13 dk.
04 Aralık 2023
Müspet Hareket ve Hz. Hüseyin (ra) | Hasanî ve Hüseynî Meşrepler | 4. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Müspet Hareket ve Hz. Hüseyin (ra) | Hasanî ve Hüseynî Meşrepler | 4. Kısım

Hasanî ve Hüseynî Meşrepler Dikotomisi
 

Dikotomi kavramı ekonomik, sosyolojik, tarihsel hatta dini konuları anlamada oldukça önemlidir. Dikotomi en temelde bir bütünün iki parçaya bölünmesi demektir. Ancak bu iki parça arasında hiçbir benzerlik yoktur. İki parça arasında geçiş de mümkün değildir. Her iki parça birbirinden bağımsız ve ilgisizdir. İki parçanın kendine ait özellikleri vardır ve birindeki özellikler diğerinde bulunmaz. Herhangi bir özellik aynı anda iki parçaya da ait olamaz. Bu parçalar birbirlerine indirgenemez. Ayrıca her iki parça birbirini dışlar. Birisi söz konusu olduğunda diğeri asla dikkate alınmaz. Ancak her iki parça birbirini tamamlar bir hâlde görünür. Bunun en bilindik örneği cennet ve cehennemdir. Biri olmadan diğeri anlamsızdır ancak her biri birbirinden dikotomik olarak ayrıdır.

 

Böylesi bir ayrım bazen felsefede kavramları açıklamada işe yarar görünse de aslında insan zihninin önemli bir sorununa işaret etmektedir. Bu sorun da bir kavramı, bir olguyu düşünürken iki uç nokta hâlinde düşünmek, uçlar arasında bir geçişkenlik olabileceğine ihtimal vermemek; kavramları, olayları ve olguları değişimden bağımsız, tamamen sabit olarak düşünmek sorunudur.

 

Örneğin tasavvufta “Cemâl” ve “Celâl” kavramları avam arasında genellikle dikotomik düşünülür. Yani Allah Teala’nın bazı isimleri tamamen Cemâlî özelliklere sahiptir, o isimlerde Celâlî özellikler yoktur. Bazı isimleri de tamamen Celâlî niteliktedir, hiçbir durumda Cemâlî bir şekilde tecelli etmez diye inanılır. Ancak Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi “Cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.”1 Dolayısıyla her Cemâl tecellisinde Celalî özellikler bulunabileceği gibi her Celâl tecellisinde de Cemâlî nitelikler yer alabilir. Yani her ikisi arasında dikotomik bir ayrım yapmak doğru değildir.

 

Bu bağlamda kültürümüzde Hasanî ve Hüseynî meşrepler arasında birincisi için Cemâlî özelliklerin söz konusu olduğu, ikincisinin ise daha Celâlî nitelikte olduğu konusunda yaygın bir anlayış vardır. Yani bu anlayışa göre Hz. Hasan (ra) daha uyumlu, barışçıl bir insandır ve İslam’a hizmet noktasında uyumlu ve barışçıl bir yöntem takip edenler Hasanî meşrep kabul edilebilirler. Hz. Hüseyin (ra) ise savaşçı, sert bir tutuma sahiptir ve İslam’a hizmet konusunda aynı özelliklere sahip yöntemleri tercih edenler de Hüseynî meşrep sayılabilirler.

 

Bu ayrımın bu şekilde kabul edilmesinin hem doğru tarafları hem de yanlış yönleri vardır. Yanlış yönler bunun dikotomik bir ayrım olarak kabul edilmesinden kaynaklanan yanlışlardır. Hz. Hüseyin’in (ra) hiçbir şekilde barışa ve uzlaşmaya yanaşmadığı, her halükârda savaşı ve çatışmayı öne çıkardığı; Hz. Hasan’ın (ra) da çatışmayı asla düşünmediği, tamamen barışçıl ve uyumlu olduğu şeklindeki bir ayrım dikotomik bir ayrımdır.

