Müellefe-i Kulûb
Soru: Mekke’nin fethinden sonra Peygamber Efendimiz’in (sas) önde gelen bazı müşriklere, onların kalplerini İslam’a ısındırmak için maddi değeri yüksek hediyeler verdiği söyleniyor. Hatta bu hediyelerin küçük bir servet miktarında olduğundan bahsediliyor. O dönemde Mekke ve Medine’de fakir insanlar bulunmasına rağmen servet tutarındaki bu maddi varlıkların zengin insanlara dağıtılması beni rahatsız ediyor. Peygamber Efendimiz’in (sas) böyle davranmayacağını tahmin ediyorum. Bu rivayetler sahih mi? Sahih ise Peygamber Efendimiz (sas) niye böyle davranmıştır?
Cevap:
Birinci Nokta: Rivayetlerin sıhhatinin sorgulanması güzel ve önemlidir. Ancak sıralama soruda olduğunun tam tersi şeklinde yapılmalıdır. Yani öncelikle rivayetlerin sahih olup olmadıklarına bakılmalıdır. Önce kanaatimizi belirtip, “Benim düşünceme göre bu tavır doğru değil, o hâlde bu rivayet sahih olmamalı.” diye düşünülmemelidir.
İkinci Nokta: Efendimiz (sas), peygamber olması hasebiyle ve getirdiği vahiyle hakikatin temel, aslî kaynağıdır. Bu nedenle Efendimiz (sas) için dışarıdan, başka kriterlerle yapılacak değerlendirmeler makul ve rasyonel değildir. Yani bir insanın kendine ait ahlaki veya mantıksal kriterleriyle Efendimiz’e (sas) bakıp Onun sözleri ve davranışları için “Bu sözü bence söylemiştir/söylememiştir. Bu işi bence yapmıştır/yapmamıştır.” şeklindeki düşünceleri doğru bir kriter değildir. Çünkü Efendimiz’i (sas) Onun dışındaki kriterlerle değerlendiriyorsak Onu hakikatin kaynağı kabul etmiyoruz demektir. “Hakikatin kaynağı” demek, tanım gereği Efendimiz’in (sas) sözlerini ve davranışlarını, kendiliğinden, sırf Onun söz ve davranışları olduğu için hak ve hakikat olarak görüp tanımak, öyle kabul etmek demektir. Bir sözü Efendimiz (sas) söylemişse doğrudur ve güzeldir. Bir davranışı Efendimiz (sas) yapmışsa o davranış da doğrudur, güzeldir, hayırdır ve hakikattir. Bizler mümin isek; Efendimiz’in söz ve davranışlarına bakınca bizim kişisel kriterlerimize uymadığını düşündüğümüz bir söz veya davranış ile karşılaşmış isek sorun bizdedir, kriterlerimiz yanlıştır ve kendimizi ona göre düzeltmemiz gerekecektir.
Bu durum formel mantık açısından başka meseleler için de geçerlidir. Örneğin; “Einstein falanca teoriyi desteklemiştir/desteklememiştir.” gibi bir yargıda bulunmamız fizik konusunda Einstein kadar birikimi olmayan, Einstein’ı bütün yönleriyle yeterince tanımayan, dönemin bilgi seviyesinin geldiği noktayı tam bilmeyen birisi için geçerli bir yargı olmayacaktır. Tabii ki söz konusu Efendimiz’in (sas) söz ve davranışlarını yargılamak olunca mesele sadece mantıksız bir yargıda bulunmaktan daha fazlasını ifade edecektir.
Üçüncü Nokta: İnsanların olaylara, kişilere ve nesnelere yaklaşımı farklı olabildiği gibi finansal konulara veya parasal ilişkilere yaklaşımı da farklı olabilmektedir. Örneğin bir insan yardım götürmek istediğinde Afrika’da su kuyusu açtırmayı daha önemli bulabilir ancak bir başkası jeoloji fakültesi ile su kuyusu açmak için gerekli cihazların üretildiği bir fabrika kurmayı daha mantıklı bulabilir. Yine bir insan Afrika’daki yoksul ve aç insanlara yardım için bizzat giderek oradaki insanlara temel gıda maddeleri dağıtımı yapmak isteyebilir. Bir başka insansa o coğrafyadaki verimli toprakları kiralayıp insanlarını da eğiterek tarım ve hayvancılık konusunda o bölgeyi daha canlı hâle getirmeyi planlayabilir. Bir başka insan da yine o bölgede okullar açmayı, elektrik ve internet hatları döşemeyi uzun vadede daha uygun bulabilir. Örneklerin birinci kısmındaki insanlar o bölgede okul açmayı, internet hatları döşemeyi, köylere elektrik getirmeyi açlıkla ve susuzlukla mücadele açısından gereksiz ve faydasız bulabilir. Ancak o bölgelerde okullar açmak da, tarımsal ıslah çalışmaları yapmak da, bölgeye elektrik ve internet taşımak da temelde o bölgedeki yoksulluk ve açlıkla mücadele içindir.
