Peygamber Efendimiz (sas), Nuaym ibn Mesud'un Yalan Söylemesine İzin Verdi mi?
Soru: Kaynaklarda, Hendek Savaşında Peygamber Efendimiz’in (sas) yeni Müslüman olmuş Nuaym bin Mesud’a müşriklerin arasını bozması için onay verdiği anlatılıyor. Peygamber Efendimiz bu durumda yalan söylenilmesine de izin vermiş oluyor. Yalan söylemek her durumda yanlış ve kötü müdür? Değilse bu noktada Peygamber Efendimiz’i örnek alarak nasıl davranabiliriz?
Cevap: Dünya ve yaşam 1 ve 0 (bir ve sıfır) mantığı ile işlemez. Yani “Bir şey ya birdir ya da sıfırdır.” anlayışıyla dünyaya bakmak, eşya ve hadiseleri bu şekilde düşünmek insanları yanlış sonuçlara götürür. Ancak maalesef insan zihni bir konuda uçlarda dolaşmaya eğilimlidir. Özellikle de zihinsel açıdan kendini eğitmemiş bir zihin pek çok konuda uçlar arasındaki noktaları görmezden gelebilmekte, “hep” ya da “hiç” uçlarından birini tercih etmektedir.
Örneğin “Domuz eti ya helaldir ya haramdır. Başka bir seçenek mümkün değildir.” denilemez. Çünkü “O (Allah), size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah'tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır. Fakat zorda kalan, başkasının hakkına el uzatmamak ve zaruret miktarını da aşmamak üzere yerse günah işlemiş olmaz. Çünkü Allah, suçları örten rahimdir.”1 ayetinin de işaretiyle domuz etinin dahi helal olabildiği durumlar vardır.
Bazen de bir takım katı zihinler örneğin Hz. Ömer’in (ra) kendi halifeliği döneminde kıtlık ve açlığın hüküm sürdüğü senelerde hırsızlık yapanlara el kesme cezasını uygulamama yönündeki içtihadını kabul edilemez görmektedirler. Uçlarda dolaşan bu zihinlere göre Hz. Ömer (ra) Allah’ın hükmünü değiştirmiş olmaktadır. Halbuki Efendimiz (sas) de hayatta iken bir hırsızlık olayında hırsıza ceza uygulamamış hatta onun ihtiyacının giderilmesini sağlamıştır.2 Demek ki Kur’an’da hırsızlığa karşı öngörülen el kesme cezası3 her durumda, her türlü hırsızlık olayında her hırsız için uygulanması gereken, hiçbir değişkeni olmayan, mutlak bir ceza değildir. Bazı durumlarda o ceza uygulanmayabilmektedir. Bu durumda “Her hırsızın eli kesilir, Hz. Ömer Allah’ın emrine aykırı davranmıştır.” demek bilgisizliğe ve zihinsel bir soruna işaret etmektedir.
Kur’an ve sünnetin öngördüğü emirler, hükümler ve ahlaki ilkeler realiteye uygun olarak değişken tonlara sahiptir. En mutlak emir sayılabilecek namaz dahi can emniyetinin söz konusu olduğu zaruret anlarında ertelenebilmektedir. Nitekim Efendimiz (sas) Hendek savaşı esnasında savaşın şiddetlendiği bir sırada ikindi namazını kılamamış, “Bizi ikindi namazından alıkoydular. Allah da onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.” diye dua etmiş, ikindi namazını da akşam vaktinde kaza etmişlerdir.4
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Sonuçta; Kur’an ve sünnette yer alan emir ve tavsiyeler, ibadete, toplumsal ilişkilere, ahlaka dair hükümler ve öneriler hiçbir şarttan etkilenmez, her durumda mutlaka aynıyla, belirtildiği şekilde yerine getirilmesi gereken, hiçbir durumda esnetilemez değildir.
İslam’ın her durumda, her halükârda mutlaka yerine getirilmesini emrettiği, hiçbir şarttan etkilenmeyen ahlaki bir ilke de yoktur. Çünkü gerçek hayatın içinde her durumda, her yerde, aynı şekilde uygulanması gereken ve aynı şekilde savunulabilecek ahlaki ilke diye bir şey olamaz!