 

Doğrusu ise her ikisinin de optimal hareket ettiği gerçeğidir. Yani Hz. Hasan (ra) da Hz. Hüseyin (ra) de belli şartlarda tercih ettikleri farklı davranışlarda bulunmuşlardır. İkisi aynı şartlara sahip değillerdir. Bu durumda çıkarılacak sonuç şudur: Hz. Hasan şayet Hz. Hüseyin zamanındaki şartlara sahip olsaydı Hz. Hüseyin gibi davranabilir, Hz. Hüseyin de Hz. Hasan’ın şartlarına sahip olsaydı Hz. Hasan gibi davranabilirdi.

 

Bu gerçeğe rağmen insanlar bazı şeyleri ikiye bölerek, birbirlerinden dikotomik bir şekilde ayırarak anlayabilmektedirler. Ancak bölünen şeyler arasındaki geçişkenliği de göz önünde tutmak hakikat adına daha selametli bir yöntemdir.

 

Bu çerçevede Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in sahip olduğu şartların en önemli farklarından birisi her ikisinin de muhataplarıdır. Hz. Hasan’ın muhatabı Hz. Muaviye, Hz. Hüseyin’in muhatabı ise Yezid’dir. Muhataplar önemli bir değişkendir ve Peygamber torunlarını farklı davranmaya iten sebeplerden birisidir. 

 

Hz. Hasan (ra) muhatabıyla anlaşmayı mümkün ve faydalı görmüştür ki onunla anlaşma yoluna gitmiştir. 

 

Hz. Hüseyin (ra) de anlaşmaya hiçbir şekilde yanaşmamış değildir. Çünkü sulh esastır. Hz. Hüseyin de Kûfe valisi tarafından üzerine gönderilen askeri birliklere “Beni Kûfe halkı çağırdı, ben de geldim. Onlar beni istemiyorlarsa döner giderim.” demişti.2 Hatta Ubeydullah bin Ziyad (Kûfe valisi) bir ara bu durum karşısında Hz. Hüseyin ile sulh yapmak düşüncesine de kapılmıştı ancak Şimr bin Zilcevşen gibileri ortaya atılıp onu derhal vazgeçirmişlerdi. Sonuçta Hz. Hüseyin’in hiçbir şekilde sulha yanaşmadığı, bütün amacının başından beri çatışma olduğu söylenemez. Ancak muhatapları İslami ve insani standartlardan uzak kimselerdi ve bu yüzden çatışma kaçınılmaz olmuştu.

 

Bir insan kendisinin veya davasının haklılığını ancak ve ancak şehit olmakla kanıtlayabilecek bir durumun içinde bulunabilir. Hak ve hakikatin ancak bu şekilde muhafaza edilebileceği durumlar olabilir. Çünkü diğer türlü hak ve batıl birbirine karışacak, insanlar hakkı batıl, batılı hak bilecek bir duruma düşeceklerdir. Böylece İslam’ın güzelliklerini görme ve gösterme imkânı da kalmayacaktır.

 

Bazen muhalefet şerhini düşebilmek için tımarhaneye veya hapishaneye atılmak, sürgün edilmek veya şehit olmak gerekebilir. Hz. Hüseyin (ra) bu şerhi kendi mübarek kanıyla düşmüştür. İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Ahmed bin Hanbel (rh.a) zindanlarda kırbaçlanarak, Niyazi-i Mısrî veya Bediüzzaman sürgünlerde ve hapishanelerde aynı muhalefet şerhlerini düşmüşlerdir. Böylece hak ve bâtıl arasındaki ayrım netleşmiş, insanlar hakikati daha net görebilme şansına sahip olmuşlardır.

 

Hz. Hüseyin'in (ra) sebepler planında kazanma şansı olmayan bir çatışmaya girmesi, kendisinin esas gayesinin dünyevi ikbal değil de hakikat olduğunu anlatması açısından önemli bir donedir.

 

Hz. Hüseyin’in (ra) Asıl Derdi

 

Bir insan sebepler planında kaybetme ihtimali çok yüksek olan bir mücadeleye neden girişir?

 

Bu sorunun herkes için farklı cevabı olabilir. Fakat elimizdeki verilere göre Hz. Hüseyin’in (ra) böyle bir mücadeleye girişmesindeki asıl motivasyonu veya asıl derdi şu olsa gerektir: Vahyin mesajı bir şekilde dupduru veya mümkün olduğunca duru kalabilsin. İnsanlar neyin iman, neyin İslam olduğunu öğrenip anlayabilsin.

