36 dk.
08 Kasım 2024
Niçin Yaratıldık, Bize Niye Sorulmadı? | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Niçin Yaratıldık, Bize Niye Sorulmadı? | Tek Parça

Soru: Dünyanın yaratılış nedeni olarak verilen en klasik örneklerden birisi; “Bir sanatçı olarak Allah’ın kendi sanatını insanlara göstermek istemesidir.” deniliyor. Fakat Allah’ın böyle bir takdir görmeye, aciz insanlar tarafından tanınmaya ve bilinmeye ihtiyacı yoktur. Bu örnek pek çok insan için yeterli bir açıklama olabilir ancak bana mantıklı gelmiyor. Daha mantıklı ve açıklayıcı bir örnek verebilir misiniz?
 

Cevap: Bu konuda rasyonel davranmak gerekirse öncelikle şunu hatırlamalıyız, Allah-u Teala’nın varlığı ve mahiyeti bizden çok farklıdır. Bunun için de -tabiri caizse- O’nun zihninden geçen niyetleri, gayeleri tam olarak bilemeyiz. O’nun niyet ve gayesi bize bir şekilde (örneğin vahiy yoluyla) aktarıldığı zaman da ancak bizim bakış açımıza göre ve zihinsel dünyamıza düşen çok küçük ve basit bir kısmını -o da belki- idrak ederiz. 

 

Küçük yaşlarda bir çocuk düşünelim. Babası her gün evden çıkıp işe gitmekte ve akşam dönmektedir. Çocuk annesine “Babam neden sabah işe gidiyor? Her gün benimle beraber olsa olmaz mı?” diye sorunca o çocuğa babasının işe gitmesi gerektiği, para kazanıp kendisine oyuncaklar alacağı şeklinde bir cevap verilir. Çocuk da bu cevabı kendince yeterli bulur. Aslında babasının her gün işe gidip çalışmasının evin geçimine bakan bir tarafı vardır. Baba; öğretmen, doktor, avukat, hâkim, polis, asker, esnaf, şoför ve benzeri bir meslek erbabı olabilir. Dolayısıyla çalıştığı işin geçim meselesinin ötesinde başka insanlara da faydası olan yönleri vardır. Ancak çocuğa babasının sadece çalışıp çikolata veya oyuncak alacağından bahsedilir. Bu konuda çocuğun, yetişkinlerin kavramlarını ve dünyalarını anlama şansı yoktur, ona en fazla bu kadarı anlatılır. 

 

Bizim ise birer beşer olarak Allah-u Teala ile aramızdaki seviye farkı, bu çocukla ebeveynleri arasındaki seviye farkından çok daha fazladır. Dolayısıyla O’nun hakiki gayesini tam olarak bilemeyiz ve gerçekten rasyonel olan bir insan da bilinemeyecek şeyleri sormaz, onların peşine düşmez. Ancak insanların çoğu özellikle de böyle konuların tam bir cevabını alamamaktan tatmin olmaz. Zihinsel zahmetler de burada başlar.

 

Niçin yaratıldık?” gibi merak duygusu açısından oldukça cazip sorulara karşı o duygusal merkezi tatmin etmek için bir takım cevaplar verilmiş olabilir. Ama kelimenin tam anlamıyla mantıklı-rasyonel bir insanın ilk yapacağı şey, bu ve benzeri soruların kendi başlarına mantıklı olup olmadıkları, bilinmesi mümkün olan bir şey hakkında olup olmadığını incelemek ve buna göre zihinsel bir tavır almaktır.

 

Diğer taraftan Kur’an bize;

Allah-u Teala’nın gökleri, yeri ve bunların arasındakileri boş bir amaçla oyun olsun diye yaratmadığını, bu tarz bir eğlence veya oyun isteseydi onu da kendi katından edineceğini ama asla böyle bir şey yapmayacağını, (1)

Hangimizin daha iyi davranmak için çabalayacağını, kimin kendisini arındıracağını, yani kimin daha iyi daha kaliteli bir insan olmak için çalışacağını denemek, görmek ve göstermek için hayatı ve ölümü yarattığını, (2)

Cinlerin ve insanların başka değil sırf Allah’a kulluk-ibadet etmek için yaratıldığını (3)

ifade etmiştir. 

 

Görüldüğü gibi bu ayetler bu âlemin yaratılışındaki amacın veya anlamın, insan olarak bize bakan yönlerini açıklamaktadır. Yani;

*Bizim bu âlemin yaratılma nedenini tam olarak anlayamayacağımızı, zira işin bu kısmının Allah katında olduğunu, 

*Bizim sadece bu âlemin, var oluşun, bu yaşadıklarımızın, başımıza gelenlerin ve bunlara verdiğimiz iradi tepkilerin boş olmadığını, anlam arayan insanlar için bunların bir anlamı bulunduğunu, bu tip anlam arayışlarının bizim faydamıza olacağını,

*Yine işin bize bakan yönü itibariyle kötü, çirkin ve yanlış olanı bırakıp iyi, güzel ve doğru olan istikamette kendimizi geliştirmemiz gerektiğini bildiriyor. Bu arada da neyin iyi ve kötü, neyin doğru ve yanlış olduğuna dair bilgiler de veriyor. Yukarıda sayılan ayetlerden Zariyat suresindeki ayetin de işaretiyle, ibadetlerin kötüyü, çirkini, yanlışı bırakıp iyiyi, güzeli ve doğruyu seçip benimsememiz, kendimizi bu istikamette geliştirmemiz konusunda bize en çok yardımcı olacak şeyler olduğunu da söylüyor. (4)

 

Dolayısıyla, yaratılışın genel veya asıl amacına dair esas olan şey, bizim için bunun bilinemez oluşudur. İnsanın merak eden tarafına hitaben ise ayetler bize şu iki şeyi anlatmaktadır:

 

Bunun hakikatini bilemeyiz,

Temel mesele iyi, güzel ve doğru olmaya çalışmak, bu konuda da en büyük yardımcımız olarak Allah-u Teala’ya yönelmektir. O’nunla bağı sıkı tutmalı ve O’nun taleplerini ciddiye almalıyız.

 

Şimdi retorik bir soru soralım: İstediğiniz her şeye sahip olduktan, bütün hedeflerinize ulaştıktan sonra ne yapardınız?

 

Okul, kariyer, aşk, evlilik, iş, maddiyat, başarı gibi şeyler adına bütün eğilimleriniz tatmin olmuş, tüm ihtiyaçlarınız giderilmiş farz edin. Dünya çapında da terör, açlık, ekonomik ve siyasi krizler çözülmüş, dünyayı bir barış atmosferi sarmış olsun. Yani kişisel, toplumsal ve hatta uluslararası tüm sorunlar çözülmüş, her istediğinize kavuşmuş durumdasınız. Bu durumda ne yapardınız? Bu soruya cevabınız her ne ise asıl mesele de odur ve onun üzerine düşünülmelidir. 

