Muaviye Hutbelerde Hz. Ali'ye Hakaret Ettirir miydi? | İslam Tarihinin Tartışılan Figürü: Hz. Muaviye | 3. Kısım
Muaviye’nin Hutbelerde Hz. Ali’ye Hakaret Ettirdiği İddiaları
Bu konuda İslam tarihi kaynaklarında genellikle “zem”, “sebb”, ve “şetm” kelimeleri kullanılır. Zemmetmek, kötülemek ve yermek demektir. Sebbetmek ve şetmetmek de kısacası hakaret etmek anlamına gelir. Bu kelimeleri Türkçedeki anlamıyla galiz küfürler ve sövme olarak anlamamız yanlıştır. Her ne kadar bu kelimelerin anlamı nihayetinde “birinin aleyhinde kötü söz söylemek” anlamına gelse de Türkçedeki “küfretme, sövme” kelimelerinin çağrışımlarından farklıdır.
Diğer yandan bu konuda İslam tarihi kaynakları farklı şeyler anlatmaktadır. Bu anlatılanların da güvenilirliği her zaman tartışma konusu olmuştur. Bazı ehl-i sünnet alimleri Muaviye’nin ve valilerin hiçbir zaman böyle bir uygulama yapmadıklarını iddia ederlerken kimileri Muaviye’nin değil sadece valilerin bunu yaptıklarını, bunun da Muaviye’nin suçu olmadığını söylemeyi tercih etmişlerdir. Kimileri de böyle bir uygulamanın varlığını kabul etmekle beraber bu uygulamanın karşılıklı olduğunu ve köklerinin Tahkim olayına dayandığını belirtmişlerdir.
Bu meselenin başlangıcı konusundaki en yaygın rivayet şu şekildedir; Muaviye bir gün Kûfe valisi Muğire bin Şube’yi çağırarak ona şöyle der: “Ben sana bazı şeyler tavsiye etmek istedim ancak ileri görüşlülüğüne güvenerek bunları (yapıp yapmamayı) sana bıraktım. Bununla birlikte bazı şeyleri tavsiye etmekten kendimi alamıyorum. Ali’yi sürekli olarak kötülemeyi ihmal etmeyeceksin. Osman’a da rahmet okuyup sürekli mağfiret isteyeceksin. Ali’nin ve adamlarının ayıplarını her fırsatta ortaya koyacak, onları kötüleyip duracaksın. Osman’ın taraftarlarını sürekli övecek, Ali’nin taraftarlarını ise yere batıracaksın.” Muğire ise: “Sen beni denedin ve bu şekilde ben de denenmiş oldum. Sen de aynı şekilde deneneceksin ve sonunda ya övüleceğiz veya sürekli yerilip duracağız.” diye karşılık vermiş, Muaviye de “İnşallah ikimiz de sürekli övülüp duracağız.” demiştir.1
Bu rivayetin aslının olup olmadığı pek çok tarihçi tarafından tartışılmıştır. Çünkü bu rivayetin cerh ve tadili yani rivayet edenlerin doğrulukları, güvenilirlikleri sorgulanmamıştır. Bu nedenle bu rivayetin kesin bir kanıt olarak kullanılması pek doğru olmayacaktır.
Bunun dışında bir başka rivayete göre de Hz. Hasan (ra) idareyi Muaviye’ye bırakacağı zaman bazı şartlar öne sürmüştür. Kûfe hazinesinin kendisine bağlanması, ailesinin ve taraftarlarının can ve mal güvenliğinin sağlanması gibi şartların yanında bir de Muaviye’nin hâkim olduğu bölgelerde minberlerden Hz. Ali'ye (ra) kötü sözler söyleme uygulamasının kaldırılmasını şart koşmuştur. Ancak bu son şart tam olarak uygulamaya geçirilmemiştir. Muaviye’nin hâkim olduğu yerlerde en azından Hz. Hasan’ın duyacağı şekilde bu uygulamanın kaldırıldığını söyleyen kaynaklar da vardır.2 Ancak farklı rivayetlerden Hz. Ali (ra) taraftarlarının yoğun olduğu bölgelerde bu uygulamanın kısmen devam ettirildiği de söylenmektedir.