 

Bu dupduru mesaj her şeyden önce bizzat Efendimiz (sas) tarafından panayırlarda, yollarda, evlerde, dost meclislerinde veya yemek sofralarında bir şeyler vesile edilerek insanlara anlatmak, izah etmek yoluyla ulaştırılıyordu. O insanlar da İslam’ı o en temiz kaynağından öğrenmişlerdi. Fakat daha sonra kelimenin tam anlamıyla “sahabe” olanlar haricinde o muhalefet şerhinin düşülmesi gereken zamanlar geldi. Ömer bin Abdülaziz (rh.a) gibi istisnalar hariç, Hz. Hüseyin’in (ra) yaptığı gibi bir muhalefet şerhi düşülmeseydi, Emevilerin çoğunda bulunan gaflet ve açıkça dalalet olan uygulamalar insanlar tarafından “Din budur.” şeklinde anlaşılabilirdi.

 

Din ile devlet, İslam tarihinde avam halk tarafından çoğunlukla özdeş görülebilmiştir. İslam tarihine baktığımızda bunun pek çok örneğiyle karşılaşırız. İnsanlar bir sultanın öfkesini dinin bir gereği sayabildikleri gibi bir başka sultanın müsrifliğini de İslam’dan sayabilmektedirler. Hatta kişisel öfkeyi ve israfı İslam adına savunma gibi abes durumlara düşülebilmektedir. Örneğin ülkemizdeki Müslümanlar Osmanlıdaki kardeş katlini yıllarca savundular ve hala önemli bir kısmı itibariyle savunmaya da devam ediyorlar. Çünkü savunanlara göre kardeşlerini veya evlatlarını katledenler madem ki Osmanlı padişahları veya halifeleridir, o hâlde bu uygulama İslam’a uygundur! Hatta bunu savunanlar “Evet, kardeş katli kötü bir uygulamaydı ancak Osmanlı buna mecburdu.” şeklinde bir savunma da yapmıyorlar. Daha da kötüsü “Kardeş katli iyi bir uygulamaydı ve yapılması gerekiyordu.” şeklinde savunanlar da var. Kardeş katli uygulamalarına Hz. Hüseyin (ra) gibi bir muhalefet şerhi düşülmeyince o an için hem Müslüman olup hem devlet gücünü ellerinde bulunduranların yaptıkları uygulamalar direkt İslam’dan sayılabilmektedir. Ancak kardeş katlinin uygulandığı dönemlerde ciddi bir muhalefet şerhi düşülebilseydi o şerhi bugün de görüp anlayabilecek ve bu uygulamanın İslam’dan olmadığını daha iyi kavrayabilecektik.

 

Müspet Hareket İlkesi ve Hz. Hüseyin

 

Hz. Hüseyin’in (ra) savaşçı Hz. Hasan’ın (ra) ise barışçıl ve uyumlu şeklinde algılanması ve Kerbela’da yaşananlar “Müspet Hareket” kavramı ile bir arada ele alınınca Hz. Hüseyin’in müspet hareket ilkesine uygun davranmadığı düşünülebilir. Bununla beraber müspet hareket kavramının konjonktürel bir ilke olduğu, zamana ve şartlara göre bu ilkenin bazen uygulanıp bazen uygulanmayabileceği de akıllara gelebilir.

 

Ancak unutulmamalıdır ki; müspet hareket kavramı ve kavramın bileşenleri itibariyle bu ilke aslında esastır ve konjonktürel bir ilke değildir. Diğer yandan, ilkenin kendisinin değil bileşenlerinin kendi içinde şartlara göre değişkenliği (o da arızî olarak) söz konusu olabilir.

Bu çerçevede müspet hareket kavramının iki önemli bileşeni vardır:

 

Birincisi: Şiddeti, çatışmayı bir yöntem veya ilke olarak benimsememektir. Bu bağlamda müspet hareket, şiddete başvurmamak, şiddete götürecek yollara bilerek, isteyerek ve tasarlayarak girmemektir.

