Okullarda Giyim-Kuşam ve Yaşam Tarzına Müdahale
Soru: Çalıştığım okulda açık saçıklığı önleme adına tek tip kıyafet uygulaması var. Ben bunun doğru olmadığı kanısındayım. Aile ortamında öğrenilmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum. İpin ucunu kaçıran öğrencilerimiz de oluyor. Ama denge nasıl sağlanmalı? Her insanın kendini ifade etmesine; fikir, giyim, kuşam, yaşam şekli ve benzeri şeylere müsaade etme ölçümüz nasıl olmalı? Baskılanan şeylerle başka bir ortamda karşılaşan insan nasıl tavır sergileyeceğini bilmiyor ve çoğunlukla yanlışa düşüyor. Bazı tutumların küçük yaşlarda öğrenilmesi daha fıtri geliyor sanki yanılıyor muyum?
Cevap: Öncelikle, dinde ikrah, yani zorlama yoktur. Bu konuda ayet açıktır.1 İkrah, ke-ri-he fiilinden müştak olup “Kerh” ya da “Kürh” kökünden türemiştir. Bu ayrımın üzerinde biraz durmamız faydalı olacaktır. “Kerh”, kişinin veya bir şeyin kendinden kaynaklanmayan/harici bir zorlamayı veya zorlanmayı ifade eder. Kürh ise kişinin veya bir şeyin kendinden kaynaklanan bir zorluğu ve sıkıntıyı işaret eder. Bakara suresinde “Lâ ikrâhe fi’ddîn...” (Dinde ikrah, harici bir etkiyle zorlama yoktur.) buyrularak dini meselelerin kabulü, benimsenmesi ve uygulanması kişilerin irade ve ihtiyarları üzerine kurulmuştur.
Zaten insanlara bazı salt fiziksel şeyler dışında zorlamayla hiçbir şey öğretilemez. Örneğin çocuklara, onları zorlayarak dişlerini fırçalamayı, akşamları erken yatmayı öğretebilirsiniz. Ancak namaz kılmasını bu şekilde öğretemezsiniz. Özellikle dini topluluklarda namaz kılmaya zorlanan çocukların namazdan önce alınan abdestlerde sadece yüzlerini ve kollarını ıslattıkları ancak gerçekte tam bir abdest almadıkları bilinen vakalardır. Yahut yine bu gruplarda bir kişi çarşıya çıkacağı zaman yanında iki kişinin daha olması sağlanır ve çarşıya üç kişi çıkarlar. Bundaki amaç gençlerin birbirlerinin varlığından çekinerek kimsenin harama bakmamasını sağlamaktır. Ancak bu insan yalnız başına çarşıda olduğu bir zaman harama bakma konusunda daha çok zahmet yaşayacaktır. Bu da ayrı bir realitedir. Çünkü koruma önlemleri, koruma için kurulan yapı dağılınca işe yaramaz olurlar.
Bu durumun “alışkanlık” kavramıyla yakın bir ilgisi vardır. Alışılmış bir davranışın yerine getirilmesinde alışkanlık tetikleyicisinin bulunması çok önemli bir noktadır. Örneğin bazı yurtlarda tuvalet ve abdest alınan lavaboların birbirine yakın olması hâlinde yurtta kalanların tuvaletten çıkınca abdest almaları daha kolaydır. Yurtta kalanlar zamanla tuvaletten çıkınca hemen abdest almakta ve bunu alışkanlık haline getirmektedirler. Ancak farklı bir mekânda tuvalet ve abdest alınan yerler birbirine uzak ise orada abdest almak unutulur veya ertelenir. Bu çok basit görünen olay alışkanlıkların insan davranışlarını ne kadar etkilediğini gösterir. Bir alışkanlığın tetikleyicisi ortadan kaybolunca bir davranışı uyarıcı ve hatırlatıcı etken de ortadan kaybolmuş demektir. Bu durumda çarşıya üç kişi çıkmak şeklinde kurulan bir koruma önlemi ortadan kalkınca tetikleyici de ortadan kalkmış olacaktır. Bu gerçekler göz önüne alınmalıdır.