Bir başka rivayet ise Müslim’de geçen bir rivayettir. İmamiye Şiasının da delil olarak kullandığı bu rivayete göre Muaviye bir gün Hz. Sa’d bin Ebu Vakkas’a haber göndererek “Ebu Türab’a (Hz. Ali’ye) hakaret etmekten seni alıkoyan nedir?” diye sorar. Hz. Sa’d da şu cevabı verir: “Ben Allah Rasulünden bu konuda üç şey işittim, bu nedenle Ali’ye hakaret edemem. Rasulullahın bu söyledikleri benim için kırmızı develerden ve bütün makamlardan daha değerlidir.”3
Bu rivayetteki “hakaret” olarak çevrilen kelime bizim günlük dilde kullandığımız hakaret anlamına gelmemektedir. Bu kelime dönemin kültürel ve siyasi kullanımına da uygun olarak daha çok “aleyhte konuşmak” demektir. Bu durumda Muaviye Hz. Sad’a “Neden Ali’nin aleyhinde değilsin de benim aleyhimdesin?” yani “Neden benim yanımda değilsin de Ali’nin yanındasın?” gibi bir soru sormuş olmaktadır.4
Bazı rivayetlerde ise Tahkim hadisesinden sonra Hz. Ali’nin (ra) bir süre Muaviye ve onun taraftarı birkaç kişiye ismen beddua ettiği, bunu duyan Muaviye’nin de Hz. Ali ve çevresindeki birkaç kişiye lanet okuduğu geçmektedir.5 Bu durumda lanetleşme veya sövgü uygulamasını ilk başlatan Hz. Ali (ra) olmaktadır. Ancak bu rivayetin Ebu Mihnef isimli bir tarihçi kanalıyla gelmesi rivayete şüpheyle yaklaşılması için yeterlidir. Çünkü Ebu Mihnef hadis alimleri tarafından güvenilir olmayan ve rivayet ettiği hadisler kabul edilmeyen birisi olarak bilinir. Onun için bazıları aşırı Şii ve Rafızî gibi ithamlarda da bulunmuşlardır. Dolayısıyla bu rivayeti ciddiye almamızı gerektirecek bir durum yoktur.
Diğer rivayetler ise daha çok Şia’nın abartılı anlatımları ve sünni dünyadaki bazı kitapların da bundan etkilenerek alıntıladığı anlatımlardır. Bu anlatımlara göre Muaviye, bütün ehl-i beyt mensuplarına hutbelerde hakaretler, küfürler ve lanetler ettirmekte, imamları ve valileri buna zorlamakta, karşı çıkanlara zulmetmekte hatta onları öldürmektedir. Ancak meselenin böyle olmadığı açıktır.
Bu uç anlatımların aksine olarak sünni dünyada “Muaviye gibi faziletli bir sahabi hiç böyle bir şey yapar mı?” mantığıyla bazı savunmalar geliştirilmiştir. Tarihi anlatımlar karşılıklı olarak ele alınınca, yani Muaviye’nin böyle bir uygulamayı sistematik ve organize bir şekilde yaptırdığı yahut yaptırmadığı şeklindeki anlatımların her birisi analitik olarak ele alınınca şu sonuçlara ulaşmamız mümkündür:
İslam tarihinde hutbelerin pek çok zaman siyasi yönleri olmuştur. Hutbelere siyasi konuların dahil edilmesi o dönemde de yaşanmış olabilir. Örneğin Emevilerin hutbelerde “Ali evlatları size karşı savaşıyor, siz de onlara tepki gösterin!” anlamına gelebilecek ibareleri kullanmaları biraz makul görülebilir. Ancak bunun ötesinde hakaret, lanet gibi anlamlara gelecek kelimelerin kullanılması, üstelik bunun düzenli hâle gelmesi büyük vebaldir. Ancak bunun her zaman böyle olduğuna dair elimizde doğruluğu kesin, sahih bir nakil de bulunmamaktadır.