Su içmek hayat için elzemdir. Ancak gereğinden az su tüketmek tehlikeli olduğu gibi gereğinden fazla tüketmek de sağlık için risklidir. Fazla içilen su böbreklerin aşırı çalışmasına, vücudun bazı minerallerinde dengenin bozulmasına yol açacaktır. Ayrıca ameliyattan yeni çıkan hastalara da hemen su verilmesi uygun görülmez. Veyahut bebeklere anne sütü aldıkları ilk 6 ay kesinlikle su verilmez. Bu basit gerçeği İslami hükümler terminolojisiyle ifade edecek olursak; su içmek bazen farzdır, bazen vaciptir, bazen mekruhtur bazen de haramdır. Şartlar bir meselenin hükmünü değiştirebilmektedir.
Konumuza dönersek: Yalan söylemek haramdır, ahlaki ilkelere de aykırıdır. Bu, soyut bir prensiptir. Ancak soyut prensipler realitenin tamamını kapsamaz. Bu nedenle ibadetler ve muamelat için olduğu gibi ahlaki prensipler için de İslam örneğin yalan söylemeye “Mutlak manada haram.” dememiştir.
Örneğin; en büyük farz hayatta kalmaktır. Yaşamsal bir riskin olduğu yerde neredeyse bütün hükümler değişebilmektedir. Ancak bu ilke de soyut bir ilkedir ve realitenin tümünü kapsamamaktadır. Mesela vatan savunması esnasında aslolan hayatını korumak için kaçmak değil ölüm pahasına vatanını savunmaya devam etmektir. Hayata saygı esastır ancak savaş esnasında da düşmanı öldürmek zorundasınızdır. Demek ki hayatta kalma farzı dahi mutlak değildir, duruma göre değişebilmektedir. Çünkü bazı anlarda hayatta kalmaktan daha kıymetli durumlar söz konusu olabilmektedir.
Prensiplerin Korunması ve Hükümlerin Değişebilmesi
Adalet, iffet, doğruluk gibi ahlaki prensipler her zaman korunmalıdır. Bu prensiplerin uygulanmaları esnasında değişkenlik gösterebilmeleri prensiplerin iptali anlamına gelmez. Burada esas olan bir prensibin bazen uygulanıp bazen uygulanmaması değildir. Prensiplerdeki değişkenlik varlık ve yokluk arasında olmaz. Sadece dereceler arasında olur. Örneğin anlaşmalara sadık kalmak önemli bir ahlaki prensiptir. İlgili ayetler gereğince de Efendimiz (sas) savaş anlarında dahi müşriklerle yapılan anlaşmayı bozan taraf olmamıştır. Neredeyse bütün maddeleri Müslümanların aleyhine olan Hudeybiye anlaşmasına bile müşrikler o anlaşmayı bozana kadar sadakat göstermiştir. Ancak yine Efendimiz (sas) Mekke’nin fethi esnasında Mekke’ye girmeden önceki akşam her askerin bir ateş yakmasını emretmiştir ki böylece Müslümanlar müşriklerin gözüne daha kalabalık görünecektir. Çünkü her ateş etrafında en az birkaç askerin olduğu zannedilecek ve böylece İslam ordusu olduğundan daha fazla askere sahip sanılacaktır.5
Benzer şekilde Hendek savaşı esnasında da Nuaym bin Mesud (ra) yeni Müslüman olmuştur. Hz. Nuaym, o esnada düşman cephesini oluşturan pek çok kabileden birisi olan Gatafanlıların reislerindendir. Müşriklerin onun Müslüman olduğundan haberleri yoktur. Hz. Nuaym Müslüman olunca Efendimiz’e (sas) gider ve Benî Kurayza’nın sebep olduğu sorunu çözebileceğini söyler. Beni Kurayza Yahudilerinin neden olduğu sorun ise onların Müslümanlarla yaptıkları anlaşmaya ihanet etmeleri ve müşriklerin safına geçmeleridir. Müşrik kabileler zaten güçlüdür, Beni Kurayza’nın ihaneti de Müslümanların sıkıntısını artırmıştır. Efendimiz (sas) de o esnada müşriklerin ittifakını bozmak için çareler düşünmektedir. Bu amaçla Gatafan kabilesinin reisini çağırıp ittifaktan ayrılmaları halinde Medine hurmalarının üçte birini vermeyi teklif edecek olur ancak Ensarla yaptığı istişare sonucu bundan vazgeçer. İşte tam böyle sıkıntılı bir ortamda Nuaym bin Mesud’un teklifini değerlendirmeyi kabul ederek “Savaş hud’adır.” buyurur.6 Hud’a, oyun kurma anlamına gelir. Bir tür taktik ve tuzaktır. Zaten savaşın özünde de bu vardır. Savaşlar sadece güç ve kuvvetle değil, hilelerle, karşı tarafı yanlış yönlendirmelerle, tuzaklarla, çeşitli taktiklerle kazanılır. Efendimiz (sas) de Hz. Nuaym bin Mesud’a bu yönde bir oyun kurma yetkisi vermiştir.