 

Böyle bir durumda bizim için geriye iki şey kalacaktır:

Birincisi; genel olarak iyilik yapmak… Özellikle de vermek, bahşetmek, cömert davranışlar sergilemek,

İkincisi ise varlığımızı oluşturan en esas ve temel istidatlarımız… (5)

 

Bir insan Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki her şeyi gerçekleştirmiş olsa bile bir eser üreterek kendini ifade edemiyorsa hala çok mutlu ve rahat olamayacaktır. Bir şey üreterek kendini ifade ettiğinde ise sosyal bir etkileşime girmiş, ürettiği şeyi insanların nazarına arz etmiş olacaktır. Sosyal etkileşime girmek istemeyen birisi ise kendi istidadı çerçevesinde örneğin bir resim yapsa bu durumda o resmi başkalarının beğenisine sunmasa bu durumda da o resim bir açıdan hiç yapılmamış gibi olacaktır. 

 

Bu bağlamda bizden önceki ulemanın bazılarının “Allah-u Teala kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istiyor.” derken anlatmak istedikleri şey, az önce bahsettiğimiz “kendini gerçekleştirmek” tarzı bir şeydir ancak en başta vurguladığımız ilkeyi yine hatırlamamız gerekiyor; Allah-u Teala ile bizim aramızdaki seviye farkı çok çok çok fazladır. Dolayısıyla bizim en gelişmiş zihnimizle dahi O’nun hakkında bu tip misallerle konuşmamız, akvaryum balıklarının kendilerini besleyen sahipleri hakkında “Bu adam bizi neden besliyor? Halbuki etimiz de yok.” seviyesinde değerlendirmeler olarak kalacaktır. 

Ancak sonuçta bizler insanız. Başka çaremiz de yok, anladığımız her şeyi kendimize göre anlıyor, her şeyi kendimize göre değerlendiriyoruz. Bu nedenle örneğin bir ağaca bakarken “Bu ağaç güneşe daha yakın olmak için dalını güneşe doğru büyütmüş.” diyebiliyoruz ancak o ağacın içinde büyümeye dair bir benlik, iradi bir meyil yok. Her şeyi insana göre ve insan için ele almaktan başka çaremiz ve şansımız da yok. 

 

Bu bağlamda Allah-u Teala’ya dair anlayabileceğimiz şeylerin zirvesi (bu sorunun cevaplanamaz, çünkü bilinemez olduğunu kabul ettikten sonra) şudur; “Allah-u Teala yaratıyor, çünkü O’nda yaratma kabiliyeti var, çünkü O her şeye sahip, hiçbir şeye muhtaç değil ancak her şey O’na muhtaç, yaptıklarını sadece yapabildiği için yapıyor.”. 

 

Evet, Allah-u Teala sanat eserlerini göstermekle -tabiri caizse- kendini gerçekleştiriyor diyebiliriz. Ancak bu konuda kendini gerçekleştirme ibaresinin eksikliğini tekrar vurgulamalıyız.

 

Son olarak soruda geçen ibarenin aslına dair bir şeyler söyleyerek konuyu bitirelim:

 

Burada sanatçının sanatını göstermek istemesi insanların bu sanat eserlerine bakıp O’nu takdir etmeye ihtiyacı olduğu anlamına tabii ki gelmez. Bu ibarelerden böyle bir anlam da çıkmaz. 

 

Ulemanın, bu yaratılan sanat eserlerini bu şekilde yorumlamalarının nedeni ise onların şu şekilde düşünmüş olmaları olabilir: Allah-u Teala buyuruyor ki; “Sabahı aydınlatan O’dur. Ve O, geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakitlerin tespiti için birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bu, aziz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.” . (6) Bu ayette güneşin ve ayın vakitlerin tespiti için kullanılabilmesi özelliğinin anlatılması, güneş ve ayın sadece bunun için yaratıldığı anlamına gelmez. Ama “Ey insanlar, mevzunun size bakan bir tarafı da budur. Allah’ın güneş ve ay içinde yarattığı başka mahlukları da vardır. Güneşin güneş olarak kendine bakan, Allah’a bakan milyonlarca hikmeti bulunabilir ama seni ilgilendiren kısmı ısınman, vakitleri tespit etmen, ekinlerinin olgunlaşması için gerekli bir unsur olmasıdır. Bunlara bak, hamd et. Allah bunları yarattı ki gayrın nazarı ile de kendi eserlerini görsün.” gibi ibareler bu ayetin açıklanması için kullanılabilir ve böyle kullanılması Allah-u Teala’nın böyle bir görmeye de, bizim hamdimize de ihtiyacı olduğu anlamına gelmez.

 

Son tahlilde Allah-u Teala’yı ne gözlerimizle görmek, ne kulaklarımızla duymak ne de zihnimizle O’nun hakikatini anlamak kudretine sahip değiliz. Yapabileceğimiz tek şey, fiillerinden ve eserlerinden yola çıkarak bir şeyler kapıp, marifet ufkumuzu kendi çapımızda geliştirmektir.

 


 

Soru: Allah'ın insanları imtihan ettiğini söylüyorsunuz. Fakat insanlar bu imtihana kendi iradeleriyle girmiş midir? İnsanın kendi iradesiyle, kendi kabulüyle dahil olmadığı bir imtihanın neticesinde cehennem gibi bir yere gönderilmesi adil bir tutum olur mu?


Cevap: Sorunun içerisinde zımni, açıkça dile getirilmemiş çok farklı varsayımlar var. Öncelikle bu örtük varsayımları ele alalım ve birkaç mantık kaidesini hatırlayarak başlayalım.

 

İlk mantık kaidemiz; kural olarak bir şey var olmadan önce onun üzerinde herhangi bir tasarruf yapılamaz. Dolayısıyla var olmayanın herhangi bir konuda izni de alınamaz. Soru gramer olarak doğru gözükse bile mantıksal olarak yanlıştır. Çünkü sorudaki ilk varsayım var olanın var olmadan önce izninin alınabileceği varsayımıdır. “Tüm sellere karşı dayanıklı bir barajla tüm barajları yıkan bir sel karşılaşırsa ne olur?” sorusu da buna benzemektedir. Bu soru da gramer açısından doğru gözükmektedir ancak aynı evrende, aynı evren seti içinde ya da aynı evren kümesinde bütün sellere dayanıklı bir barajla bütün barajları yıkabilen bir sel aynı anda bulunamaz. Dolayısıyla bu soru da anlamsızdır. Çünkü bir yerlerde şimdiye kadar bütün sellere dayanmış bir baraj varsa demek ki bütün barajları yıkmış bir sel yoktur ve olmamıştır, olamaz da. Eğer bir yerlerde veya bir zamanlar bütün barajları yıkmış bir sel var ise bu durumda da bütün sellere dayanmış bir baraj yoktur ve bu da olamaz. Bu ikisinin farklı zamanlarda ve farklı yerlerde olmaları ise sorudaki “bütün” kelimesini anlamsızlaştıracaktır. Eğer bu soruda “şimdiye kadar” kaydı ve manası var ise o zaman da sonuç bilinemez olacaktır. 