Diğer yandan Muaviye’nin böyle bir uygulamayı başlattığını doğru kabul etsek dahi bunu sürekli bir şekilde ve sistematik olarak, üstelik İslam coğrafyasının her bölgesinde devam ettirdiğini söyleyemeyiz. O dönemin siyasi atmosferiyle uyumlu bir şekilde Hz. Ali (ra) taraftarlarının yoğun olduğunu bölgelerde bu uygulamanın kısmen yapıldığını ancak genellikle yapılmadığını söylemek belki daha doğru olabilir. Hatta meseleyi sadece Muaviye açısından münferit birkaç seferlik bir uygulama olarak görmek de mümkündür. Çünkü Muaviye’nin Hz. Ali lehine övgü dolu sözleri de bulunmaktadır.
Örneğin bir rivayette Ebu Müslim el-Havlanî Muaviye’nin huzurunda ona “Ali ile kendini bir gördüğün için mi ondan hilafeti istedin?” diye sormuş, Muaviye de “Vallahi ben onun benden daha hayırlı ve üstün olduğunu inkâr etmiyorum.” diyebilmiştir.
Yine Hz. Ali’nin (ra) şehadet haberi Muaviye’ye ulaştığında Muaviye’nin ağladığı, karısının “Hem onunla savaştın hem de şimdi arkasından ağlıyor musun?” demesi üzerine Muaviye’nin “Sen insanların nasıl bir fazilet ve ilmi kaybettiğini bilmiyorsun!”6 dediği de bilinmektedir.
Şu rivayet de dikkat çekicidir: Busr isimli birisi Muaviye’nin huzurunda Hz. Ali (ra) hakkında ileri geri konuşurken orada Hz. Ali’nin akrabalarından olan Zeyd isimli birisi de bulunmaktadır. Zeyd, Busr’un kafasına bir sopayla vurur ve onu yaralar. Muaviye de bunun üzerine Busr’a “Zeyd’in dedesi Ali’ye herkesin önünde nasıl hakaret edersin? Faruk’un (Ömer’in) oğlunun (Zeyd’in) buna tahammül edebileceğini mi zannettin?” der.7
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki; Muaviye’nin bizzat kendisi Hz. Ali (ra) ve ailesi aleyhine hakaret veya lanetleme gibi bir uygulamanın içine girmemiştir. Ancak Medine ve Kufe valiliklerinde böyle bir uygulamanın bir süre devam ettiğine dair kayıtlar da bulunmaktadır. Bunun da en önemli nedenlerinden birisi valilerin kendi hakimiyetlerini ancak bu yolla sağlayabilmeleridir.
Diğer yandan bu uygulamanın Hz. Ali’nin (ra) fanatik sayılabilecek taraftarlarını tespit etmek amacıyla yapıldığı da söylenebilir. Muaviye veya valilerinin sadece hakaret veya aleyhte konuşmalara itiraz edenleri öldürdüklerini söylemek doğru olmaz. Nitekim daha önceden bahsedildiği gibi Hucr bin Adî (ra) vali Muğire’nin hutbede Hz. Ali (ra) aleyhine konuşmalarına birden fazla kez itiraz etmiş ancak bunların hiçbirisinde sırf itiraz ettiği için cezalandırılmamıştır. En sonunda yanında 3.000 kadar silahlı adamın toplanması, Şam’a giden kervanın durdurulması gibi isyan teşebbüsü sayılabilecek olaylarda çevresindeki insanlar tarafından öne çıkarılması (ki o insanlar da daha sonra Hucr’u yalnız bırakmışlardır) nedeniyle idam ettirilmiştir. En azından idamın siyasi ve görünür nedeni budur.