Benzer şekilde, insanların ihtiyaçlar konusunda öncelik sıralamaları da farklı olabilir. Örneğin, Ankara’da yaşayan bir insan “Ankara’da tek bir aç ve yoksul kalmayana dek belediyenin kültürel faaliyetleri de park bahçe düzenlemeleri de israftır, faydasızdır.” diyebilir. Bir başka insan da “Ankara’da okula gidemeyen tek bir çocuk kalmayana kadar ulaşım hizmetleriyle ilgilenmek gereksizdir.” diyebilir. Bu düşünce bir açıdan insanlara makul de gelebilir ancak farklı açıları hesaba katınca bu düşüncenin makul olmadığı, eldeki kaynakların mevcut problemler için belirli ölçütlere göre dağıtılması gerektiği, bu dağıtım sonucu park bahçelerle de kültürel aktivitelerle de toplu ulaşım konularıyla da ilgilenilmesi gerektiği anlaşılacaktır.
Bu bağlamda temel bir düşünce sorunu ve temel bir insani eksiklik şudur ki: Her insanın ufku kendi dünyası kadardır. Bu hakikat tam olarak öğrenilinceye kadar her konuda bilgi ve yaklaşım eksikliği yaşanacaktır. Bu nedenle bir insan en çok neyle meşgul oluyorsa diğer meselelere de o açıdan bakabilecektir. İnsanlığın daha geniş durumlarını kapsayan, bugünü ve yarını da düşünen, bazen tüm şehri bazen tüm ülkeyi bazen tüm dünyayı hesaba katarak düşünce, söylem ve eylem üreten stratejiler, politikalar veya idealler sadece kendi mahallesini, kendi şehrini veya sadece kendi ülkesini düşünen, dünyaya sadece kendi mahallesinden, kendi şehrinden ve kendi ülkesinden bakan insanlar için anlaşılmaz olabilir. Bu nedenle ufkumuz bütün dünyayı ve kâinat çapındaki hadiseleri kapsayacak kadar geniş değilse, ufku bizden daha geniş insanların söz ve fiillerine karşı biraz daha makul ve alttan alır şekilde yaklaşmak gerekecektir. Bu kişi peygamber ise, özellikle de Efendimiz (sas) ise bizim düşündüğümüzü Onun da daha geniş hâliyle düşünmüş olabileceğini, meseleleri daha etraflıca değerlendirebileceğini hesaba katmalı ve kendi ufkumuzu da meselelere Onun baktığı yerden bakarak daha geniş tutmalıyız.
Dördüncü Nokta: Efendimiz’in (sas) tebliğinin temel gayesi, insanların iman etmesi, Allah’ın varlığını, birliğini, ilmini ve iradesini kabul etmeleri, sadece Allah’a ibadet etmeleri ve Ona kul olmaları, ahirete hazırlanmaları, hesaba çekileceklerini öğrenmeleri ve bu eksende ahlaklarını güzelleştirmeleridir. Bunların her birisiyle ilgili ayet ve hadisler bulunabilir. Efendimiz (sas) de bu eksende tebliğine başlamış, Mekke’de sıkıntılar altında geçen yılların ardından Medine’ye hicret etmiş, tebliği kabul edenlerle yeni bir toplum oluşturmuş, gerektiğinde savaşlar yapmış, büyük devletlere de elçiler göndermiştir. Nihayetinde İslam genel bir kabul görmüş, en son Mekke fethedilmiş, Müslümanlar maddi bir güce, insan kaynağına ve finansal imkana kavuşmuştur. Ancak Mekke'nin fethinden sonra gelinen noktada hâlen daha insanları etkileme potansiyeline sahip, kamuoyu oluşturabilecek güçte müslüman olmayan insanlar da vardır.
Gönül arzu eder ki her insan kendi aklı, iradesi ve vicdanıyla hareket etsin, hakkı ve hakikati ona göre kabul etsin veya reddetsin… Ancak realite böyle işlememektedir. Elbette kendi bireysel aklı ve iradesiyle hareket edip hakikati arayan, bulduğunda da onun karşısında dürüst davranıp hakikate teslim olan insanlar vardır ancak bunlar tarih boyunca çok az sayıda olmuştur. Geniş halk kitleleri ise hakikati bireysel akıl ve iradeleriyle arayıp bulmaktan uzaktır. Onlar büyük oranda toplumsal etkisi veya popülaritesi yüksek olan şair, sanatçı, iş adamı, siyasetçi, düşünür, gazeteci gibi insanlardan etkilenirler ve bir toplumda fikirler de böylesi insanlar aracılığıyla yayılır. Aslında avam insanlar bu sayılan kesimi de pek umursamazlar ve bu kesim daha çok orta sınıf insanları etkiler. Avam ise genellikle kendilerinin mensubu oldukları grupların akışına tâbi olur. O dönemin Araplarında da zenginlere ve asillere karşı ciddi bir temayül vardır. İnsanlar kabile reislerini, zenginleri ve asilleri takdir ve taklit etmektedirler.
