Umumi Musibetler ve Sabır Yarışında Düşmanları Geçmek | 3. Kısım
Not: Bu yazı, “Umumi Musibetler ve Sabır Yarışında Düşmanları Geçmek” başlıklı yazı dizisinin üçüncü yazısıdır. Serinin ikinci yazısına buradan erişebilirsiniz.
Kaybetme Kuşağında Kazananlar
Ebu Bera isimli bir kabile reisi Allah Rasulü’nden (sas) kabilesine İslam’ı anlatacak bir heyet göndermesini ister. Efendimiz de (sas) ashab-ı suffeden oluşan 70 kadar sahabiyi bu kabileye gönderir. Kabile yolda bir yerde konaklar. İçlerinden Harâm bin Milhan ve iki arkadaşı Efendimiz’in mektubunu kabile reisine önden götürmekle görevlendirilir. Bu üç kişi yolda giderlerken Ebu Bera’nın yeğeni olan Amir bin Tufeyl ve emrindeki birkaç kişi ile karşılaşırlar. Harâm bin Milhan onlara görevlerini, ne için geldiklerini anlatır ancak Amir bin Tufeyl zaten baştan beri Efendimiz’e ve İslam’a karşı kin güden birisidir. Hz. Harâm’ın sözlerini bitirmesini bile beklemeden arkasından bir mızrakla onu öldürtür. Harâm bin Milhan, Bedir ve Uhud gazisidir. Ayrıca suffa ashabındandır. Vücudunda açılan yaradan fışkıran kana ellerini sürer. Sonra kendi kanıyla boyanan ellerini yüzüne ve başına sürer. Bu esnada muhtemelen ahiretteki makamını müşahede etmiştir ve “Kabe’nin Rabbine yemin olsun, ben kazandım!” diye haykırarak şehit olur.1
Ayette yer alan “Siz bir yara aldı iseniz onlar da bir yara aldı.” ibaresindeki “siz” hitabı adeta demektedir ki; “Fakat sizin Allah’ınız var. Siz Allah’a iman ediyorsunuz. Demek ki bu işin neticesinde beklediğiniz bir mükafat var. Diyelim ki korkularınız gerçekleşti, bu dünyada beklediğiniz zafer gelmedi veya sizin ömür sürenize göre geç geldi. Bu, sizin bu işten zararlı çıktığınız anlamına gelmez.”
Evet, Ammar bin Yasir’in mübarek anne ve babası veya Musab bin Umeyr, Hz. Hamza gibi isimler ne Mekke’nin fethini gördüler ne de İslam’ın Arap coğrafyasının dışına taşıp alemşümul bir hâl aldığına şahit oldular. Belki o zafer günlerini görmek isterlerdi ancak görememeleri kaybettiklerini göstermez.
Bir de Ensarın sıddıkı olarak bilinen Sad bin Muaz (ra) hazretleri vardır. Hendek savaşında Kureyşli bir müşrikin attığı okla kolundaki atar damardan yaralanır. Belki de son duası; “Allah’ım! Sen biliyorsun ki Rasulünü yalanlayan, vatanından çıkaran kavim (Kureyş) kadar kendileriyle harp ve cihad etmek istediğim kimse yoktur. Allah’ım! Öyle zannediyorum ki bizimle onlar arasında artık yapılacak harp kalmamıştır. Eğer Kureyş ile başka bir harbimiz daha kaldı ise Senin yolunda onlarla cihad etmem için beni hayatta bırak. Eğer aramızda yapılacak harp kalmamış ise bu yaramı deş de bu yüzden bana şehitlik nasip et!”2 olmuştur ve bu duası kabul edilmiştir. O da Allah Rasulü’nün davasının galibiyeti, İslam’ın muzaffer olması için ömrünü adamış ancak Mekke’nin fethini, Müminlerin dünyevi olarak tam muzafferiyetini göremeden şehit olmuştur. Ancak "Onun bu şehadetiyle bir kaybı vardır, dünya gözüyle müşriklerin, zalimlerin sonunu göremediği için kendisine yazık olmuştur." denilemez.