Bu noktada Medine valiliği yapan Mervan bin Hakem’in de Hz. Ali (ra) ve taraftarlarına hakaret uygulamasını uzun süre devam ettirdiği kaynaklarda nakledilir. Görevden alınınca yerine atanan Said bin el-Âs’ın ise bu uygulamayı sürdürmediği, Hz. Ali ve taraftarlarına hiç hakaret etmediği de bilinmektedir. Mervan bin Hakem’in valiliği boyunca hutbelerde Hz. Ali’ye yaptığı hakaretleri o süreçte Cuma’ya giden Hz. Hasan (ra) da elbette bilmektedir. Hz. Hasan hutbe esnasında Mescide gelir, Efendimiz’in (sas) hücresinde oturur, hutbe bitince de namazını kılıp evine dönerdi. Hz. Hasan’ın bu hakaretler karşısında herhangi bir karışıklık çıkardığına hatta bir kere hariç sesli olarak itiraz ettiğine bile kaynaklarda rastlanmaz. Hatta “Mervan’a cevap vermeyecek misin?” diye soranlara da cevap bile vermediği nakledilir. Aslında bu durum da tek başına çok önemli mesajlar içermektedir. Diğer yandan Hz. Aişe (rh.a) validemizin de Mervan’a tepki gösterdiği ve onu kınadığı kaynaklarda bildirilmektedir.8 Bu noktada Mervan bin Hakem’in yerine atanan vali Said bin Âs’ın bu uygulamayı devam ettirmemesi dikkat çekicidir.
Muaviye’den sonraki dönemde ise hakaret uygulamasının sistematik ve sürekli, yoğun olarak devam ettiğine dair hemen hemen hiçbir kayıt yoktur. Muaviye’nin iktidarı 680 yılına kadar sürmüştür. Daha sonra bu hakaret uygulamasının Ömer bin Abdülaziz (ra) döneminde resmi olarak kaldırıldığı bilinmektedir. Ömer b. Abdülaziz’in halife olma tarihi 717’dir. Bu durumda hakaret uygulamasının Muaviye’den sonra en az 37 yıl daha devam etmiş olması beklenir. Ancak gerek Muaviye sonrası Emevi sultanlarının gerekse Emevi valilerinin bu konuda hakaret içerikli söylemlerine kaynaklarda neredeyse hiç rastlanmamaktadır. Örneğin Mervan bin Hakem’in Medine valisi iken Hz. Ali (ra) ve taraftarları aleyhine yaptığı hakaretlerle ilgili pek çok tarihi anlatım varken onun sultanlığı döneminde hatta onun neslinden gelenlerin de döneminde böyle bir hakaret uygulamasına dair hiçbir kayıt yoktur.9
Bu durumda iki ihtimal söz konusudur: Ya herhangi bir hakaret veya lanetleme uygulaması olmamıştır veya herkes bu uygulamaları benimsemiş, hakkında söz etmeye değmeyecek kadar sıradan bulmaya başlamışlardır. İkinci ihtimal imkansızdır çünkü Hz. Ali (ra) evlatları Muaviye’den sonraki dönemde de Emevilerle pek iyi ilişkiler içinde olmamış, yer yer çatışmalar da yaşanmıştır. O hâlde ilk ihtimal daha mantıklı görünmektedir.
Diğer yandan Ömer bin Abdülaziz’in Muaviye’den beri devam eden hutbelerde Hz. Ali (ra) ve ehlinin lanetlenmesi uygulamasını kaldırmasıyla ilgili bilginin İslam tarihi kaynaklarından sadece İbn Sa’d’da yer alması, İbn Kesir, Zehebî, Taberi veya Suyuti gibi görece daha kıymetli eserlerde yer almaması da Ömer bin Abdülaziz’in böyle bir uygulaması olmayabileceğini yahut olsa bile bunun sadece Basra bölgesinde karşılaşılan münferit bir hakaret iddiasıyla ilgili olabileceği ihtimalini gündeme getirmektedir.
Bu tartışmalar bir yana, genel kabule göre Ömer bin Abdülaziz, hutbelerde Hz. Ali (ra) ve ehline hakaret edilmesini yasaklamış, bunun için valiliklere (veya uygulamanın kısmen devam ettiği tek bir valiliğe) mektup yazarak bu yasağı resmi olarak bildirmiştir. Bunun yerine de hutbelerde şu iki ayetin okunmasını emretmiştir:
“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.”10
“Gerçek şu ki, Allah adâleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder; yüz kızartıcı işleri, fenalığı ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”11
Dolayısıyla bugün Cuma hutbelerinin sonunda bu ayeti okuma uygulamasını Ömer bin Abdülaziz’in başlattığını söyleyebiliriz.