Mekke'nin fethinden sonra, müşriklerle müminler arasındaki soğuk veya sıcak çatışmalar bittiği için meseleleri çatışma ortamının karmaşasından uzak, duru bir akıl ve vicdanla tartıp değerlendirebilecek insanlar vardır. Ancak meseleyi sadece bir egemenlik mücadelesinden ibaret zannedip “Acaba bir daha savaşsak bu sefer Müslümanları yenebilir miyiz?” diye düşünen insanlar da hâlen vardır.
Bu noktada sonuca varmadan önce şu üç hususu akılda tutmak gerekecektir:
Birincisi; bazı insanlar psikolojik özellikleri itibariyle kendilerini yenen insanlara karşı ciddi bir yakınlık hissi beslerler. Galiplerin dediklerini onaylamaya daha meyilli olurlar ve onlar tarafından da onaylanmak isterler.
İkincisi; bağış veya hediyenin önemi ve büyüklüğü bağış alanın maddi seviyesiyle doğru orantılıdır. Haftalık harçlığı 100 Lira olan bir öğrenciye 200 Lira verilmesi durumunda o öğrenci buna son derece sevinecektir. Ancak günlük harçlığı 200 Lira olan bir öğrenciye 200 Lira verilmesi onu pek etkilemeyecektir. Bazı Afrika ülkeleri 10.000.000 dolarlık uluslararası bir hibeyi, karşılığında yerel mevzuatlarını bile değiştirecek kadar önemli bulabilirler ancak gelişmekte olan büyük bir ülke için 10.000.000 dolarlık uluslararası bir hibe hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Üçüncüsü; Efendimiz (sas) için esas olan insanları kazanmak, insanların imanına vesile olarak onların dünya ve ahiretlerinin kurtulmasını sağlamaktır. Bu nedenle Efendimiz (sas) Müslüman olmadan önce Müslümanlara zarar vermiş hatta Müslümanlara karşı savaşmış insanları bile savaş suçlusu olarak yargılayıp cezalandırmamış, onlara son derece lütufkâr davranmıştır. Hz. Vahşi, Hz. Halid bin Velid ve Hz. İkrime bin Ebu Cehil (r. anhüm) bunlardan sadece birkaçıdır. Efendimiz (sas) bu insanlara karşı öyle güzel davranmıştır ki, onların kalplerini de kazanmayı başarmıştır. Hz. Hüseyin'in (ra) tabiriyle insanlar, Efendimiz’in (sas) en sevdiği kişinin kendisi olduğunu düşünürdü.1
Şimdi bu parçaları birleştirerek düşünelim: Efendimiz (sas) insanların iman nuruyla tanışabilmeleri için mümkün ve meşru her rasyonel yolu deneyecektir. Bazı insanların paraya veya maddi varlığa zaafı vardır. Örneğin Safvan bin Ümeyye, bir savaştan sonra Müslümanların eline geçen ganimetlere bakar. Bu ganimetlerden sadece bir kısmı bir vadi dolusu deve ve koyundur. Efendimiz (sas) onu o hâlde görünce “Ya Ebu Vehb! Vadi pek mi hoşuna gitti?” diye sorar. Safvan “Evet!” cevabını verince Efendimiz “O hâlde o vadi içindekilerle beraber senin olsun!” der. Safvan bin Ümeyye şaşırır, çünkü bu bağış sıradan bir olay değildir. Safvan bunu çok iyi anlayarak der ki “Peygamber kalbinden başka hiç kimsenin kalbi bu kadar cömert olamaz!” 2
Safvan, Ümeyye bin Halef gibi azılı bir İslam düşmanının oğludur. Ailesi soylu, zengin ve cömerttir. Böyle bir insana ihsan olarak birkaç koyun ve birkaç deve verilmez. Diğer yandan Safvan gibi insanların Müslüman olması, hâlen daha var olan şirk mantığının iyice yok olması demektir. Ayrıca böylesi kabile liderlerinin İslam’a girmesiyle kabileler de tamamen Müslüman olacaktır. Bir tek kişinin bile Müslüman olması ise üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.3 Zaten Efendimiz (sas) için vadiler dolusu develer ve koyunların da hazineler dolusu altınların da insanların iman etmesi meselesinin yanında zerre kıymeti yoktur. Bir kişinin bile imanı en azından başlangıç aşamasında deve sürülerine ve altınlara bağlıysa Efendimiz (sas) o sürüleri de o altınları da gözünü bile kırpmadan harcar, feda eder. En ufak bir tereddüdü bile olmaz.
1 ) İbn Hacer, el-İsabe, c. 3, s. 611
2 ) Vakıdi, Megazi, c. 1, s. 381
3 ) Hakim, Müstedrek, III, 698