Kazanmanın Temel Şartı
Her mücadele bir açıdan rakiple olan sabır yarışı gibidir. İster üniversiteye giriş sınavları olsun ister bir malın piyasaya pazarlanması olsun bu rekabet ve sabır yarışı neredeyse her alanda geçerlidir. Dünya şartlarında kaynaklar kısıtlı olduğu için her zaman bir rekabet var olacaktır ve her rekabet esasında sabır müsabakası demektir. Bu sabır müsabakasında rakiplerden daha sabırlı olmak, yani ister çalışmaya karşı ister olumsuz şartlara ve haberlere karşı ister o sürecin getirdiği problemlere karşı rekabet edilenlerden daha sabırlı olmak kazanmanın temel şartıdır.
Bir ayette; “Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.”3 buyrulduktan sonra gelen ayette; “Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) iki yüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.”4 buyrulur.
Her iki ayetteki oranlar dikkat çekicidir. Allah Teala önce bire on şeklinde bir orandan, sonra da bire iki şeklinde bir orandan bahsetmiştir.
Demek ki imanın, tevhidin, teslim ve tevekkülün müminin kalbine ve zihnine verdiği kalite o kavramlara sahip olmayanlara göre en az bire iki oranında daha fazladır. Bu kavramlar müminde tam yerleştiği zaman ise bu oran bire on şeklinde olmaktadır. İman, mümini her zaman ve her durumda en az bire iki oranında yüceltmektedir denilebilir. Tabii ki bu imanın kelimenin tam manasını ifade eden iman olduğu, yani sadece dille “İnandım!” deyip geçmek değil, aklın ve kalbin bütün şubeleriyle gerçekleştirilen bir tasdik olduğu açıktır.
Hayır Yarışında Sabır
Ayet-i kerimede ifade edilir ki; “Herkesin yöneldiği bir kıblesi, hedefi, gayesi vardır. (Ey müminler!) Siz hayırda, hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”5
Müminler “sabırda yarışma” kavramı bağlamında hayırlı amellerde bulunma, faydalı işler yapma meselesini de kendi aralarında bir sabır yarışına dönüştürebilirler.
Aslında imanı kendisini güzel ahlak sahibi yapabilmiş bahtiyar müminler bu kavrama doğal olarak sahiptirler. Örneğin birisinin canını sıkacak bir hadise olmuştur ancak o kişi bu hadiseyi sırf canları sıkılmasın, moralleri bozulmasına diye anne babasına, eşine dostuna anlatmaktan vazgeçebilir. Böylece anlatmaktan vazgeçtiği kişinin moralinin bozulmamasına yardımcı olmuş olur ki bu da bir sadaka sevabı kazandıracaktır. Çünkü müminin tebessümü bile bir sadaka ise6 bir yakınına şefkat göstererek canını sıkmamak için olumsuz bir hadiseyi anlatmaktan vazgeçmesi daha büyük bir sadaka sevabı kazandırsa gerektir. Bu durumu bir kişi için değil iki kişi yahut on, yirmi kişi için yapsanız daha da büyük sevap olacaktır. Demek ki mümin, sabrederek içinde tuttuğu olumsuz bir hadiseyi çevresine anlatmaktan vazgeçince hem sabır sevabı hem sadaka sevabı kazanmış olmaktadır Allah’ın lütfu ile…
Sahabe efendilerimiz de Efendimiz’in (sas) teşviki ile kendi aralarında hayırda yarışırlardı. Tebük seferine çıkılacağında Efendimiz (sas) ordunun ihtiyaçlarının karşılanması için sahabe efendilerimizi infak seferberliğine çağırmıştı ki o dönemde Medine’de ciddi bir kıtlık hakimdi. Buna rağmen sahabe mümkün olduğunca infakta bulundular. Hz. Osman (ra) tam donanımlı 300 deve, 1000 dinar para infak etmiş, ailesi de bütün kıymetli mücevherlerini hibe etmişti. Efendimiz de (sas) Hz. Osman’ı “Bundan sonra Osman’a yapacağı hiçbir şey zarar vermez.”7 buyurarak müjdelemişti. Hz. Ömer (ra) malının yarısını getirmiş ve bu şekilde bu sefer Hz. Ebu Bekir’i (ra) geçeceğini düşünmüştü. Sonra Hz. Ebu Bekir’in (ra) malının tamamını getirdiğini görmüştü. Efendimiz de Hz. Ebu Bekir’e “Ailene ne bıraktın?” diye sormuş Hz. Sıddık (ra) da “Allah ve Rasulünü bıraktım.”8 cevabını vermişti ki bu cevap Hz. Ebu Bekir’e imanda ve sadakatte yetişilemeyeceği gibi emre itaat ve infakta da yetişilemeyeceğinin göstergesi olmuştu.