 

Evet, bir soru gramer dizilimi açısından doğru olabilir ama aynı soru varsayımsal ve mantıksal açıdan yanlış olabilir. Bu nedenle de cevaplanamaz, cevaplanması da gerekmez. Her şeye rağmen verilecek herhangi bir cevap da yine anlamsız ve faydasız olacaktır. Aslında bu cins sorular"‘gerçek soru" da sayılmazlar.

 

Bu soru açısından baktığımızda da, bir imtihana kendi iradesiyle girmek öncelikle var edilmeyi ve irade sahibi kılınmayı gerektirmektedir. Bunlar gerçekleştikten sonra da zaten imtihana girilmiş olunur.

 

İkinci mantık kaidemiz; bir şeyin adil olup olmaması önceden tanımlanmış kurallara ve (adı konulmamış, örtük de olsa) varsayımlara bağlıdır. Mesela iki eşit insana birisi 100 Lira verse ve “Bu sizindir.” dese bizler o miktarın ellişer lira olarak her iki kişi arasında eşit olarak bölünmesini bekleriz. Adil olanın bu olduğunu varsayarız. Bu beklenti ve varsayımımız insanlara, insanların yaşamına, geçmişe dair analizlerimiz çerçevesinde oluşmuş bir varsayımdır. Yani belirli işlemlerden sonra ulaşılan bir sonuçtur. Başka bir yerde mesela iki kardeş vardır, biri bir iş yerinde çalışıyordur, diğeri çalışmıyordur. O iş yerinin sahibi gelip yüz lira verirse bu sadece çalışan kişinin hakkıdır. Zaten işveren ona borçludur. Burada da varsayımları değiştirdiğimiz zaman verilecek cevabın değiştiği görülecektir. 

 

Evet, insanlar arası hukuki çerçevede; şu anki yaşadığımız dünyada bir insana sorulmadan, bir tercihte bulunmadan yüklenen şeyleri adil görmemeye eğilimliyizdir. Örneğin herhangi bir ülkede doğmuş olabilirsiniz. Daha sonra size sorulmadan o ülkenin mevcut anayasası, kanunları çerçevesinde siz askerlik yapmakla mükellefsinizdir. Ayrıca gelirinizin belli bir kısmını devlete vergi olarak vermek zorundasınızdır. Bu düzen ve kurallar konulurken de size sorulmamıştır. Bu da kimilerine adil gelmeyebilir. Kimilerine de normal ve adil görünür hatta alternatifleri tuhaf görünür. Bu tuhaf veya normal görünme zamana göre de değişebilir. Bir anayasanın varlığı bundan 500 yıl önce tuhaf görünebilir. Yani sonuçta bir şeyin adil olup olmaması o şeyin genel işleyişine dair varsayımlara dayalıdır. Bundan 100 yıl önce insanlar birilerinin zorla askere alınması meselesini normal görüyorlardı. “Zorla” kelimesini duymuyorlardı bile. “Bu kanun konulmuş, o zaman gidilecek.” olarak bakıyorlardı. Üstelik insanlar buna kendiliklerinden gönüllü de oluyorlardı. Farklı zamanlarda ve coğrafyalarda ise insanlar bazı kanunların kabulünde kendilerine danışılmadığını, bu yönde oy kullanmadıklarını, dolayısıyla böyle bir kanunu kabul etmediklerini söyleyebilirler. 

 

Yani kul ve ilah arasındaki ilişkiye dair belli varsayımlar açıkça ifade edilmeden bu konudaki herhangi bir olguya adil dememiz veya demememiz mantıklı değildir. 
 

Üçüncü bir mantık ve yöntem yanlışı da, kul ile Allah-u Teala arasındaki seviye ve mahiyet farkının dikkate alınmamasıdır. Bizler kul ile Allah arasındaki ilişkinin, seviyenin ve mahiyet farkının mesafesini pek tahmin edemiyoruz. Kul ile Allah arasında mahiyet farkı olduğu gibi sahip olunan özellikler itibariyle de hesaplanamayacak kadar büyük bir fark vardır. Bu nedenle kul ve Allah ilişkisi ile ilgili yapılan çıkarımlar kul ile kul arasındaki ilişkiler arasındaki çıkarımlardan yola çıkılarak hiçbir zaman tam anlaşılamaz.

 

Herhangi bir kelimeyi söylemeye niyet ettiğimizde önceden o kelimeden izin almamız mümkün değildir. Yahut saksıya bir çiçek, bir bitki tohumu ektiğinizi düşünün. Bunları ekerken o tohumdan izin almadığınız gibi çıkacak çiçek veya domatesten izin almanız da mümkün değildir, üstelik anlamsızdır. Bir şiir yazarken, bir doğa fotoğrafı çekerken de kelimelerden ve tabiattan izin almak diye bir şey söz konusu olamaz. Yani eser sahibi ortaya koyacağı eserden tabii ki izin almaz. Hatta hakikatte o eser ortaya konulduğu için eser sahibine borçlu da olunur. Bizim de birer eser olarak eser sahibi Allah-u Teala ile aramızdaki ilişki sadece borç ilişkisidir. 

 

İrade meselesine gelince: İrade sahibi kullar olarak şiirden, bitkiden, çiçekten ve fotoğraftan birer farkımız olduğu doğrudur. Ancak her şeyden önce bu irade bize verilidir, bahşedilmiştir. Ayrıca “bir imtihana kendi iradesiyle girmek ya da girmemek” gibi ikili bir alternatif söz konusu olamaz çünkü cüz’î veya varsayımsal bir irade sahibi olmak zaten imtihana girmek anlamına gelir. 

 

Diğer yandan Allah-u Teala’nın irade ve hükmüyle karşılaştırılınca bizim irademiz aslında pek de iradeye benzemez (ilmi karşısında ilmimizin, kudreti karşısında gücümüzün, merhameti karşısında merhametimizin yok denecek kadar az olması gibi) hatta yok hükmündedir bile denilebilir ancak şimdilik işin bu kısmını konuyu uzatmaması adına erteleyelim. Konumuz itibariyle önemli olan nokta, bu tip sorularda Allah-u Teala ile kulları arasındaki boyut, ölçek ve mahiyet farklılığının genellikle gözden kaçırılmasıdır. 

