Hadisler Dini Delil Olarak Kullanılabilirler mi? | Mutezile ve Görüşleri |1. Kısım
Soru: Mezhep tartışmalarında rivayetlerin tahrif edilmesi sebebiyle bazı Mutezile alimleri hadis rivayetlerini dini tartışmalarda delil olarak kullanışsız bulduklarını ifade etmiş ve dini otoriterin tek olası hakemi olarak toplumsal mutabakata yani ümmetin icmasına başvurmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir. Bu bakış açısı doğru mudur? İkinci nokta da şu: O sıralar henüz hadisler net bir biçimde sahih, hasen gibi sınıflara ayrılmadığından dolayı bu alimler böyle düşünmüş olabilirler mi?
Cevap: Öncelikle belirtelim ki, Mutezile mezhebi her konuda aynı görüşleri paylaşan alimlerin oluşturduğu homojen bir topluluk değildir. Her mezhepte olduğu gibi Mutezile içinde de farklı konularda farklı düşünen alimler olmuştur. Ehl-i sünnet dışı kabul edilen Mutezile veya Şia gibi mezheplere mensup alimler içinde oldukça makul, ehl-i sünnete yakın fikirleri olan alimler de bulunmaktadır.
Diğer yandan, Mutezile alimlerinin hepsi hadis veya sünnetin bağlayıcılığı konusunda aynı görüşlere sahip değildir. Bunlar içinde hadis ilmiyle ilgilenen önemli isimler vardır. Hatta Mutezile kelamcıları genel olarak sünnetin bağlayıcı olduğu ve hadislerin delil olarak kullanılabileceği konusunda hemfikirdir. Meşhur Mutezile alimi Câhız bir yerde sünni bir alime Kur’an’ın mahluk olup olmadığı konusuyla ilgili tartışma nedeniyle şöyle der: “Bizi, sizi tekfir ettiğimiz ve size karşı Kur'an ve Sünnetle delil getirdiğimiz için ayıpladınız!”1
Demek ki öncelikle “Mutezile hadisleri tümden reddetmektedir.” şeklindeki düşüncenin düzeltilmesi gerekmektedir. Bu konu hakkında; “Mutezile, hadisleri Kur’an ve akıldan sonra delil olarak kabul eder ve sünneti de ancak bu sıralamaya göre bağlayıcı sayar.” demek daha doğru olacaktır.
Ayrıca Mutezile alimlerinin hadisleri kabul etme bakımından ehl-i hadis alimlerinden ayrıldığı noktalar vardır. Örneğin Nazzam, bir habere güvenilmesi için üç şart öne sürer: Haber (rivayet veya hadis) muhatabını kabule zorlamalı yahut onu nakledenin hatasız naklettiğini gösteren bir delil olmalı veya bu haberi destekleyecek bir kıyas bulunmalıdır. Bir başka Mutezile alimi Câhız da kabul edilecek bir hadiste iki şart arar: Hadisin ilk kaynağı ve isnadı ittifakla sahih kabul edilmeli, ayrıca hadisten çıkarılan hükümde ve hadisin tevilinde ihtilaf edilmemiş olmalıdır. Buradan hareketle Mutezile’nin farklı şekillerde tevil edilen hadisleri delil kabul etmediği sonucuna ulaşmak mümkündür.
Mutezilenin Asıl Sorunu
Buraya kadar bahsettiğimiz meseleler tartışılabilir konulardır. Ancak Mutezile’nin asıl problemi bu konular değildir. Mutezilenin biri eylemsel diğeri mantıksal olmak üzere iki aslî problemi vardır.
