


Mutlak Yaşam Hakkı İddiasının Eleştirisi | Hayvan Yemek ve Etik | 4. Kısım
Soru: Hayvanları yemek ve etikle ilgili daha önceki yazılarınızı okudum. Hayvanların niçin yenebileceğine dair çeşitli gerekçeler sıralıyorsunuz fakat bunların hiçbiri bir canlının yaşam hakkını elinden almak gibi bir eylemi haklı çıkarmaz diye düşünüyorum. Hayvanların yaşam hakkını sizce de çok küçümsemiyor musunuz?
Cevap: Et tüketimine ilişkin etik tartışma sıklıkla "mutlak yaşam hakkı" veya "duyarlı canlılara zarar vermeme" gibi mutlakçı (absolutist) ilkeler etrafında kilitlenmektedir. Bu ilkeler, et tüketimini kategorik olarak ahlaki bir ihlal olarak konumlandırır. Bu yazıda bahsi geçen mutlakçı iddiaların hem pratik hem de felsefi tutarlılığını sorgulamaya gayret edeceğiz.
Elbette vejetaryen/vegan düşünce içinde farklı derecelerde hak, zarar azaltma ve faydacı yaklaşımlar vardır. Burada özellikle soruda ifade edilen "Duyarlı bir canlının yaşam hakkı hiçbir koşulda sınırlandırılamaz." diyen mutlakçı çizgiyi tartışma konusu yapacağız.
Biyolojik Zemin: Küresel Zorunluluk Olarak Hepçillik
İnsan türü, tarihi boyunca hem bitkisel hem hayvansal kaynaklarla beslenmiş bir hepçildir. Burada mesele bugün teorik olarak “hiç et yemeden de” bir insan bedeninin çeşitli takviyeler ve zenginleştirilmiş gıdalarla hayatta kalıp kalamayacağı değil; insanlığın fiilen nasıl hayatta kaldığıdır. Tarihin neredeyse tamamında –modern tıbbın, çeşitlendirilmiş küresel tarımın, gıda takviyelerinin ve fortifikasyon programlarının olmadığı dönemlerde– hayvansal gıdalar özellikle B12, hem-demir ve tam protein profilleri açısından vazgeçilmez bir rol oynamıştır.(1)
Başka bir ifadeyle insanlık tarihinin %99’unda et yemek konforlu bir “tercih” değil, hayatta kalmanın ve nesiller boyu sağlıklı kalabilmenin fiilî şartlarından biriydi. Bugün bazı yüksek gelirli toplumlarda iyi planlanmış bitki ağırlıklı diyetler, düzenli sağlık takibi, gıda takviyeleri ve zenginleştirilmiş ürünler sayesinde bu zorunluluk belirli bireyler için kısmen aşılabiliyor. Fakat bu imkân hâlâ insanlığın çok küçük bir bölümü için gerçek ve sürdürülebilir bir seçenek: Belli bir refah düzeyinin üzerindeki ülkelerde büyük şehirlerde yaşayan, düzenli geliri, çeşitlendirilmiş gıdaya erişimi, sağlık sistemiyle teması ve takviye satın alabilecek ekonomik gücü olan nispeten ayrıcalıklı bir azınlık.
Dünya nüfusunun geri kalan büyük kısmı için hayvansal gıdalar hâlâ lüks bir opsiyon değil; bitkisel kaynaklardan elde edilmesi zor, verimsiz veya biyoyararlanımı düşük olan yoğun besinlerin en erişilebilir, güvenilir ve etkili kaynağıdır. Bu bağlamda et tüketimi, insanlık tarihinin %99’unda olduğu gibi bugün de milyarlarca insan için biyolojik ve sosyo-ekonomik bir zorunluluğu karşılayan pratik bir eylemdir. Bu gereksinimler karşılanmadığı takdirde insanın yaşam süresinin azalması, hastalıkların artması ve özellikle çocuk ölümleri ile bilişsel gerilik gibi sonuçların ciddi biçimde yaygınlaşması beklenir.