Bununla birlikte bahsi geçen durumlar koruma önlemlerinin veya alışkanlıkları tetikleyecek ortamların ortadan kaldırılmasını da gerektirmemektedir. Örneğin, hastanelerde mümkün olduğunca steril bir ortam sağlanmaya çalışılır. Hastanede yatan bir hasta taburcu olduğunda hastanedeki steril ortamı kuramayacak veya koruyamayacaktır. Bu durumda “O hâlde hastanede sterilizasyon önlemleri gereksizdir.” denilemez.
Benzer şekilde, öğrencileriyle yakından ilgilenen sorumluluk sahibi birisi de meseleyi hem tamamen serbest bırakmamalı hem de tamamen kontrol altında tutabileceğini düşünmemelidir. Öğrencilerinin harama bakma veya benzeri konularda bazı problemleri yaşama konusunda koruma önlemlerini almalı, mümkün olduğunca steril ortamlar hazırlamalı, günahın çirkinliğinden onları korumalı, elinden geleni yapmalı ancak bir noktadan sonra meselenin tamamen kendi sorumluluğunda olmadığını, kendisini aşan yönleri de bulunduğunu bilmelidir. Dolayısıyla “Madem ben bir şey yapamıyorum o hâlde hiç karışmayayım.” demek de abes olacaktır.
Unutulmamalıdır ki insanın gelişimi açısından her zaman bir meselenin yeteneği önce kontrol etmesi ise sonra gelir. Örneğin bir çocuğun yürüme alışkanlığı kazanmasında önce o çocuğun ayakta durabilmesi, sonra adım atacak güce sahip olması, sonra adımlarını dengeli biçimde atabilmesi, sonra da konuyla ilgili bilincin gelişmesi gerekir. Bu nedenle çocuklar yürümeyi tam öğrenmeden önce defalarca düşerler. Zamanla yürümeyi kontrol etmeyi öğrenirler. Sonra yürümek insan için adeta zamanında üzerinde hiç çalışılmamış sıradan bir alışkanlık gibi görünür.
Aynı şekilde insanlara 12-15 yaşlarında güçlü bir şekilde cinsel güdü yüklenir. Bu güdü veya dürtü hayatın devamını sağlayan çok güçlü bir dürtüdür. En güçlü dürtü yeme içmedir ancak karnımız genellikle tok olduğu için geriye en güçlü dürtü olarak cinsellik veya üreme kalır. Bu dürtünün dengeli, mantıklı ve meşru bir şekilde kullanılması sonradan gerçekleşir. Yeme içme konusunda insanlar genellikle dikkatli ve seçicidir. Her hayvanı veya her bitkiyi yemedikleri gibi pek çok yiyeceği de işlemden geçirerek tüketirler. Yeme içme güdümüzü rast gele kullanmayız. Aynı şekilde cinsel güdüyü de kontrollü ve dengeli kullanmak esastır. Ancak bu tarz bir kullanım da belli bir eğitim gerektirmektedir. Bu eğitim insanlara bizzat ve tek tek “Kapalı giyinin!” demek ve onların giyimlerini kontrol etmek değildir. İnsanlar bunu kendi hayatlarına bir müdahale olarak algılayacaklardır.
Kendi benliğini az çok kazanmış 4-5 yaşlarındaki çocuklar bile kendilerine bir şey emredildiğinde/dayatıldığında o şeyi yapmamaya veya yapmaması istenildiğinde yapmaya eğilimlidir. Bu davranış aslında gereklidir çünkü çocukların kendi benliklerini kazanmaları lazımdır. Fakat bu durum kendi zararlarına olmaya başlayınca çocuğun karşısına alternatifler çıkarılmalıdır. Çocuğa “Çorap giy!” demektense, “Bu çorabı mı giymek istersin yoksa şunu mu?” diye sorulunca iki çoraptan birini seçecek, kendi tercihini yapmış olacaktır. Yemek konusunda da benzeri şeyler uygulanabilir.