 

Genç zihinler içine doğdukları ve yaşadıkları dünyanın hukuki, sosyal ve doğal kanunlarını kendileri için birer baskı aracı gibi görme eğiliminde olabilirler. Anne babalarının yönlendirici davranışlarını aile baskısı olarak gördükleri gibi askere gitmeyi ve vergi vermeyi devlet baskısı, ders çalışmayı ve okula devam etmeyi öğretmen ya da sistem baskısı olarak görebilirler. Bunların bir kısmı hakikaten haksız yönlendirme ve keyfi baskı da olabilir. Ancak bu durum kanunların varlığını haksız ve yersiz kılmadığı gibi onların işleyişine bir halel de getirmez. Sonuçta bireysel ve toplumsal yaşamda da, siyaset ve hukuk alanında da, bilimde ve doğada da her şey kanunlar etrafında şekillenir ve öyle işler. Bu kanunlara insanlar olarak bazen doğa kanunları, bazen fizik kanunları, bazen toplumsal kanunlar bazen psikolojik kanunlar deriz. Bunlardan kaçmak yersiz, imkansız ve anlamsızdır. Hatta bir kanundan kaçış ancak bir başka kanunla mümkündür. Yani bize sorulmadan zaten ayarlanmış ve düzenlenmiş pek çok şey vardır. Ortalama sağlıklı bir insanın günde 2000 kalori alma zorunluluğu vardır ve bu ister doğa kanununun ister tıp kanununun bir dayatması ya da uzantısı olsun, o insana sorulmadan düzenlenmiştir. Bu kanuna karşı çıkmak anlamsızdır çünkü günde 2000 kalori almazsanız ölürsünüz. Elinizi -50 veya 100 derecelik bir suya sokup bekletirseniz o eli bir daha kullanamazsınız. Bu doğa kanunlarının uzantılarını da kabul etmemek gibi bir anlamsızlık olamaz. 20 katlı bir apartmanın çatısından paraşütsüz, aparatsız bir halde aşağıya atlayamazsınız. Yerçekimi sizi çekecektir. Bedeniniz o kadar büyük bir darbeye dayanıklı değildir. Hava atomları da sizi taşıyacak bir yoğunlukta değildir. Benzer şekilde günlük hayatınızda da gönlünüze göre, canınız her istediğinde belirli bir miktarın üzerinde tütün ve alkol ürünleri tüketemezsiniz. Belli miktarları geçince sağlık problemleri bir sonuç olarak kendini size dayatır. Olumlu sonuçlar da kanunlara göre ortaya çıkar. Günde belli bir miktar egzersiz yapar ve gereksiz karbonhidrat alımından uzak durursanız kilo vermede, şeker ve tansiyon gibi hastalıkları önlemede büyük avantaj sağlarsınız. Bir yabancı dili öğrenmek için 1-2 sene sabrederek çalışırsanız sa’y kanunu gereği o yabancı dili öğrenmekle ödüllendirilirsiniz. Böyle yüzlerce, binlerce kanunlarla çevrili yaşıyoruz ve bu kanunların hiçbirisi bize sorularak konulmuş değil. Bu kanunlara uymanın ve uymamanın belirli sonuçları olacaktır. 

 

Ahirete dair meseleler de bunun gibidir. Kanser olmak da, belli ihmaller sonucunda kalıcı felç geçirmek de, bir tüccar için iflas etmek de bir cins cehennemdir. Şartlarını ve gereklerini yerine getirdikten sonra ideallerine ulaşmak gibi olumlu sonuçlar da bir cins cennettir. Yani zaten bu tarz binlerce kanunla sınırlandırılmış vaziyetteyiz. Bunlar da bize sorulmadan konulmuşken ve aslında bilerek veya bilmeyerek bu kanunlara uyarken aynı kanun koyucu başka meselelere dair, dünyevi kanunlar gibi açıkça görünmeyen ama bizi bağlayan kanunlar koymuşsa koymuştur. Hiçbir önlem almadan yirminci kattan aşağıya atlamayı tercih edebilirsiniz veya sizi cehenneme götürecek amelleri de tercih edebilirsiniz. Eser sahibi eserini kurmuş, kaideleri koymuş, sistemi hayata geçirmiştir. Ardından farklı elçilerle bu sistemi ve kanunları öğrenmemizi de sağlamıştır. Bu kanunların bir kısmını, örneğin fizik kanunlarını yaşayarak ve çalışarak öğrenebiliyoruz. Hayata dair bazı kanunları da yaşayarak öğrenebiliyoruz. Uhrevi kanunlar için de peygamberler gönderilmiş, bu kanunların sonuçları da açıklanmıştır. Kabul edebilir veya etmeyebilirsiniz. Uyabilir veya uymayabilirsiniz. Fizik kanunlarıyla çatışmak isteyebildiğiniz gibi uhrevi kanunlarla da çatışabilirsiniz. Boşluk bulabilirseniz bu kanunlardan geçer, kurtulursunuz ama genellikle boşluk yoktur. O kanunlar sizi-bizi ezer geçer. Anlamsız kibrin ve sonuçsuz direnmenin bir anlamı yoktur. Bir doktor sigara içmeye devam ettiğiniz taktirde şu kadar sene içerisinde şu ölçülerde tansiyon, KOAH, damar sertliği gibi hastalıklarla karşılaşacağınız uyarısı yapar. Beslenmeye, spora dair tıbbın uyarılarını da bilirsiniz. Büyüklerimizin terli terli su içmemek, ıslak saçla rüzgarda oturmamak gibi uyarılarını da tanırsınız. Cennet ve cehennem konularındaki uyarıları da bu uyarılar gibi dinlemek lazım. 

 

Yani bu tip uyarıları “Ey insan! Senin bir sitemin var, biyolojik sistemin gibi, ruhani bir sitemin de var. Senin iyiliğin için söylüyorum. Eğer şunları şöyle yaparsan şöyle sonuçlarla karşılaşırsın. Bunları böyle yaparsan da manevi sistemin şöyle çalışır veya şöyle şöyle güzel bir sonuçla karşılaşırsın.” gibi dinlemek lazım. 

 

Sonuçta kurulu bir sistemin içine doğmuş durumdayız ve yine aynı sistemin içinde yaşıyoruz. Sağlık sistemi, biyolojik sistem, fiziksel sistem gibi manevi bir sistem de mevcuttur. Bizim insan olarak mahiyetimize kurulan ve manevi yaşamımızı etkileyen bir sistem de vardır. İnsanlara karşı gösteriş yapıp, kibirle davranıp onların kalplerini kırmanın, aynen uzun süre ve yoğun bir şekilde sigara içmenin sonuçları gibi sonuçları olacaktır. Böylesi kibirli ve zorba bir insana hak ettiği ruh hali verilecektir. Bu kaideler biz farkında olalım veya olmayalım aksamadan işler. Belirli kimyasal sıvılarla aklınızı durdurmanın belirli zararları olduğu gibi müstehcenliğin de belirli zararları olacaktır. Allah ile irtibatı sürdürmenin iç sisteminize belirli faydaları olduğu gibi bu irtibatı aksatmanın veya koparmanın da zararları olacaktır. Bu aksaklıklar ve kopukluklar da birikince bu durumun dünya hayatından sonra devam edecek hayatınızda sizin için acı sonuçları olacaktır. Seçimdeki tercih hakkı sizindir. Bu gibi uyarıları bir zorbanın kendi keyfine göre sizi yönlendirmek istemesi şeklinde değil, sizin iyiliğinizi isteyen bir büyüğünüzün şefkat uyarıları olarak dinlemek ve böyle kulak vermek de mümkündür. Ki Kur’an’daki uyarılar böyledir. 