Mutlakçı eleştiri "Modern dünyada alternatifler var." (zenginleştirilmiş gıdalar, takviyeler) iddiasına dayanır. Bu iddia iki temel felsefi ve pratik hatayı barındırır:
Nirvana Safsatası(2): Mevcut, işleyen, milyarlarca insana entegre olmuş fiili (actuality) bir sistemi; bazı ülkelerde kısmi örnekleri bulunsa da küresel ölçekte henüz tam lojistik altyapısı kurulmamış, kurumsallaşmamış teorik (potentiality) bir sistemle (örneğin dünya çapında B12 ve diğer kritik mikro besinlerin herkese düzenli takviyesi) kıyaslayarak, gerçekçi olanı itibarsızlaştırır.
Yol Bağımlılığını Göz Ardı Etme: Küresel gıda sistemi bir bilgisayar oyununda tek tuşla değiştirilecek bir kurgu değildir. Yüzyıllar içinde evrilmiş, çiftçi ekonomilerinden endüstriyel komplekslere uzanan karmaşık bir yol bağımlılığı(3) gerçeğidir. Üretim, tüketim, istihdam ve kültürel alışkanlıkların tamamı bu hat üzerine bina edilmiştir.
Bu iki hata ayıklandığında asıl gerçeklik daha berrak görünür: Modern hayvancılık kusurlu da olsa bugün için küresel "besin zorunluluğunu" pragmatik olarak karşılayan, fiilen işleyen ve geniş ölçekte denenmiş ana beslenme omurgasıdır. Yerine geçecek aynı ölçekte sınanmış ve kurumsallaşmış bir alternatif sistem henüz inşa edilmemiştir.
Bu sistemin merkezinde, hayvanların çifte biyo-dönüştürücü rolü vardır:
Mutlak Artık Dönüşümü (Upcycling): Hayvanlar, insanların asla doğrudan tüketemeyeceği veya besin olarak verim alamayacağı devasa biyokütleyi (otlaklar, meralar) veya tarımsal üretimin artıklarını (küspe, saman vb.) alıp, onları en yoğun ve biyoyararlanımı yüksek besin paketlerine (et, süt, yumurta) dönüştürür.(4) Böylece aksi takdirde “besinsel atık” sayılacak bir akışı, insan beslenmesi için anlamlı hâle getirirler.
Besin Zenginleştirme ve Verimlilik Paradoksu (FCR Yanıtı): Eleştirmenlerin "kalori israfı" veya "verimsizlik" (FCR – Yem Dönüşüm Oranı) olarak işaret ettiği nokta (örn: "1 kg et için 10 kg soya"), büyük ölçüde "kalori tokluğu" ile "besin açlığı" (hidden hunger(5)) arasındaki hayati farkı gözden kaçırmaktan kaynaklanır. Mesele kaç kişinin doyduğuyla değil, kaç kişinin vücudunun ihtiyacı olan temel vitamin-mineralleri alarak sağlıklı beslenebildiğiyle alakalıdır. 10 kg soya 1 kg etten daha fazla insanı doyurabilir (kalori sağlayabilir) ancak mevcut yoksulluk, tek tip beslenme ve sağlık altyapısı koşullarında kritik mikro besinleri yeterli ve erişilebilir biçimde sağlayamaz. Hayvan bu süreçte bir biyolojik dönüştürücü görevi görür:
B12 Yoğunlaştırması: B12 vitaminini doğrudan bitki sentezlemez; toprakta ve rumende yaşayan mikroorganizmalar üretir. Hayvan bu mikroorganizmaların ürettiği B12’yi dokularında ve ürünlerinde yoğunlaştırarak, bitkilerde insanların ihtiyacını karşılayacak düzeyde bulunmayan bu vitamini pratikte erişilebilir bir forma dönüştürür. Bu güvence olmaksızın, bugünün dünyasında küresel ölçekte nörolojik bozukluklar ve gelişimsel hastalıklar çok daha yaygın olurdu.