Bu örnekten hareketle konumuzla ilgili şunu söyleyebiliriz: Karşınızdaki kişinin inat damarını kabartacak bir meselede o damara basılması problem oluşturacaktır. Bu durumda o kişinin üzerine dolaylı gidilmesi verimli olur. Bu dolaylı gitmeyi ise duruma göre kendiniz ayarlayabilirsiniz. Siz öğrencilere “Kapalı giyineceksiniz. Dar ve kısa giyinmeyeceksiniz!” derseniz onlar bu emirleri bir dayatma ve yaşam tarzına müdahale olarak algılayacaklardır. Ancak “Öğrenciler okulda disiplinli olmalıdır. Bu nedenle herkes pantolon giyecek veya uzun etek giyecek. Erkekler de şu şekilde giyinecek. Renkleri şu olacak. Anlaşma yaptığımız bazı firmalar/mağazalar var, okul kıyafetlerinizi oradan alacaksınız.” derseniz ve gerçekten de bir yerle anlaşma yapıp anlaşma yapılan yerle kıyafetlerin uzunluğunu, genişliğini ayarlarsanız bu durumda mesele zaten hallolmuş olacaktır. Çocuklar belki disiplinden şikâyet edeceklerdir ancak hem kapalı giyinmiş olacaklar hem de disiplin sağlanmış olacaktır.
Üstelik pek çok zararın da önüne geçilmiş olunacaktır. Bu zararlar öğrencilerin gelecekleriyle yakından ilgili zararlardır. Şöyle ki: 12-15 yaşlarından itibaren erkeklerin zihinlerinde belli bir süre boyunca cinsel duygular başka her şeyi geride bıraktıracak kadar güçlüdür. Bu konuda o yaştaki erkeklerin hata yapmasına izin verilmesi durumunda ilerleyen dönemlerinde telafisi imkânsız değil ama zor olan bazı hasarlar oluşabilecektir. O yaştaki çocuklar karşı cinse hayatlarının ilerleyen dönemlerinde öncelikle bir cinsel obje olarak bakar hâle gelebileceklerdir. Bir doktorun kadın hastasına veya bir mağaza çalışanının kadın müşterisine sadece “hasta” veya “müşteri” nazarıyla bakması beklenir. Aksi bir bakış sorunlar doğurur. Bu doğacak sorunların temeli de genellikle o yaşlarda atılmış olur. Aynı şekilde aynı okulda aynı sınıfta okuyan öğrencilerin de birbirlerine insan veya en fazla okul arkadaşı gözüyle ve belli bir saygı çerçevesinde bakmaları beklenir. Farklı nazarlar ve niyetler devreye girince kalplerde de ciddi manevi yaralar açılmış olacaktır. Bu yaraların tedavisi imkânsız değil ama zordur. Çünkü o yaralar kalplere henüz çok genç yaşlarda girmiştir.
Fıtratla mücadele edilmez. Dere yatağına dayanıksız, temeli çürük evler yapılması durumunda bir sel anında selin fıtratı o evleri yıkıp geçecektir. Bunun karşısında durulmaz. Aynı şekilde hayatta kalma ve türünü devam ettirme amaçlı olan güçlü bir dürtüyle savaşılmaz. O dürtünün orada var olduğunu bilmek ama haddini aşacak bir şey yapmasına da engel olmaya çalışmak önemlidir.
Allah Teala’dan ahir zamanın bu en dehşetli-yıkıcı fitnesine karşı kendimizi, neslimizi ve çevremizi korumasını diler ve dileniriz.
1 Bakara, 256