Mutezilenin eylemsel plandaki en önemli sorunu İslam tarihinde “Mihne” olarak bilinen süreçte yaptıklarıdır. Mihne, Abbasi hükümdarı Me’mun döneminde hicri 218 miladi 833 yılında başlar. Bu tarihte Me’mun Bağdat Valisine bir mektup yazarak bazı hadis alimlerini Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı konusunda sorguya çekmesini, Kur’an’ın mahluk olduğunu kabul etmeyenlere ceza verilmesini emreder. Başta Ahmed bin Hanbel (ra) olmak üzere Muhammed bin Nuh gibi isimler baskı altına alınır, işkencelerden geçilir, hapislere atılır. Me’mun’dan sonraki Abbasi hükümdarları Mutasım ve Vâsik dönemlerinde de bu baskılar devam eder. Hükümdar Mütevekkil döneminde hicri 234 miladi 849 senesinde bu tartışmaların yasaklanmasıyla süreç sona erer. Ancak sürecin tam olarak bitişi Mutezile mezhebine mensup olan başkadı İbn Ebu Duad’ın görevden uzaklaştırılması ve tüm mihne mağdurlarının hürriyetlerine kavuşmasıyla hicri 237 miladi 851-852 yılında gerçekleşir. Bu süreçte Mutezile mezhebine mensup olmayan ve ehl-i hadis olarak bilinen alimler ciddi baskılara uğramıştır. Mutezile alimleri devlet gücünü arkalarına alarak kendi görüşlerini başkalarına dayatmış, o görüşlere karşı çıkanların cezalandırılmasına neden olmuşlardır. Mutezile bunu yapmamış olsaydı görüşleri hâlen yaşıyor olabilirdi.
Mutezilenin mantıksal veya düşünce planındaki asıl sorunu da onların özellikle eski Yunan felsefesinden öğrendikleri ve aslında doğru olmayan, mantık hataları içeren çıkarımlarda bulunmuş olmalarıdır.
Bilindiği üzere Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde İslam dünyasında tercüme faaliyetleri başlamış; sonuçta Tıp, Astronomi, Kimya alanlarındaki eserlerin yanında felsefe ve Hristiyan teolojisine dair eserler de Arapçaya tercüme edilmiştir. Mutezile alimlerinden Ebu’l Hüzey Allaf, Nazzam ve Câhız gibi isimler Sokrat öncesi Yunan filozoflarını okuyup tanıyan ilk Müslüman alimler olmuştur. Bu alimler özellikle Demokritos, Zenon, Epikür, Empedokles gibi isimlerin düşüncelerini öğrenmiş ve böylece İslam dünyasında entelektüel bir seviye kazanmışlardı. Diğer yandan bu isimleri Yunan felsefesini öğrenmeye iten en önemli motivasyon, gayrimüslim düşünürlerin İslam’a getirdikleri eleştirileri kendi kaynaklarından öğrenmektir.
Mutezile Allah’ın sıfatları konusunda kendilerine ait beş temel ilkeden birincisi olan “Tevhid” ilkesine göre oluşturdukları bir düşünceye sahiptir. Buna göre Allah Teala, zatında ve fiillerinde bir ve tek olduğu gibi sıfatlarında da bir ve tektir. Mutezilenin kurulup geliştiği dönemde Allah’ın sıfatları konusunda üç temel düşünce hakimdir:
Birincisi: Cenab-ı Allah'ın bağımsız, kadîm veya ezelî manalar olarak zâtî sıfatlara sahip olduğunu söyleyen Sıfâtiyye adı verilen grubun düşüncesidir. Buna göre Allah Teala’nın zatına ait ezelî sıfatları vardır. Bu sıfatlar Allah’ın zatı ile kaimdir ve bu sıfatların hakiki/vücudî varlıkları bulunmaktadır. Ehl-i sünnet genellikle bu düşüncededir.
İkincisi: Haşviyye grubudur ki Allah Teala’ya makam, cismaniyet, mekan gibi maddi anlamlar da nispet etmişlerdir.
Üçüncüsü: Batıniyye grubudur ki bunlar da Allah Teala’nın sıfatlarının ezelî değil sonradan oluştuğunu kabul ederler.
Bunların dışında Hristiyanlar da Tanrı’nın üç uknum (esas, temel veya şahsiyet) hâlinde var olduğunu, bu uknumlardan her birinin kadim/ezeli manalar olduğunu benimsemişlerdir.