 

Çünkü şiddet, savaş, çatışma öncelikle arızî (gelip geçici) durumlardır. İslam’a hizmet konusunda olduğu gibi dünyevi meselelerde de böyledir. Bazen devletler veya bir ülkenin insanları savaşmak, ülkelerini savunmak zorunda kalabilirler. Bu gibi ekstrem durumlar dışında o durumlarda da bu konunun yetkilileri, görevlileri ve onların değerlendirmeleri haricinde şiddet ve çatışma akl-ı selim sahibi insanlarca kabul edilebilir bir yöntem değildir. Bir savaş kararını ancak bir ülkenin yetkilileri verebilir. Bu noktada yeri geldiğinde ölmeyi, öldürmeyi ve öldürülmeyi bilmek; o meseleleri de rasyonel değerlendirmek, olumlu sonuçlar verecek şekilde uygulamak önemlidir. Bunun dışında bir işin içinde şiddet varsa, insanların mallarına ve canlarına bilerek zarar vermek söz konusuysa, bundan olumlu sonuç çıkmayacağı rahatlıkla söylenebilir. 

 

Dolayısıyla baştan tercih edilmiş, tasarlanmış ve bilinçli bir şekilde başvurulan bir yöntem olarak şiddet, bir işin olumlu sonuç vermesinin en önemli engellerindendir. Daha doğrusu yukarıda bahsedilen arızî ve ekstrem durumlar dışında şiddet, meselelerin yüzde doksan dokuzu itibariyle verimli değildir, amaca olumlu bir etkide bulunmaz.

 

İnsanların çoğu olaylar üzerine pek düşünmedikleri için şiddetin tam olarak ne olduğunu ve nelere yol açabileceğini baştan anlamayabilirler. Örneğin bir insan ormanda ateş yakabilir ancak kontrolsüz yakılan ateşin nereye yöneleceği, ne kadar büyüyeceği artık ateşi yakan insanın bilgi ve kontrolünde olmayacaktır. Şiddet de ateş gibidir. Bir anda büyür ve olayların nasıl gelişeceği olayları çıkaranların da kontrolünden çıkabilir. Günlük hayatta da bunun örnekleriyle karşılaşmak mümkündür. Trafikte size ters gelen bir hareket yapan araç şoförüne siz bir tokat atabilirsiniz ancak o şoförün size bıçakla veya ateşli silahla saldırıp saldırmayacağından emin olamazsınız. Bir tartışma esnasında tartıştığınız kişiye kötü sözler söyleyebilirsiniz ancak o kişi de daha kötü sözler söylemeye başlayınca meselenin nerede biteceğine siz karar veremezsiniz.

 

Bu noktada “cihad” kavramının çağrışımlarından olan şiddet veya kıtal gibi olguların müspet hareket kavramıyla ilgisi akla gelebilir. Öncelikle cihat ve kıtal yani şiddet ve çatışma aynı kavramlar değildir. Cihad, kıtali de içine alan daha geniş bir kavramdır. Bu nedenle cihad için arızî tanımını yapmak doğru olmayabilir. Çünkü cihadın aslı ve esası iman ve Kur’an hakikatlerinin madden ve manen neşridir. Bu ise tebliğ demektir ve tebliğ esastır. Tebliğde asıl olan ise baskı, şiddet, zorlama değil; hikmet ve öğüttür.3 Kur’an hakikatlerinin hâl ve söz ile yansıtılması, aktarılmasıdır. Bu bağlamda İslam’a hizmet noktasında da aslolan barıştır. Kıtal anlamındaki cihad da arızî bir durumdur. Çünkü İslam’ın hakikatleri kılıçla, zorlamayla, baskıyla hâkim kılınacak kadar ucuz hakikatler değildir.

 

Bu durumda siyer ve tarih kaynaklarında cihad veya savaşlarla ilgili bölümleri okuyunca bunların müspet hareket ilkesine aykırı olduğu düşünülmemelidir. Çünkü Hz. Hüseyin’in (ra) mücadelesi de dahil olmak üzere özellikle Efendimiz (sas) ve raşit halifeler dönemindeki savaşlar arızî durumlardır, geçici uygulamalardır. İslam’ın tebliği kılıç veya şiddet üzerine tesis edilmiş değildir.