Bunlar az ya da çok mal varlığı olan sahabilerdi. Diğer yandan Ebu Akîl (ra) bir gece boyunca sırtında su taşıyarak hamallık yapmış, karşılığında yaklaşık altı kg hurma kazanmış, bunun yarısını ailesine nafaka olarak ayırmış, kalan üç kilosunu ise infak havuzuna koyması için Efendimiz’e (sas) götürmüştü. Efendimiz de onun bu tasaddukunu alıp kabul etmiş ve dua buyurmuştu. Üstelik böyle yapan sadece Ebu Akîl de değildi, Ukbe bin Amr’ın (ra) beyanına göre pek çok sahabi sırtlarında yük taşıyarak karşılığında bir şeyler kazanmışlar ve kazançlarını götürüp infak etmişlerdi. Münafıklar, nicelik olarak çok tasaddukta bulunanlara “Gösteriş yapıyor.”, az miktarda tasadduk edenler için ise “Allah’ın bunun bir ölçek hurmasına ihtiyacı yoktur.” diyorlardı. Bu da bir çeşit psikolojik rekabet sayılırdı ki “Sadaka hususunda müminlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir ve onlar için acı verici bir azap vardır.”9 ayeti müminlere ciddi bir müşevvik olmuştu.10
Hakkı ve Sabrı Tavsiye
Asr suresindeki “hakkı tavsiye etmek” meselesi genellikle biliniyor kabul edilir ancak “sabrı tavsiye etmek” ibaresi bazen eksik anlaşılabilmektedir.
Hakkı, hakikati öğrendikten sonra bu hakikatleri hayatımızda uygulamaya koyarken de, bir şeyin daha doğrusunu yapma çabası içindeyken de bir eğriyi bırakmaya gayret ederken de aynı zamanda sabretmek gerekir. Çünkü bunlar sabrı gerektirmektedir. Örneğin namazı daha güzel kılmak, namaza daha çok vakit ayırmak demek bir insanın fuzuli alışkanlıklarına daha az zaman ayırması demektir. Bu da en azından başlangıç için sabır gerektirebilir.
Aynı şekilde bir hakikati hayata geçirme aşamasında başımıza sırf bu yüzden bazı imtihanlar da gelebilir. Bu da kendine göre bir sabır istemektedir.
Bu noktada da Âl-i İmran suresi 200. ayetinde geçen “isbirû” ifadesi “sabredin” demek olduğu gibi hemen arkasından gelen kelime “ve-sâbirû” bir işteşlik ifade etmektedir. Buradaki işteşlik “Karşılıklı olarak sabredin.” anlamından ziyade baştaki “Ey iman edenler!” hitabına da uygun olarak “Müminlerle birlikte sabredin, adeta sabırdaş olun!” manasında anlaşılmalıdır.
Demek ki sabrın topluca, bir grup tarafından paylaşılmasından, ortaklaşa yerine getirilmesinden doğan bir fayda vardır ki Kur’an bu manada müminlerden birbirlerine sabrı tavsiye etmelerini istemektedir.
Allah Teala’dan bize bahşettiği sabır kuvvetini yerli yerinde harcamamızı, israf etmememizi, sabır yarışında düşmanları geçmemizi nasip etmesini diler ve dileniriz!
1 ) Buhari, Cihad, 9; Müslim, İmare, 147
2 ) Buhari, Megazi, 30
3 ) Enfal, 65
4 ) Enfal, 66
5 ) Bakara, 148
6 ) Müslim, Birr, 144; Tirmizi, Birr, 36
7 ) Tirmizi, Menakıb, 18
8 ) Tirmizi, Menakıb, 16
9 ) Tevbe, 79
10 ) Buhari, Zekat, 10