Sonuç
Ömer bin Abdülaziz’in (ra) hutbelerde okutulmasını emrettiği şu ayet aslında bizim için bu konulardaki genel ilke olmalıdır:
“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.”12
Ayetin manası açıktır. Allah Teala müminlerin kalplerinde herhangi bir mümine karşı kin, düşmanlık gibi olumsuz bir duygunun en ufak bir emaresinin bile bulunmasına razı değildir. Böyle bir izden kurtulmak için de Kur’an bizlere bu duayı öğretmektedir.
Diğer yandan Hz. Ali (ra) ile Hz. Muaviye (ra) arasında geçen olaylar herkesten önce bu iki sahabiyi ilgilendirmektedir. Hz. Ali’nin (ra) Hz. Muaviye’den daha faziletli ve üstün olduğunu tartışmaya gerek dahi yoktur. Hz. Ali’nin bu olaylarda haklı olan taraf olduğu da açıktır.
Tarihte olmuş bitmiş bir meseleyi uzatıp her iki sahabi ve uygulamaları hakkında bizim görüşümüzün sorulmadığı ve sorulmayacağı bir yerde araya girerek bu sahabilerden birisini yüceltip diğerini yerin dibine sokmanın da bir anlamı yoktur.
Unutmayalım ki Hz. Muaviye’nin hataları bize sorulmayacaktır. Hangi tarafı tuttuğumuz da sorulmayacaktır. Ancak tarihin çok eski dönemlerinde gerçekleşmiş bu olaylara bakarak bunlardan dinin esaslarına dair hükümler çıkarmaya çalışmak, Allah Rasulü’nün (sas) sahabileri hakkında ileri geri konuşmak, hatta onların gıybetini etmek başımıza kabirde ve mahşerde durduk yere iş açmak demektir. Akıllı bir müminin de ahireti adına böyle gereksiz risklere girmesi anlamsız olacaktır.
Kötülemenin veya tekfir etmenin kötüleyene ve tekfir edene hiçbir faydası yoktur. Kötüleyen ve tekfir eden haklı ise kazanacağı bir sevap yoktur ancak haksız ise asıl kötülenmeye layık olan ve tekfir edilmesi gereken kendisi olacaktır.
Hz. Muaviye Hz. Ali’yi beğenmeyebilir (ki böyle bir durumun varlığı da tartışılır). Hz. Ali (ra) de Hz. Muaviye’nin hatalarını görüp bilebilir. Biz ise bu meseleyi bu zatların kendilerine havale edip araya girmek gibi bir akılsızlığa düşmemeliyiz. Çünkü olay büyük oranda tarihseldir, tarihin belli bir döneminde olup bitmiştir. Hz. Ali (ra) damad-ı Nebî’dir, şâh-ı velayettir, ilim şehrinin kapısıdır, ehl-i beytin imamıdır, müminlerin de gözbebeğidir. Bizim Onu övmemize Onun ihtiyacı yoktur. Muaviye ise bir sahabi olmasının yanında krallardan bir kral, sultanlardan bir sultandır. Böyle bakılınca İslam tarihindeki krallar, padişahlar veya sultanlar arasında iyi bir sultan olduğu hatta belki de en iyilerden olduğu görülecektir.
Allah Teala’dan bizi ve bizden önceki bütün müminleri bağışlamasını, kalplerimizde Hz. Muaviye de dahil olmak üzere inananlara karşı hiçbir kin bırakmamasını diler ve dileniriz!
1 ) İbnü’l Esîr, el-Kamil fi’t-Tarih, c. 3, s. 472-473
2 ) İbn Sad, Tabakat, c. 4, s. 381
3 ) Müslim, Kitabu Fezaili’s Sahabe, 4/1871
4 ) İmam Nevevi, Sahihi Müslim Şerhi, c. 6, s. 278
5 ) Belazuri, Ensab, c. 3, s. 126
6 ) Ali Muhammed Sallabi, Hz. Hasan, s. 410
7 ) İbnü’l Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, c. 4, s. 12
8 ) Bahaüüddin Varol, Emevilerin Hz. Ali ve Taraftarlarına Hakaret Politikası Üzerine, İstem Dergisi, sayı 8, s. 96
9 ) Badaüddin Varol, a.g.m., s. 96
10 ) Haşr, 10
11 ) Nahl, 90
12 ) Haşr, 10