Kritik Besin Dönüşümü: Bitkilerdeki düşük biyoyararlanımlı demiri (non-heme), insan vücudunun doğrudan ve yüksek verimle emebildiği hem-demire dönüştürür. Benzer şekilde çinko ve bazı yağda çözünen vitaminler açısından da biyoyararlanımı artırır.
Yoğunlaştırma: Protein profillerini ve çinko gibi diğer kritik mikro besinleri, özellikle çocuklar ve yetersiz beslenen topluluklar için tek seferde anlamlı bir fark yaratabilecek yoğun paketler hâline getirir.
Eleştirmenlerin FCR üzerinden "israf" olarak gördüğü şey bu açıdan bakıldığında, belirli bir eşiğe kadar bu "besin zenginleştirmesi" için ödenen biyolojik ve termodinamik bir bedeldir. Elbette özellikle yüksek gelirli toplumlarda bu eşik aşılıp gerçek bir fazla tüketim ve iklim yükü katmanı oluşmaktadır. Fakat israf zaten İslam dini tarafından yasaklanmıştır. Hz. Peygamber (sas) bir nehir kenarında abdest alırken bile israfta bulunulmaması gerektiğini belirtir.(6) Bu nedenle konunun gereksiz tüketim boyutu zaten İslam'ın da önlenmesini istediği bir şeydir.
Hayvanların vesile olduğu bu dönüşüm olmadan ve yerine işlevsel, erişilebilir bir fortifikasyon-takviye altyapısı konmadan, dünya geniş yoksul kitleler için bir kalori tokluğu ancak besin açlığı kriziyle (buna bağlı bilişsel gerilik, çocuk ölümleri, yaygın anemi) çok daha sert biçimde karşı karşıya kalırdı.
Bu çerçevede hayvansal gıdaların tüketimi, 8 milyar insanın beslenme krizini yönetirken fiilen kullanılan ana "biyoteknolojik süreçlerden" biridir. Bu fiili sistemi özellikle kırılgan milyarların bugün hayvansal gıdaya fiilen bağımlı olduğu gerçeğini hesaba katmadan toptan reddetmek; "küresel kıtlık ve yetersiz beslenme risklerini" görmezden gelen bir pozisyonu fiilen savunma sonucunu doğurur.
Felsefi Zemin: "Mutlak Yaşam Hakkı" İddiasındaki Varoluşsal Çelişki
Tartışmanın en kilit noktası burasıdır. Bu bölümde "mutlak yaşam hakkı" savunucularına kendi ilkelerinin pratik sonucundaki felsefi çelişkiyi göstermeye çalışacağız.
Mutlakçı İddia: "Duyarlı bir canlının yaşam hakkı mutlaktır. Onu öldürmek (tüketim amacıyla dahi olsa) her koşulda ahlaki bir ihlaldir."
Karşı-Soru (Paradoks): Çiftlik hayvanları (sığır, tavuk vb.), vahşi doğada bizden bağımsız var olan canlılar değildir. Onlar, sırf bu tüketim niyeti ve bu endüstriyel sistem sayesinde varlık bulmuş canlılardır.
Çelişki: Eğer "mutlak yaşam hakkı" ilkesini bu hayvanlara uygularsak (yani onları asla öldürmeme kararı alırsak), onları asla var etmeme kararı da almış oluruz.(7)
Sonuç: Dolayısıyla bu hayvanlar özelinde mutlak yaşam hakkını savunmak, mantıksal olarak onların hiç var olmamasını savunmak gibi bir neticeye kapı aralayabilir.
Bu, varoluşun kendisini engelleyen bir yaşam savunmasıdır. Buradaki felsefi soru bir hak ihlali değil, bir varoluşsal paradokstur: Bu hayvanlar için hangi ilke önceliklidir? Hiç var olmamak mı yoksa bir amaca yönelik (kısa da olsa) bir yaşama sahip olmak mı?