Mutezile ise bu konuda farklı düşünür. Onlara göre Allah’ın zatından ayrı kadim manalar veya ezeli sıfatlar yoktur. Eğer Allah’ın zatından ayrı fakat zatı ile beraber bazı sıfatlar var olsaydı bu durumda taaddüd-i kudema yani kadim/ezeli şeylerin birden fazla olması gerekecekti. Bu ise tevhide aykırıdır. Dolayısıyla Allah’ın zatı ezelîdir ve O zatından dolayı Alîmdir, Rahîmdir, Habîrdir, Kerîmdir ancak O’nun İlim, Kerem gibi zatından ayrı var olan sıfatları yoktur. Allah’ın sıfatları sonradan da meydana gelmemiştir. Bu kabul edilirse mahall-i havadis yani İlahi Zatın sonradan var olan şeylere mahal olması gündeme gelecektir. Bu durum da tevhide aykırıdır. O hâlde Allah Teala ne kadîm (ezeli) ne de hâdis (sonradan var olan) sıfatlara sahip değildir.
Eski Yunan düşüncesinde, özellikle Neo-Platoncu gelenekte Tanrı’nın bilinemeyeceği ve ifade edilemeyeceği düşüncesi hakimdir. Bu nedenle Tanrı’nın ne olduğu değil ne olmadığı hakkında konuşulabilir ve Tanrı ancak bu şekilde bilinebilir. Çünkü Tanrı aşkındır, mutlaktır, sınırsızdır. İnsan ise hem düşünce hem dil bakımından sınırlıdır. O hâlde Tanrı nesnel olarak ifade edilemez.
Bu durum daha sonra Batı düşüncesinde “Negatif Teoloji” olarak isimlendirilmiş ve sistematik hâle getirilerek yüzyıllarca önemli bir düşünce olarak varlığını sürdürmüştür. Bu düşüncenin doğuşu Platon’a kadar götürülür ancak asıl sistematize edicisi Plotinus’tur.
Diğer yandan yine eski Yunan düşüncesinde hem bir metafizik hem de mantık terimi olan “cevher” kavramı önemlidir. Cevher kendi başına var olan, değişmeyen, bir yüklemin konusu olabilen ancak kendisi yüklem olmayan öz varlık demektir. Tanrı da değişmeyen, hareket etmeyen, aklın ve fizik dünyanın ötesinde bir cevherdir. Bu anlayışın kelam düşüncesine sirayet etmesine cevherlerin yüklem alamayacağı görüşünün de eklenmesinin Tanrı’nın herhangi bir sıfat alarak herhangi bir yükleme tabi olmaması gerektiği şeklinde bir düşünceye yol açmış olduğu söylenebilir.
Sonuç olarak Mutezile alimleri kendi tanımladıkları tevhid ilkesi gereği Allah’ın zatının dışında kendilerine ait gerçek varlıkları olan sıfatlara sahip olmadığını iddia etmişlerdir. Çünkü onlara göre ezelî olan sadece Allah’tır veya Allah’ın zatıdır. O’nun sıfatları ise ezelî değildir. Allah’ın sıfatları kabul edilecek olursa ve bu sıfatlar ezelî değilse sonradan ortaya çıkmış olacaktır. Sonradan ortaya çıkınca da mahall-i havadis gündeme gelecektir. Ezeli sıfatların varlığı taaddüd-i kudemaya veya mahall-i havadise yol açacaktır. O hâlde Allah’ın zatından ayrı bir sıfatı yoktur. Bu durumda kelam sıfatı da ezelî değildir. O hâlde Kur’an da ezelî değildir yani sonradan yaratılmıştır.
Dikkat edileceği üzere bu çıkarım tamamıyla yanlıştır. Çünkü Allah Teala ezelî olunca O’nun ilmi de kudreti de kelamı da rahmeti de keremi de şefkati de ezeli olacaktır. Burada Allah Teala’nın yanında başka bir şeyden bahseder gibi O’nun sıfatlarının varlığının O’nun ezeliyetine zarar vermesi düşüncesi mantıken yanlıştır. Bu da büyük oranda Yunan felsefesinin konuyla ilgili teorilerinin bir yansımasıdır.
Bu iki problem, yani Mutezile’nin eylemsel ve mantıksal yanlışları olmasaydı hadislerin delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı gibi sorunlar da olmazdı.
1 Cahız, Halku’l-Kur’an, c. 3, s. 296, aktaran: Ayhan Tekineş, İlk İslam Rasyonalistleri Mu’tezile ve Sünnet makalesi, İLAM Araştırma Dergisi, s. 87