 

Bu (Kur’an), bütün âlemlere bir öğüt, bir uyarıdır. İstikamet sahibi olmak isteyenler onu dinlerler.” (7)

Nefsini maddi-manevi kirlerden arındıran kurtuluşa erer.”(8)

Öğüt dinleyerek temizlenen ve arınan kurtulmuştur.”(9)

Kim kendisini çirkinliklere/günaha daldırırsa o ancak kendisine zarar vermiştir.”(10)

Doğrusu Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendi kendilerine zulmettiler.”(11)

 

Kur'an'da geçen bu ve benzeri pek çok ayet de meseleyi böyle değerlendirmenin gerekliliğini göstermektedir. Yani baştan kurallar böyle konulmuş ve bu kurallar hakkında bize uyarıda ve hatırlatmada bulunulmaktadır. Kalplerimizi yumuşatmak ve zihinlerimizin daha da açılmasını sağlamak için meseleye bu yönden bakmak bizim menfaatimize olacaktır. İnsan bu uyarılara kulak verebilir de vermeyebilir de. Makul ve mantıklı olan bu uyarılara kulak vermek, manevi sistemin kanunlarına uymaktır.

 

Soru: Peki, Allah beni bu imtihan dünyasına göndermeden önce, en azından tercihimi soracak kadar bir süreliğine beni yaratıp da fikrimi neden almadı?
 

Cevap: Bu soru cümlesi olarak görülen cümle aslında hakikatli bir soru değildir, sadece bir şikayet ve bir rahatsızlık ifadesidir. Bu ifadenin en düz hali aslında “Olaylar, olgular, hatta kainatın işleyişi neden benim arzularıma veya keyfime göre gerçekleşmiyor?” şeklindedir. Bu durum, bu şikayet veya soru gibi görülen bu rahatsızlık cümlesi kötülük probleminin de temelini oluşturmaktadır.

 

Durum, temelde duygusal merkezlidir ve insanın duygu dünyasından kaynaklanmaktadır. Zihinsel temelli olmadığı için de zihinsel veya rasyonel açıklamalar bu ve benzeri soruları soranlar için tatmin edici olmayacaktır. Ancak meseleyi daha sakin bir şekilde ve zihinsel yeteneklerini de düşünce sürecine katarak düşünmek isteyenlerin zihinlerinde hakikate kapı açabilme ümidiyle maddeler hâlinde bu soruya yanıt vermeye çalışacağız.

 

Birinci madde; Konu, Allah-u Teala’nın kudretiyle bağlantılıdır. Evet, bizim isteğimiz ve irademiz dışında bazı durumlara dahil edildiğimiz doğrudur. Kainatın işleyişinde geçerli kılınan kanunların bize sorulmadan konulduğu, bu kanunlardan kaçma şansımızın olmadığı da doğrudur. Zaten dünya hayatımızın neredeyse tamamı bu şekildedir. Kimimiz kahve içmek ancak kalp çarpıntısı yaşamamak, kimimiz istediği yemeği istediği kadar yiyip kilo almamak, kimimiz hiç ders çalışmadan sınavları kolayca geçebilmek gibi şeyleri arzu edebilir. Ama bu isteklerin çoğunun, belki hiç birisinin hiçbir karşılığı yoktur. İlgili kanunlar bizim isteklerimiz ve tercihlerimiz sorulmadan konulmuştur. Sorulması da gerekiyor değildir. Bu kainat mülkünün bir sahibi vardır. Bu kainatın sahibinin ilmi ve kudreti de vardır. Biz bunun karşısında kendi konumumuzu doğru olarak değerlendirebilmeliyiz.

 

Bizden önce ve bize rağmen konulmuş bu kurallara uymanın da uymamanın da kendine göre karşılıkları ve sonuçları olacaktır. Bu dünya böyle işlemektedir. Ahiret de böyle işliyor ve işleyecektir. Bu duruma itiraz etmenin, bu durumu tayin ve takdir edenle kavga etmenin hiçbir manası yoktur. Bir çubuğun bir ucundan tutup çubuğu kaldırdığınız zaman onun diğer ucunu da kaldırmış olursunuz. Yani herhangi bir sebebi gerçekleştirdiğinizde o sebebin sonucunu da istemiş ve tercih etmiş olursunuz. Herhangi bir şey var olunca ona bağlı olan başka şeyler de var olur veya ortaya çıkar. Sonuçları önceden belirlenmiş bir eylemi gerçekleştirdiğinizde o eylemin önceden belirlenen sonuçlarından farklı bir sonuç vermesini bekleyemezsiniz. Bu, sizin iradeniz ve tercihiniz dışında konulmuş bir kanun, bir işleyiş tarzı olduğu gibi, bu varlık alemi içerisindeki bireysel varlığınız da; sizin iradeniz ve tercihiniz dışında konulmuş kanunlara, işleyiş tarzlarına dahildir ve tâbidir.

 

İkinci madde; Bir önermenin parçalarından birisi zihinsel olarak hükümsüz ise o önerme de hükümsüzdür. Bir önermenin bütün parçaları anlamlı, tutarlı ve zihinsel bir bütünlük içinde olmalıdır. Buradan hareketle “Allah beni imtihan etmeden önce bana niye sormadı?” sorusu da sorulamayacak yani hükümsüz sorulardan birisidir.
 

Böyle bir soruyu kim sorabilir?
 

Mesela Allah’a inanmayan birisi sorabilir. Bu durumda bu soru “Uçan Spagetti Canavarı beni neden yarattı?” veya “Benim babam neden 39. Osmanlı Padişahı?” gibi anlamsız bir soru olur. Yani cümlenin ögelerinden veya önermenin parçalarından birisinin zihinsel bir hükmü yoktur. Mantıklı bir insan da böyle bir soruyu sormaz.

 

Ya da bir insan bir geometri sorusuna "İki paralel asla kesişmez." şeklinde bir öncülle başlamışsa daha sonra o soru içinde kalarak “İki paralel kesişseydi ne olurdu?” gibi bir soru soramaz. Çünkü baştan iki paralelin kesişmeyeceği varsayılmıştır. Dolayısıyla “Allah yoktur.” diyen birisinin “Allah beni neden bana sormadan yarattı?” gibi bir soruyu mantıken sormaması gerekir. İlla sormaya devam ederse “Zeus seni neden yarattıysa o da o yüzden yarattı.” gibi aynı tutarsızlık ve saçmalığı içeren bir cevap verebiliriz. Soru anlamlı ve tutarlı olmadığı için cevabın da anlamsız ve tutarsız olması kaçınılmazdır.
 