Bu sorular karşısında mutlakçı pozisyonun bu paradokstan kaçmak için ürettiği karşı argümanlar vardır. Bu noktada mutlakçı pozisyonun nasıl bir yola girmek zorunda kaldığını ve bu yolda kendi temel ilkeleriyle nasıl bir gerilim ürettiğini görelim.
İtiraz: "Kötü Bir Hayat, Hiç Var Olmamaktan İyidir" Varsayımı
Hayvanların mutlak yaşam hakkından bahseden bir aktivistin yukarıda ifade ettiğimiz "Varoluşsal Paradoks" karşısında en sık başvurduğu kaçış yolu "Evet, o kadar acı dolu bir hayattansa hiç var olmamaları (yokluk) daha iyidir." demektir. Ancak mutlakçı pozisyon bu savunma yapıldığı anda diyalektik bir tuzağa düşer ve kendi pozisyonunu çürütebilecek bir noktaya ilerler:
a) Felsefi Sorun: “Paternalist Yargı” Gerilimi
Ortaya konan “varoluşsal paradoks” karşısında, çoğu aktivistin ilk sığınak noktası bellidir. Paradoksun ağırlığıyla yüzleşmek yerine, şu cümleye yaslanırlar: “Evet, bazı hayatlar o kadar acı ve karanlık olabilir ki, böyle bir hayatı yaşamaktansa hiç var olmamak daha iyidir.” İlk bakışta makul görünen bu cevap paradokstan kaçış için pratik bir çıkış kapısı gibi durur. Fakat bu kapıdan içeri girildiği anda aktivistin kendi ilkesi açısından yeni bir gerilim doğar. Tartışma artık sadece “öldürmek iyidir/kötüdür” düzleminde yürümez; “Hangi hayatların yaşanmaya değer olduğuna kim, hangi yetkiyle karar verebilir?” sorusuna doğru kayar.
Çünkü “bu hayat yaşanmaya değmez” dediğiniz anda aslında çok güçlü bir iddiada bulunmuş olursunuz. Dışarıdan bakan bir gözlemci olarak başka bir varlığın hayatının toplam bilançosu hakkında hüküm veriyorsunuz demektir. Mutlakçı bakış hayvan yeme eylemini eleştirirken tam da bu noktaya saldırıyordu: “Hayvanın hayatı üzerinde Tanrı rolü oynuyor, onun adına karar veriyorsunuz.” diyordu. Şimdi aynı bakış paradokstan kaçmak için bu kez “O kadar acı dolu bir hayatı sürdürmektense ölmek daha iyidir.” diyerek, benzer bir yetkiyi kendi tarafında devreye sokmak zorunda kalıyor. Yargı mercii değişiyor ama yargının kendisi –bir başkasının hayatı üzerine nihai hüküm verme iddiası– yerinde duruyor.
Burada söylenen şey aktivistin pozisyonunun otomatik olarak çöktüğü değil; kendi sloganının ince bir revizyona zorlandığıdır. “Duyarlı bir canlının yaşam hakkı mutlaktır.” diye başlayan söylem, sınır durumlara gelindiğinde fiilen “Bazı hayatlar yaşanmamaya değer olabilir.” cümlesine doğru esner. İlke, sahada kendiliğinden şartlı hâle gelir. Bu esneme tartışmayı kaçınılmaz biçimde daha zor bir soruyla yüzleştirir: Eğer gerçekten bazı hayatlar için “Hiç var olmamak daha iyidir.” diyorsak bu kararı kimin, ne zaman, hangi ölçütle vereceğini neye göre belirleyeceğiz?
Paradoks tam da burada keskinleşir. Mutlakçı bakışa sahip kimseler hayvan yemeyi meşru görenleri "hayvanın hayatı hakkında keyfî karar vermekle” suçlarken, kendisi de benzer bir konuma yerleşmekten kurtulamaz. Bir taraf, “Onun iyiliği için hiç var olmamasına karar veriyorum.” diyerek acı dolu hayatı sonlandırmayı savunur; diğer taraf “Onun yine kendi bağlamında anlamlı bir hayatı olsun, sonunda da bir işe yarasın.” diyerek baştan sona planlanmış bir hayat–ölüm döngüsünü savunur. Her iki durumda da insan, hayvanın hayatının değeri hakkında nihai söz hakkını kendinde görmektedir. Fark daha çok bu yetkinin hangi bağlamda ve hangi amaçla kullanıldığıdır; yoksa “hayatın değeri konusunda hüküm verme” yetkisinin kendisi ortadan kalkmış değildir.
