu cümle de kelimeleri Kur’an kelimeleriyle birebir aynı ancak cümle olarak Kur’an’da yer almayan ve Kur’an ayetlerine benzer bir cümle olmuş olacaktır.
Bu cümleye “kurgu cümle” diyelim. Arapça bilmeyen veya Arapçaya az aşina olan bir insan da bu kurgu cümleyi bir Kur’an ayeti zannedebilecektir (Bunun daha basit bir örneğini günlük hayatta sıkça karşılaşılan bir olgu olarak Arapça yazılı her dokümana Kur’an ayeti gibi hürmet gösteren insanlarda görebiliriz). Bu kurgu cümleyi Kur’an okumayı bilen ancak Kur’an bilgisi az olan bir insan bile fark edemeyebilir. Benzer şekilde örneğin Necip Fazıl üzerine uzmanlaşmış bir edebiyatçı ya da şair, Necip Fazıl’ın şiirlerine benzer bir şiir yazabilir, onun motiflerini ve üslubunu kullanabilir. Ancak Necip Fazıl uzmanı ve onun şiirlerini çok iyi bilen bir başka edebiyatçı bu şiirin Necip Fazıl’a ait olmadığını fark edebilir.
Salvador Dali’nin resimleri de sanat dünyasına yeterince egemen olduktan sonra kabiliyetli bir ressam çıkıp Dali’nin tekniğine ve formlarına benzer bir resim çizebilir. Bu konuda uzman olmayan birisi de bu iki resmi birbirine benzetebilir. Hatta her ikisinin de Dali’ye ait olduğunu zannedebilir. Markov zincirleri gibi tekniklere ya da benzeri bilgisayar yöntemleriyle de Kur’an ayetlerindeki her kelimeden sonra gelecek kelimenin ihtimali hesaplanabilir ve bunlarla da Kur’an’a zahiren benzeyen metinler oluşturulabilir.
Elbette ki herhangi bir ürün, bir metin, bir eser, üzerinden yeterince zaman geçip de kültüre tam olarak mâl olduktan sonra kendisine benzer ürünlerin düşünülmesi, üretilmesi doğaldır ve normaldir. Bu durum Kur’an’ın benzerinin yazılamaması konusunda zihinleri şüpheye düşürmemelidir. Çünkü Kur’an’ın üslup, mana ve nitelik olarak taklit edilememesini öncelikle kendi zamanı içinden değerlendirilmelidir. Bu da meselenin özünde tarihsel olmadığını ancak pek çok boyutunun içinde tarihsel bir yönünün olduğunu da göstermektedir.
Diğer yandan zaten güneyinde (Yemen ve çevresi), kuzeyinde (Ürdün ve çevresi), doğusunda (İran, Hindistan vb.), batısında (Habeşistan, Mısır vb.) yazılı kültür geleneğinin var olduğu ancak kendi içinde yazılı kültürün neredeyse sıfır olduğu bir coğrafyada (Hicaz ve yakın çevresi) Kur’an gibi bir metnin yazılarak kayda geçirilmesi ve o bölgede yazılı kültürün ilahi bir vahyin metne dökülmesiyle doğup büyümesi göz önüne alınırsa bu bile kendi başına bir yönüyle mucizedir.
1 ) Bu arada tabii ki orijinalite her zaman hakikati göstermenin delili olmaz. Örneklendirecek olursak; bir insan kendi başına kalitesiz bir resim yapabilir. O resmi hakikaten o insan yapmıştır ve bu durum ispatlanabilir. Ancak o resim kendi başına bir sanat değeri taşımayabilir. Sanat değeri taşısa da hakikati göstermeyebilir. Bu konu için de “isterseniz benzerini yapın” ifadesi anlamlı oluyor. Diyelim ki insanlar bunu kullanabiliyorlar. Yani “bu şiirin, resmin, şarkının nesi var, bunu ben de yapabilirim” şeklinde iddialarda bulunabiliyorlar. Bu yönüyle de bir eserin aynısını insanın yapabiliyor olması duruma göre bir değersizlik gösterebiliyor. Diğer taraftan bir eserin benzerinin yapılamaması da bir değer ifade ediyor.
2 ) Bu görüş geleneksel kelam tarihinde “sarfe” görüşü olarak bilinmektedir. Sarfe görüşü en temelde Kur’an’ın benzerini yapmaya gücü yeten Arap ediplerinin, Kur’an’ın indirildiği dönemde Allah tarafından bir müdahale ile engellendikleri kabulüne dayanmaktadır. Görüş hakkında daha detaylı bilgi için; https://islamansiklopedisi.org.tr/sarfe
3 ) Burada Kur’an’ın veya İslam’ın hayata dair tüm meselelerin hepsini çözüp çözmediği sorusu akla gelebilir. Şu anda ve burada bu konunun tamamının ele alınması mümkün değildir. Elbette İslam’ın da farklı yorumları ve bu yorumların mevcut sorunları çözemediği görülmektedir ancak bu tamamen farklı bir yazı konusu olacağından şimdilik bu kadarla yetinmeyi uygun görüyoruz.