Diğer yandan, Allah’ın varlığına inanan ama Allah olarak inanan bir insanın da “Allah beni neden bana sormadan yarattı?” gibi bir soru soramayacağı açıktır. Çünkü o insan eğer hakikaten her şeye gücü yeten, en kudretli, en şefkatli, ilmi sonsuz, mülkün hakiki ve tek sahibi olarak bir Allah’a inanmışsa böyle bir soru baştan anlamsız olacaktır. Çünkü yine baştaki varsayımla (Allah vardır, birdir, tektir, her şeye gücü yeter ve her şeyi bilir, her şeyin dizgini onun elindedir, mülkün tek sahibidir, ben ise O’nun kuluyum varsayımıyla) tutarsız bir soru olacaktır. Gücü her şeye yetmeyen, arada bir hata yapabilen, bazı şeyleri gözden kaçıran, bazı şeyleri neden yaptığını bilmeyen, bazen acımasız ve merhametsiz, gaddar ve zalimce uygulamaları olabilen bir Tanrı tasavvuruna sahip olan bir insanın,  “Şunu neden böyle yaptın? Bunu neden şöyle yaptın?” demesi mantıklı kabul edilebilir . Ancak hakkında hiçbir noksanlığın ve acziyetin söz konusu olmadığı bir zata karşı “Bunu neden böyle yaptın?” diye şikayet içerikli bir soru sormak abestir.
 

Böyle bir soru ancak hikmet bağlamında, “Allah-u Teala’nın bizi yaratmasının hikmeti nedir? Bizi yaratmış olmakla bizden ne istemektedir?” tarzında sorulabilir. Aslında “Allah-u Teala bizzat Allah olarak, kendi değerlendirmesi, muradı açısından bizi neden yarattı?” sorusunun da tam bir cevabı yoktur. Çünkü, Tanrı olmanın mahiyetine dair hiçbir şeyi tam olarak bizzat bilemeyiz ve değerlendiremeyiz. Dolayısıyla Allah-u Teala’nın bizi bir hikmet için yaratma sebeplerine dair de hakiki, tam, net, kesin bir şey söyleyemeyiz. Ancak bu işin bize bakan hikmetlerini merak edip bir yere kadar sorgulayabiliriz. Kur’an’da ve hadislerde buna dair bazı cevaplar verilmiştir. Allah-u Teala’nın bizi yaratmakla bizden ne beklediği, bize neleri tavsiye veya emrettiği, bizi nelerden sakındırdığına dair cevaplar da bulabiliriz.

 

Üçüncü madde; Bu sayılanların dışında, “Tanrı beni neden yarattı ya?” gibi bir soru temelde duygusal bir sorunu ifade eder. “Bana bu konuda bir şeyler söyleniyor ama bunlar benim hoşuma gitmiyor. Ben dilediğim gibi davranmak istiyorum ama davranışlarımın sonuçlarının da dilediğim gibi olmasını istiyorum.” şeklindeki kişisel çelişkilere ve duygusal açmazlara dayanmaktadır. Bu da sonuçta “Tamam, bir Tanrı var olsun ama neden ben insanlara zulmettiğim için bana azap edecek? Neden emirlerine uymadığım için bazı sorunlar yaşayacağım? Namazı veya duayı bırakmam neden bana zarar veriyor?” gibi sorularla “Matematiğin yasaları neden böyle? Kütle çekimi neden var? Isı neden korunmaktadır? Termodinamik neden böyle işliyor?” gibi soruların aynı anlama (daha doğrusu aynı anlamsızlığa) geldiğini göstermektedir.

 

Bu tip bir bakış açısının konusu din veya Tanrı olmasa bile bu bakış açısı anlamlı değildir. Fiziksel bilimlerde belli sebepler belli sonuçlar doğurur. Dolayısıyla belli ağırlık ve kütleye sahip bir taş belli şartlarda bir yerden bırakılınca bunun sonucunun ne olacağı bellidir. Ekonomide, biyolojide, sosyolojide de belli kanunlar vardır. Bu kurallar konulurken de bize sorulmamıştır. Dolayısıyla kainata hakim büyük kuralların işleyişinde bizim bir önemimiz yoktur. Bu dünyada mutlu, huzurlu ve verimli insanlar olmak istiyorsak yapabileceğimiz tek şey de bu kurallara uymak ya da kuralların sonuçlarını benimsemektir. Üçüncü bir alternatif rasyonel olarak yoktur. Dolayısıyla bize sorulmadan oluşturulmuş kanunlara uyma ve uymama gibi bir tercih şansımız olsa da, bu kanunların sonuçlarıyla ilgili şikayet etmenin rasyonel bir mantığı yoktur. Mantıklı bir soruya benzeyen ancak esasında duygusal bir şikayet olan bu tip soruların duygusal bir faydası da yoktur. Bunlar sadece insana enerji kaybettirirler. Hepsi bu.

 



Soru: Bir çocuğun akıl baliğ olmadan vefat ettiği zaman cennete gideceği söyleniyor. Fakat bir başka kişi 60 yaşına kadar yaşayıp cehenneme gidebiliyor. Bu durumda 60 yaşına kadar yaşamış kişi için bir adaletsizlik oluşmuyor mu? Herkes kul olduğuna göre herkesin aynı imtihana girmesi gerekmez mi? 60 yaşına gelip cehenneme giden kişi de 10 yaşından önce ölmüş olsaydı cennete gidecekti. Burada bir adaletsizlik söz konusu değil mi?
 

Cevap: Bu soru aslında bazı açılardan yeni gözükse bile geçmişi mutezile dönemindeki kelam konularıyla ilgili tartışmalara kadar uzanan bir sorudur. Hatta kelam literatürüne giren ve ihve-i selase (üç kardeş) olarak bilinen sembolik hikaye de bu soruyla ilgilidir.(12) Bu konudaki geleneksel tartışmaları ayrı bir yazıya bırakalım ve sorudaki mantık hatalarına göz atarak başlayalım.

 

Sorudaki birinci mantık hatası: Bir mantıksal çıkarımda bütün ara önermelerde geçen aynı kelimeler, aynı anlamlara sahip olmalıdır. Örneğin “Gerçekler acıdır. Biber de acıdır. O halde gerçek, biberdir.” şeklindeki önermenin hatası her iki önermedeki ‘acı’ kelimesinin aynı anlamda kullanılmamasıdır. Bu soruda da soruyu soranın zihnindeki vefat eden çocuğun farz-ı muhal yaşaması durumunda içinde bulunacağı yaşamsal şartlarla, 60 yaşında ölen kişinin yaşamsal şartlarının eşdeğer olacağı varsayımı bulunuyor. Bu varsayım zaten bir varsayımdır, gerçekleşmiş olmadığı için gerçek değildir. Dahası varsayımın gerçek olması durumunda dahi her iki kişinin hayatı birbirine eşdeğer olmayacaktır. Yani aynı hayatlardan bahsedilmemektedir. Altmış yaşında iki kişinin karşılaştırılması bir derece daha makul olabilir ancak o da yaş itibariyle bir karşılaştırma olmuş olacaktır. Sonuçta soruyu soran kişi, bazı sonuçları kesin biliyormuş gibi soruyor. Yani örneğin 6 yaşındaki bir insanın da mutlak olarak 60 yaşına ulaşabileceğini varsayıyor, oysa bunu bilmiyoruz ve bilemeyiz. Bu yönden de bilinmeyen şeylerin karşılaştırılması mantıksızdır. 