Nuaym bin Mesud da bu izin üzerine önce Beni Kurayza’ya gitmiş, onlara anlaşmayı bozmalarının kendileri için kötü sonuçları olacağını, müşriklerin savaşmaktan bıktıkları için Medine’yi terk edeceklerini, kendilerinin ise Müslümanlarla baş başa kalacaklarını söylemiştir. Arap müşriklerin kendilerini yüz üstü bırakmamaları için de onlardan rehin asker isteyerek kendilerini garantiye almalarını tavsiye etmiştir.
Daha sonra Ebu Süfyan’ın yanına gitmiş, Beni Kurayza’nın Müslümanlarla tekrar anlaştığını, anlaşmayı bozdukları için hatalarını telafi etmek amacıyla müşriklerden rehineler alıp Müslümanlara vereceklerini söylemiştir. Ebu Süfyan bunun üzerine bir grubu Beni Kurayza’ya göndermiş, onlar da müşriklerden kendi güvenlikleri için rehine isteyince hem müşrikler hem de Beni Kurayza Yahudileri Nuaym’ın söylediklerine inanmışlardır. Böylece düşman güçler arasındaki ittifak da bozulmuştur.7
Bu olayda dikkat edileceği üzere korunması gereken ahlaki ilkelerden hiçbirisi bozulmamıştır. Ne verilen bir söze ihanet edilmiş, ne önceden yapılmış bir anlaşmadan vazgeçilmiştir. Olay sadece bir savaş taktiğinden ibarettir ve bu taktiğin oluşum aşamasında yalan söylemeye izin verilmiştir. Ortada emanete riayetsizlik yoktur. Bir sözden dönmek yoktur. Bir anlaşmayı bozmak yoktur.
Dolayısıyla bu konuda ve böyle bir ortamda yalan söylemeye izin vermeyi “İstediğiniz her türlü alçaklığı ve ihaneti yapabilirsiniz.” şeklinde anlamak da yanlıştır. Çünkü mesele derece meselesidir ve Nuaym bin Mesud da, Efendimiz’in (sas) izin verdiği kadarıyla yalan söylemiş, düşman ittifakını dağıtmıştır.
Elbette unutulmamalıdır ki “Harp, hud’adır” hadisini “Harp hiledir.” olarak anlayıp her türlü siyasi ve ideolojik mücadeleyi de harp olarak niteleyip mücadelenin her aşamasında hileye başvurmayı caiz görmek Müslümanca bir tavır değildir, sadece bir cerbeze ve kendini kandırmadır.
1 ) Bakara, 173
2 ) Ebu Davud, Cihad, 85; İbn Mace, Ticarat, 67
3 ) Maide, 38
4 ) Müslim, Mesacid, 205; Buhari, Deavat, 58
5 ) Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 264-265
6 ) Buhari, Cihad, 157; Müslim, Zekât, 153
7 ) İbn Hişam, Sire, c. 2, s. 231