Dolayısıyla “mutlak yaşam hakkı” söylemiyle başlayan pozisyon varoluşsal paradoksa çarptığında, kendi içinde bir gerilim üretir. Bu gerilimden kaçmanın yolu “Bazı hayatlar yaşanmamaya değer olabilir.” demekse, o zaman artık dürüstçe şu soruyla yüzleşmek gerekir: Madem her iki taraf da bir noktada “Bu hayat devam etmesin.” deme yetkisini kendinde görüyor, asıl tartışmamız gereken şey öldürmenin kendisi değildir. Hangi hayatlar, hangi ölçütlerle ve kimin kararıyla sürdürülmeye değer sayılacaktır?
b) Niteliksel Fark: Hayvanın ve İnsanın Çektiği Acılar
“Yaşanmaya değmez hayat” tartışmasının arka planında çoğu zaman sessiz bir karışıklık dolaşır: Hayvanın acı (pain) ve keder (grief) deneyimi, insanın varoluşsal ıstırap (suffering) deneyimiyle sanki aynı ahlaki kategoriymiş gibi ele alınır. Oysa burada savunulan şey, hayvanların acı çekmediği ya da keder yaşamadığı değildir. Tam aksine, yavrusunu kaybeden bir hayvanın yaşadığı sarsıntı, arayış ve huzursuzluk son derece gerçek, yoğun ve ahlaken ciddiye alınması gereken bir olgudur. Ancak insanın ıstırabı dil, otobiyografik hafıza ve toplumsal bağlar nedeniyle bu deneyimin ötesine geçen bambaşka bir yapıya sahiptir. (8)
Basit ama çarpıcı bir örnek üzerinden düşünebiliriz. Bir insan evladını kaybettiğinde, bu olay çoğu zaman hayatının merkezine oturur. Yıllar boyunca –çoğu zaman ömür boyu– o kayıp, kişinin kimliğinin ayrılmaz bir parçası hâline gelir. “Evladını kaybetmiş anne/baba” olmak, artık sadece biyografik bilgi değil insanın kendini tanımlama biçimidir. Geçmiş algısını, geleceğe bakışını, Allah tasavvurunu, hayata güvenini, sosyal ilişkilerini, kısacası bütün bir varoluş örgüsünü dönüştürür. Bu acı yalnızca bireyi değil; aileyi, akrabayı, arkadaş çevresini, hatta geniş bir sosyal ağı etkiler. Cenaze ritüellerine, ortak hafızaya, anlatılara yansıyan ve kalıcı etkiler doğuran bir yaraya dönüşür.
Bir kedi de yavrusunu kaybettiğinde açık bir keder yaşar. Yavrusunu arar, davranışları değişir, günlerce huzursuz dolaşır; bu acı hafife alınacak, “önemsiz” denip geçilecek bir şey değildir. Fakat bildiğimiz kadarıyla bu deneyim, insan örneğinde olduğu gibi bir hayat hikâyesinin içine yerleşmez; bireysel kimliğin ömür boyu taşınan, yeniden yeniden anlatılan bir parçasına dönüşmez; geniş ölçekli bir sosyal ağın yapısını, rollerini, ritüellerini kalıcı biçimde yeniden kurmaz. Aradaki fark sadece doz farkı değil, acının kendisinin yapısal farkıdır.