 

İkinci hata ya da problem ise; adalet ve adil kelimelerinin ifade ettikleri anlam bakımından bir belirsizlik olmasıdır. İyi tanımlanmamış, net olmayan kavramların kullanıldığı mantıksal önermelerden doğru sonuçlara ulaşılamaz. Bu soruda “Adalet nedir, adil kime derler?” gibi soruların cevabı net değildir. İki insan arasında 20 tane ceviz mi bölüştürülecektir yoksa bir hakimin mahkemede verdiği karar cinsinden bir karar mı kastedilmektedir? Allah-u Teala’nın adil olup olmamasıyla ilgili bir önermede adalet kelimesi ne anlamda kullanılmaktadır ki Allah-u Teala için adildir veya değildir sonucuna varılabilmektedir? Bu da belli değildir.

 

Bu tarz soruların neredeyse hepsinde ortak olan çok temel bir mantık hatası da şudur ki; “Allah’ın şöyle yapması adil mi? Böyle yapması doğru mu?” formlarındaki sorularda “Allah” derken kastedilen, zihinde kurgulanan varlık aslında sorunlu bir varlıktır. Yani soruyu soranın zihninde sorunludur. Ya da en azından sıfatlarında, icraatlarında, yani özellikleri ve yaptığı şeylerin değerlendirilmesinde belirsizlikler ve eksiklikler-hatalar bulunabilen bir varlıktır. Allah olarak bir varlığa, yani kainatı inşa eden, bu dünyayı bir imtihan meydanı olarak var eden, arkasından cenneti ve cehennemi var edecek olan (eden), bize hidayet etmek, doğruyu yanlışı öğretmek, eğri yolun akıbetini ifade etmek üzere peygamberler gönderen, her şeyi bilen, her şeye kadir, tüm güzelliklerin kaynağı olduğu gibi adalet anlayışının da kaynağı olan bu Zatın yaptığı ve yapacağını bildirdiği şeylerle ilgili “Bunlar adil mi?” diye sormak anlamsızdır. Çünkü bu zat ne yaparsa güzel olan odur, adil olan odur, iyi olan ve doğru olan odur. 

 

Diğer taraftan böyle bir zata inanılmıyorsa, yani Allah ismi verilse de zihinlerde bir cins Zeus gibi, Hübel gibi farklı bir karakter canlandırılıyorsa böyle bir soruyu sormanın gene anlamı yoktur. 

 

Eğer hakikatte doğruluğun, güzelliğin, her türlü hayrın kaynağı olan Allah-u Teala’ya inanılıyorsa o zaman da O’nun icraatlarının adil olup olmadığını sormanın bir gereği olmayacaktır. Yani soruyu soran farkında olmadan kendisinin, Allah-u Teala’nın yaptıklarını etik olarak değerlendirebilecek “Bu yaptığı yanlış, bu yaptığı doğru.” gibi bir konumda görmüş oluyor. Aslında o çerçevede o soruyu sorarken zımni varsayım olarak Allah-u Teala (haşa) herhangi bir insan, bazı yaptıkları doğru bazıları yanlış gibi yorum yapabilecek bir halde görüyor ki bu soruyu sorabiliyor. 

 

Evet, bazı noktalarda bizim lokal değerlendirme hakkımız olabilir. Örneğin üniversitede hoca tahtada mesela mühendislik dersinin zor bir konusunu anlatırken basit bir hesap hatası yapmış olabilir ve siz hocanın hatasını görmüşsünüzdür ve dersiniz ki; “Hoca hesap yaparken artıyı eksi olarak geçirdi.”. Böyle bir değerlendirme sizin kudretiniz ve bilginiz dahilindedir. Hoca sizden çok şey biliyor olmakla beraber bu mevzuda ve o anlık denginizdir ve başka meseleleri sizden daha iyi bildiğini bildiğiniz halde bu hatayı söyleyebilirsiniz. Ama henüz 1. sınıf öğrencisi iken orada hocanın herhangi bir bilgisini ve yaptığı şeyi değerlendirmeniz makul olmaz.  Kaldı ki Allah-u Teala’nın zatı ve özellikleri ile bizim aramızdaki seviye farkı, örnekteki üniversite hocası ve öğrencisi arasındaki seviye farkından hesaplanamayacak kadar daha fazladır. Bu ince bir mevzu olarak görülse de Allah-u Teala'nın zatı ve icraatları hakkındaki sorulan soruların çoğunun ardında "Ben onu değerlendirebilirim, adil bulup bulmayabilirim." gibi bir varsayım vardır. Bu da son derece mantıksız bir varsayımdır. Bu mantıksızlığı zirvede gerçekleştiren ise bildiğimiz şeytandır. Yani Hz. Adem’e secde edilmesi emrine mukabil “Sen beni ateşten onu topraktan yarattın, ateş topraktan değerlidir.” derken “Sen ateşin topraktan daha değerli olduğunu bilmiyorsun, yanlış yaptın, bak ben sana doğrusunu öğreteyim.” tavrı vardır. Bunun da mantıksızlığı açıktır. Hem “Allah-u Teala” deyip hem de O'nun bilmediğini, yanlış yaptığını varsaymak mantıksal çelişkinin zirvesidir. 

Özetle, bu ve benzeri sorular sorulurken zihinlerde eğer Zeus gibi bir şeyden bahsediliyorsa biz zaten bunu cevaplıyor değiliz. Ancak Kur’an’ı ve peygamberleri gönderen ve bu Kur’an’da yaptıklarını ifade eden zatın yaptıklarını soruyorsanız öncelikle kim kimi değerlendiriyor ve kontrol ediyor, bunu düşünerek sormak lazım.

 

Çocukların ölümü ve cennet konusuna gelince: Aslında hadis-i şeriflerin tamamına bakınca vefat eden çocukların nereye gideceğine dair net bir bilgi elde edemeyiz. Özellikle de gayrimüslim çocuklarının ahiretteki durumları hakkında kesin bir kanaate varmamız mümkün değil gibidir. Bazılarına göre vefat eden çocuklar ana babalarına tabi olacaklar, bazılarına göre direkt cennete gideceklerdir. Kesin bildiğimiz, mümin olan bir insanın kendisi cennete gittiği vakit kendisinin çocukları da ona bir ikram ve iltifat olarak onunla beraber cennette bulunacaktır.