 

Hz. Hüseyin’in (ra) Kûfe’ye doğru yola çıkması, kendisini uyaranlara rağmen geri dönmeyi reddetmesi, kendisine saldıranlarla çatışması da arızî yani geçici ve istisnai bir durumdur. Bu yönüyle Hz. Hüseyin’in yaptığını müspet hareket ilkesine aykırı olarak göremeyiz. Çünkü Hz. Hüseyin şiddet ve çatışmayı asıl, barış ve manevi cihadı ise ikincil olarak kabul etmiş değildir. O ancak mecbur kaldığı için çatışmış, geri dönmemesi gerektiği için geri dönmemiştir. Zaten Kerbela faciasında saldıran taraf da Hz. Hüseyin ve ashabı olmamıştır.

 

İkincisi: Müspet hareket kavramının bir diğer önemli bileşeni olumlu sonuç vermesidir. Yani bir hareket olumlu sonuç veriyorsa büyük oranda müspet harekettir. Bu da genellikle hareketin sonuçlarına bakılarak değerlendirilebilir.

 

Bu bağlamda müspet hareket kavramını genellikle şiddet içermeyen hareket olarak anlamak tek başına yeterli olmasa da tamamen yanlış değildir. Fakat daha da önemlisi yapılan hareketin hangi sonucu doğuracağına bakmaktır.

 

Örneğin Efendimiz’in (sas) Bedir savaşından önce Kureyş kervanlarına saldırılar düzenlemesi, Mekke’yi veya Taif’i, Huneyn’i kuşatması da müspet bir harekettir. Bu noktada Efendimiz’in (sas) bütün savaşlarının savunma savaşı olmadığını, yerine ve durumuna göre saldırı savaşı da olduğunu unutmamak gerekir. Bu savaşlara da menfi diyemeyiz, çünkü öncelikle Efendimiz’in (sas) yaptığı her şey müspettir. Ayrıca şiddetin her zaman her yerde her durumda problemli, olumsuz, zararlı, kötü bir uygulama olduğu da söylenemez. Böyle bir iddia dünyevi realiteler açısından makul olmayacaktır.

 

Müspet hareketin olumlu sonuçlar veren hareket olduğu tanımına geri dönelim: Bu noktada “olumlu sonuç” kavramı önem kazanmaktadır. Bu da olayları değerlendirmede bakış açısının önemini gösterir. Yani kimilerine göre olumlu olan bir sonuç başkaları için olumsuz görünebilir. Ancak örneğin Mekke’nin kuşatılması bir savunma savaşı olmadığı ve zahiren müspet hareket ilkesine aykırı görünebildiği hâlde aslında tam bir müspet harekettir. Çünkü sonuçları itibariyle son derece olumlu ve hayırlı olmuştur.

 

Hz. Hüseyin’in (ra) uygulamasına bakınca da son derece olumlu sonuçlar doğurduğu görülmektedir. Bazı tarihçiler Hz. Hüseyin’in (ra) ve ashabının şehadetini bir başarısızlık olarak görebilirler. Kendisini uyaranların sözünü dinlememesini de Hz. Hüseyin’in bir hatası olarak düşünebilirler.

 

Fakat başından beri ifade ettiğimiz gibi, Hz. Hüseyin (ra) olayların gidişatını izlemiş, insanların ve devlet adamlarının durumlarını gözlemlemiş, yapılanların İslam’dan olmadığı ve İslam’a izafe edilemeyeceği hakkında herkesin görüp anlayabileceği şekilde bir muhalefet şerhi düşmenin gerekli olduğunu, böylece insanlara hakiki imanın ve İslam’ın ne olduğunu göstermek gerektiğini düşünmüş ve öyle hareket etmiştir. Bu amacına da şehadetiyle ulaşmıştır denilebilir.

 


 

1 ) Mesnevi-i Nuriye, 10. Risale

2 ) Taberi, Tarih, c. 6, s. 234

3 ) Nah, 125