İnsanın ıstırabı, çoğu zaman tek bir anı aşar ve bir bütünlük kazanır: Geçmiş ve gelecek algısını zehirler, “ben kimim?” sorusuna verilen cevabı değiştirir, sosyal ve kültürel düzeyde yankılar üretir. Böylesi bir kayıp yalnızca “O gün çok acı çektim.” denilerek kapanan bir olay değildir. Hayatın anlam haritasını yeniden çizen bir dönüm noktasına dönüşür. Bu yüzden insan ıstırabı, bireysel psikolojiden çok daha fazlasıdır; toplumsal hafıza, kolektif ritüeller ve kültürel anlatılarla iç içe geçen bir varoluş tecrübesidir.
Kısacası, “Hayvan da acı çekiyor, öyleyse bu acıyı her durumda insanın çektiği acılarla aynı kefeye koymalıyız.” iddiası, hem insan acısını hem hayvan acısını yanlış okuma riski taşır. Kategorileri birbirine karıştırır, farkı inkâr ederek adalet aramaya çalışır. Oysa gerçeklik, hem hayvanın acısını ciddiye almayı hem de insanın acısının taşıdığı ek ağırlığı görmeyi aynı anda gerektirir.
c) Pratik Tutarlılık: PETA Örneği
Teorik tartışmayı somutlaştırmak için, kendisini “hayvanların yaşam hakkını en radikal biçimde savunma” iddiasıyla öne çıkaran yapılardan birine, PETA’ya bakalım. Burada amacımız bahsi geçen örgütü hedef almak veya onların yanlışlarını göstermeye çalışmak değil; “mutlak yaşam hakkı” söyleminin sahadaki karşılığının teoriyle tutarlılığını incelemektir. PETA elbette hayvan hakları hareketlerinin tamamını temsil etmez. Bununla birlikte bahsi geçen yapının kuruluş amacını da düşünürsek, teori-partik ayrımı açısından çarpıcı bir örnek olarak karşımızda durmaktadır.
“Duyarlı bir canlının yaşam hakkı dokunulmazdır, duyarlı canlılar öldürülmemelidir.” Yanıtlamaya çalıştığımız soruda bu ilke tartışılmaz bir zemin gibi sunulur. Ancak varoluş amacı hayvanların haklarını savunmak olan PETA gibi bir kuruluş kendi raporlarında, barınaklarına gelen çok sayıda hayvana her yıl ötanazi uygulandığını ifade etmektedir.(9) Gerekçeler de tanıdık: Tedavi edilemez hastalıklar, ağır saldırganlık, yeniden sahiplendirme imkânsızlığı, barınak ortamında yıllara yayılan bir “sürünme hâli”…
Kâğıt üzerinde “mutlak” görünen ilke kapıdan içeri girdiğiniz anda esnemeye başlamaktadır. Bunu yapma sebepleri de “Bazı koşullarda, bu hayvanın yaşamaya devam etmesi onun iyiliği açısından da arzu edilir değildir; böyle bir hayatı sürdürmek, sonlandırmaktan daha büyük bir zulme dönüşebilir.” denilerek açıklanmaktadır. Bu cümle kuruluyorsa artık “Yaşam hakkı her durumda dokunulmazdır.” çizgisinden uzaklaşılmış, "Bazı hayatlar yaşanmamaya değer olabilir.” bölgesine adım atılmış demektir. “Mutlak yaşam hakkı” retoriği, sahadaki bazı realitelerle karşılaştığında bizzat hayvan hakları kuruluşları tarafından fiilen esnetilmektedir.
PETA örneği, insanın hayvanın yaşamı hakkında karar verebileceği düşüncesinin pratikte zaten kabul edildiğini gösterir. Mutlak yaşam hakkını savunanlarla et yemenin ahlakiliğini savunan kimseler arasındaki ayrım bu noktadan sonra “Bir taraf öldürüyor, öbürü öldürmüyor.” kadar basit değildir. Her iki taraf da bir noktada, hayvan adına ölüm kararı verebileceğini fiilen varsaymaktadır. Ayrıştıkları yer bu kararın çerçevesi ve gerekçesidir. Dolayısıyla PETA gibi örnekler “mutlak yaşam hakkı” söylemiyle sahaya çıkanların bile, gerçek hayattaki belli durumlarda fiilen koşullu bir yaşam hakkı anlayışına çekildiğini gösterir.