 

Diğer yandan cennet, tek makamlı, tek tabakalı bir yer değildir. Herkes için aynı şekilde, aynı durumda tecelli etmeyecektir. Ashabın yaşadığı cennet hayatı ile hayırları şerlerinden az bir farkla fazla gelerek cennete giren birinin yaşadığı cennet hayatı aynı olmayacaktır. Bu çerçevede “Küçük çocuklar cennete gider.” derken kastedilen şey aslında onların azap görmeyecekleridir çünkü onlar sorumlu değildir. Bir de anne babaları, amcası, dedesi gibi o çocuğu tanıyıp sevip yanında isteyecek birileri varsa onların yanında cennette var olacaklardır. Kedi, koyun gibi zararsız hayvanların da bu dünyada bir varlıkları var ve bu çerçevede insanlara faydalı dostlukları da vardır. Bunlar da bir şekilde cennette bulunabilirler. Bu dünyada salihâne bir hayat yaşamış, çevresine de faydası olmuş bir insanın sevdiği kedileri veya başka hayvanları da cennette onunla birlikte kendi koşullarına göre yaşamaya devam edebilir. 

 

Meselenin farklı bir yönü de bizim insanlara bakıp bazı fiziksel, biyolojik ya da anatomik ölçülerle her insanı aynı şey sanmamızla ilgilidir. Aslında insanlar hakikatte aynı şey değillerdir. Bu kısmı biraz daha açalım: Çevremize baktığımızda gördüğümüz dağlar, ovalar, bahçeler, denizler, okyanuslar, ormanlar, bitkiler ve hayvanlar… Bunlar esasında imtihan açısından insanın varlığı için yeryüzünde -tabiri caizse- bir zemin bir dekor oluşturmaktadırlar. Kıyamete kadar vazifelerini yaparlar, kıyametin kopmasıyla da kaybolur giderler. Bu çerçevede aynı bilgisayar oyunlarındaki NPC'ler gibidirler. NPC’ler bir bilgisayar oyununda aslen kendisiyle oynanamayan yani oyuncu olmayan karakterlerdir. Oyuncu oyun içinde onlarla çeşitli etkileşimlere girer, onlardan bazı görevler alır, yapacağı işi öğrenir. NPC’ler oyuna bizzat dâhil olmazlar, oyunda yükselmezler, puan almazlar. Bilgisayar programcısı veya oyunu yazanın oyunu daha güzel hale getirmek için yazdığı karakterlerdir. Oyun bu şekilde çeşitlenir, renklenir. Oyunu oynayan kişi kazanır veya kaybeder ancak NPC’lerin böyle bir durumu yoktur. Dolayısıyla NPC’lerin oyun içinde hakiki bir varlıkları da yoktur. Varlıkları o anda, oyun içinde görünen, bizim şu anda gördüğümüz, bildiğimiz, karşılaştığımız bazı canlıların veya bazı varlıkların (taş, toprak, deniz, dağ, bitki, orman, hayvan hatta insan formunda çocuk, bebek vb.) fonksiyonu sadece NPC'lik olabilir. Zira Allah-u Teala bir açıdan her şeyi biliyor, her şeyi takdir ediyor ve bizim açımızdan o çocuğun 8 yaşındaki hâli ile 15 yaşındaki hâli aynı gözükse de belli programlar yani onu imtihan olmaya sevk edecek belli yapı ona yüklenmemişse henüz bizzat hakiki olarak bir insan değildir ki onun sorumluluğu bulunsun. 

 

Yine soruda imtihana dair bazı noktalar da göz önüne alınmamıştır. Bu nedenle de çocuk ve yaşlı kişi hakkında tüm şartlar aynıymış gibi düşünülmüş olmaktadır. Evet, 6 yaşlarında vefat eden bir çocuğa imtihana dair bazı noktalar, adeta o imtihan yazılımı henüz yüklenmemiştir. O halde bu çocuk bir cins NPC gibidir. Yani Allah-u Teala bir canlıyı imtihan etmeyi murat buyurmadan yaratmış ve bu dünyada birkaç sene bir cins NPC olarak bulunmasını murat buyurmuş olabilir. Diğerini ise imtihana tabi tutmak üzere 60-80 yaşlarına kadar yaşatmayı murat buyurmuş olabilir. Bunda adalet açısından da hakkaniyet açısından da etik açıdan da bir problem yoktur.
 

 


1 ) (Enbiya, 16), Bu ayetlerde geçen “Lehv” ve “Laib” kavramları genellikle oyun ve eğlence olarak çevrilir. Ancak örneğin boş yere tesbih sallamak ya da bir yerden bir yere giderken ıslık çalmak gibi hiçbir amacı olmadan gerçekleştirilen davranışlar da bu kategoriye girer ve hatta bu mananın daha doğru olduğu söylenebilir. 
2 ) Mülk, 2
3 ) Zariyat, 56

4 ) Burada ibadeti bir fırsat olarak ele almak daha doğru olacaktır. Evet, bir insan mekanik olarak, yani sadece yatıp kalkarak, kalbini, ruhunu, duygu ve düşünceleriyle zihnini işin içine hiç katmadan da namaz kılabilir. Böyle bir insanın durumu üniversitede derse girip sadece yoklama kağıdına imza atan, ders esnasında ise uyuyan ya da boş şeylerle meşgul olan öğrencinin durumuna benzeyecektir ki böyle bir öğrenci -örneğin- doktor olup insanlara şifa verme vesilesi olabilecekken olamamış, bilgisayar programcısı olup faydalı projeler yapabilecekken o hale gelememiş olacaktır. O öğrenci o derslerden faydalanamadığı gibi pek çok namaz kılan vardır ki onlara sadece yatıp kalkmak, yorgunluk gibi şeyler kalacaktır. Belki sadece yaptığı fiziksel hareketler nedeniyle diz eklemlerini kireçlenmekten bir nebze kurtarabilecektir ama hepsi bu…

5 ) İstidat kavramının burada herhangi bir amaca ve hedefe bağlı kalmaksızın sadece yapabiliyor ve yapıyor olmaktan zevk alınan şey anlamında kullandığımızı belirtmeliyiz. Bunu Maslow’un ihtiyaçlar piramidindeki kendini gerçekleştirme ihtiyacına benzetebilirsiniz ancak kendini gerçekleştirme, bir ihtiyaç olarak belirlendiği için o kısmını konu dışı bırakmalıyız. Çünkü en temel istidatlarımızı gerçekleştirmek bir ihtiyaç durumu da değildir.

6 ) En’am, 96

7 ) Tekvir, 27

8 ) Şems, 9-10

9 ) A’la 14

10 ) Nisa, 111

11 ) Âl-i İmran, 117

12 ) İhve-i Selase (Üç Kardeş) hakkındaki tartışmalar hakkında ansiklopedik düzeyde bilgi için bkz: https://islamansiklopedisi.org.tr/ihve-i-selase