Sonuç: Ahlaki Sorumluluğun Felsefi ve İslami Zeminde Yeniden Tanımlanması
Bu yazı dizisinde uzunca anlatmaya çalıştığımız sebeplerle, hayvanların (ve hatta insanların) mutlak yaşam hakkı gibi bir şey söz konusu değildir. Bu bağlamda hayvansal gıdaları tüketmek noktasındaki gerçek ahlaki soru hayvanlara karşı sorumluluklarımızın ne olduğu ve bu sorumlulukları nasıl yöneteceğimiz bağlamında sorulmalıdır.
Bu iyi yönetim (stewardship) sorumluluğu, mevcut endüstriyel sistemin maksimum kâr odaklı vahşi pratiklerini reddetmeyi gerektirir. İnsanlığın faydasını değil, salt kârı önceleyen sistemler aracılığıyla hayvanlara yapılan zulümler bir Müslümanın müsamaha göstermemesi gereken eylemlerdir.
Bir kediyi evine hapsedip, onun doğal ihtiyaçlarını (yiyecek, su, hareket) görmezden gelerek açlıktan ölmesine sebep olan "ibadet ehli" kadının Cehennem'e gitmesi hadisi(10), hayvanlara yapılan zulümlerin İslami açıdan ne gibi önemli sonuçları olabileceğini gösterir. Buna karşılık susuz kalmış bir köpeğe su verdiği için günahları bağışlanan kötü yoldaki bir kadının hadisi, dinimizin bu konuya bakışını net bir şekilde anlamamızı sağlar.(11) Dolayısıyla hayvanların sırf para kazanmak uğruna gereksiz acılar çektiği ve kendilerine ıstırap verecek koşullardaki modellerin karşısında olmak İslam'ın getirdiği sorumluluklardan biri olarak görülmelidir.
Dolayısıyla bu yazı dizisi boyunca sahip olduğumuz bakış açısıyla hayvanların yaşam hakkını küçümsemiyoruz. Aksine onu mutlak ve soyut bir slogan yerine, somut sorumluluklar ve sınırlar üzerinden anlamaya çalışıyoruz.
Yüce Allah'tan yeryüzündeki zulümlerin son bulmasını, bizim de kendisinin muradını en güzel biçimde anlayan kullarından olmamızı nasip etmesini diler ve dileniriz.
Dipnotlar
1-) Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve FAO verilerine göre, hayvansal gıda tüketiminin düşük olduğu gelişmekte olan ülkelerde mikro besin eksiklikleri (özellikle demir ve B12) "gizli açlık" (hidden hunger) krizinin başlıca sebeplerinden biridir. Referans: WHO/FAO (2004). Vitamin and Mineral Requirements in Human Nutrition. 2nd Edition.
2-) Nirvana Safsatası (Nirvana Fallacy), gerçek dünyadaki kusurlu bir durumu, gerçekçi olmayan idealize edilmiş (ütopik) bir alternatifle kıyaslayarak reddetme hatasıdır. Bu terim ilk kez ekonomist Harold Demsetz tarafından 1969 yılında, piyasa ve devlet düzenlemeleri arasındaki kıyaslamalarda yapılan mantık hatalarını açıklamak için kullanılmıştır. Referans: Demsetz, H. (1969). "Information and Efficiency: Another Viewpoint". Journal of Law and Economics.
3-) "Yol Bağımlılığı" (Path Dependence), iktisat ve sosyal bilimlerde; geçmişte alınan kararların veya tarihsel olayların bugünkü seçenekleri ve kurumsal yapıları sınırladığını ifade eden teoridir. Mevcut küresel gıda sisteminin bir anda değiştirilememesi sadece ekonomik değil, bu tarihsel kilitlenmenin (lock-in) bir sonucudur. Referans: David, P. A. (1985). "Clio and the Economics of QWERTY". American Economic Review.
4-) Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre, küresel hayvancılıkta kullanılan yemlerin %86’sı insan tüketimine uygun olmayan (çim, sap, saman, küspe vb.) materyallerden oluşmaktadır. Dolayısıyla hayvanlar her durumda insanların yiyeceği gıdayı çalan rakipler değildir. Kimi zaman da insanların yiyemeyeceği atıl kaynakları besine çeviren dönüştürücülerdir. Referans: Mottet, A. et al. (2017). "Livestock: On our plates or eating at our table? A new look at the feed/food debate." Global Food Security, 14, 1-8.
5-) "Gizli Açlık", bireylerin yeterli kalori alsa (karnı doysa) bile, bağışıklık ve zihinsel gelişim için gerekli mikro besinleri (vitamin ve mineraller) alamaması durumudur. Dünya genelinde 2 milyardan fazla insanı etkileyen bu durum, özellikle hayvansal gıdaya erişimin kısıtlı olduğu toplumlarda yaygındır. Referans: UNICEF (2019). The State of the World’s Children: Children, Food and Nutrition.
6-) İbn Mâce, Tahâret, 48 (Hadis No: 425); Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/221. Hz. Peygamber (sas), Sa’d b. Ebî Vakkas’a “Nehir kenarında olsan bile israf etme.” buyurmuştur.
https://sunnah.com/ibnmajah:425
7-) Bu argüman felsefe literatüründe "Varoluşsal Paradoks" veya hayvan hakları bağlamında "Logic of the Larder" (Kiler Mantığı) tartışması olarak bilinir. İlk olarak Leslie Stephen (1896) tarafından dile getirilen bu görüş çiftlik hayvanlarının varoluşunun, insanların onları yeme niyetine bağlı olduğunu; dolayısıyla evrensel vejetaryenliğin bu hayvan türlerinin yok oluşuna (veya popülasyonlarının dramatik düşüşüne) yol açacağını savunur. Modern tartışmalarda bu konu Derek Parfit’in "Non-Identity Problem" (Özdeşlik Sorunu) bağlamında da ele alınır.
8-) Bilişsel psikolojide Endel Tulving tarafından tanımlanan "Epizodik Hafıza" (Episodic Memory) ve "Zihinsel Zaman Yolculuğu" (Mental Time Travel), insanın kendini geçmişten geleceğe uzanan bir hikâyenin kahramanı olarak görebilme yetisidir. Hayvanların çoğu (semantic memory) olgusal hafızaya sahip olsa da, insanınki gibi kurgusal ve gelecek projeksiyonlu bir "benlik" algısına sahip olduklarına dair kanıtlar sınırlıdır. Bu durum "acı" (pain) ile "varoluşsal ıstırap" (suffering) arasındaki ahlaki farkın temelidir. Referans: Tulving, E. (2002). "Episodic memory: From mind to brain". Annual Review of Psychology.
9-) Virginia Tarım ve Tüketici Hizmetleri Bakanlığı'nın (VDACS) resmi kayıtlarına göre, PETA’nın Norfolk’taki barınağında hayvanların sahiplendirilme oranları düşüktür ve ötanazi oranları diğer barınaklara kıyasla yüksektir. PETA, bu durumu "açık kabul" politikası izledikleri, yani durumu ne kadar kötü olursa olsun hiçbir hayvanı geri çevirmedikleri ve iyileşme umudu olmayan hayvanları "acıdan kurtardıkları" (merhametli ölüm) gerekçesiyle açıklamaktadır. Referans: PETA.org, "Why We Euthanize".
10-) Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm, 151.
https://sunnah.com/bukhari:3482
11-) Buhârî, Şürb, 9; Müslim, Selâm, 153. Bu rivayetlerde bazen günahkâr bir adamdan, bazen de kötü yola düşmüş bir kadından bahsedilir; ortak vurgu, Allah'ın rızasının bir canlıya gösterilen şefkatte saklı olduğudur.
https://sunnah.com/bukhari:3321
