


Şeyh-Mürit İlişkisi Üzerine
Soru: İmam Rabbani Hazretleri’nin Mektubat adlı eserinde şu ifadelere rastladım:
"Mürit, şeyh izin vermeden nafilelerle meşgul olmamalı, şeyh izin vermeden zikir yapmamalıdır. Mürit, gölgesi şeyhin elbisesine veya şeyhin kendisine gelecek şekilde yanında durmamalıdır. Mürit, şeyhin namaz kıldığı yere ayağını koymamalı. Abdest aldığı yerde abdest almamalı. Ona ait mekânları kullanmamalı. Onun huzurunda yemek yiyip su içmemeli. Kimseyle konuşmamalı. Yüzünü kimseye dönmemelidir. Şeyh yoksa onun olduğu yöne ayak uzatmamalı. O tarafa tükürmemeli. Zahiren sevap görünmese de şeyhinden çıkan her şeyi sevap saymalı. Çünkü şeyh ne yapıyorsa ilham ve izinle yapıyordur. Mürit şeyhin ilhamında hata bile olsa itiraz etmemelidir. Çünkü ilhamdaki hata, içtihattaki hata gibidir. Dolayısıyla şeyhi eleştirmek caiz değildir. Mürit her şeyde şeyhe uymalıdır. Namazı şeyhinin tarzı üzere kılmalı. Fıkhı onun amelinden almalıdır."
Bu ifadeler Kur'an ve sünnete göre sıkıntılı ifadeler değil midir?
Cevap: Bu ifadelerin doğru anlaşılması için kullanılan kelimelerin bağlamını göz önünde bulundurmak gerekir. Buradaki "şeyh" tasavvufî bir tarikat liderini değil özel eğitim veren bir hocayı; "mürit" ise bir tarikata bağlı kişiyi değil özel bir eğitim sürecindeki öğrenciyi ifade etmektedir. Bu noktada meseleyi kafamızda doğru bir yere oturtabilmek için The Karate Kid, Star Wars veya Kung-Fu Panda gibi filmlerde kendilerini geliştirmek için bir hocaya tabii olup onun her dediğini yerine getirmeye çalışan karakterleri hatırlayabilirsiniz.
Ayrıca "yapmalıdır" ifadesi farz, vacip veya sünnet anlamına gelmez. Bu kurallar, eğitimin verimli olması için benimsenmesi gereken bir disiplin çerçevesidir.
Bu durumu Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın kıssasıyla açıklayabiliriz. Hz. Musa (as), Hz. Hızır’a (as) “Senin öğrendiğin doğruya ulaştıran bilgiden bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı?” diye sorduğunda, Hz. Hızır ona, “Eğer bana tâbi olursan, sana bilgi verinceye kadar bana hiçbir şey sorma!” diye şart koşmuştur. Kıssada anlatılanlara göre Hz. Musa’nın, Hz. Hızır’ın gemiyi tahrip etmesi, bir çocuğu öldürmesi ve bir duvarı düzeltmesi karşısında soru sormaması gerekmekteydi. Çünkü soru sormak, bu bağlamda itiraz anlamına gelerek eğitim sürecini sekteye uğratıyordu.
Ancak bu genel bir kural değil, özel bir eğitim metodu olup her eğitim sürecine genellenemez. Günümüzde ise unuttuğumuz bir hakikat var: İlmî ve kalbî meselelerde üstten alta bilgi akışı olurken, öğrenenin sürekli müdahalesi öğrenme sürecini yavaşlatır. Sürekli hocasına soru soran bir öğrenci ya da her adımda ustasına itiraz eden bir çırak, öğrenim sürecini sekteye uğratabilir.
Bu noktada, soruların bazen eğitimi geciktirebileceğini ve dikkati dağıtabileceğini unutmamak gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sas) de gereksiz yere fazla soru sormanın zararlarını vurgulamış ve şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir konuyu size emredip yasaklamadığım sürece, beni kendi hâlime bırakınız. Sizden önceki ümmetleri çok soru sormaları ve peygamberlerine karşı münakaşaya dalmaları helâk etti. Size bir şeyi yasakladığımda ondan kesinlikle sakınınız, bir şeyi emrettiğimde ise gücünüz yettiği ölçüde yerine getiriniz.”
Bu hadis de gösteriyor ki gereksiz itiraz ve sorgulama, öğrenme sürecini olumsuz etkileyebilir.
Önemli bir hastalığımız veya hastamız olduğunda, maddi imkânlar dâhilinde en iyi doktoru araştırır, bulur ve ona başvururuz. Ancak doktor tedaviye başladıktan sonra sürekli ona soru sormanın veya itiraz etmenin bir anlamı yoktur. Doktorun verdiği ilaçlara, tavsiyelere ve perhizlere riayet etmek tedavinin başarıya ulaşması için gereklidir. Şifa elbette Allah’tandır ancak sebeplere riayet noktasında tutumumuz bu olmalıdır. Tedavi tamamlandığında ise doktora bağlılık sona erer. İmam Rabbani’nin bahsettiği mürit modeli de böyledir; eğitim tamamlandığında o bağlılık ortadan kalkar.
Dünya olimpiyatlarına katılan sporcuların hayatlarına baktığımızda, neredeyse özel hayatlarının olmadığını görürüz. Çoğu, çok küçük yaşlardan itibaren hocalarının yönlendirmesiyle yaşamış, onlardan habersiz yiyip içememiş, tatil yapamamış ve kısıtlı bir sosyal hayat sürmüştür. Hocalarının izin vermediği şeyleri, faydalı bile olsa yapmamış veya terk etmişlerdir. Bu disiplinli hayata tam bağlı kalan ve sabreden sporcular madalya kazanırken, hocasını küçümseyen, işine gelen kurallara uyup diğerlerini görmezden gelen sporcular başarısız olmuştur.
Peygamber Efendimiz (sas) ve onu iyi anlayan âlimler, ilim öğrenmenin ve nafile ibadetin kıymeti üzerine kıyaslamalar yapmıştır. Örneğin Allah Resulü (sas) Hz. Ebu Zerr’e (ra) şöyle buyurmuştur:
"Ey Ebû Zer, sabahleyin evinden çıkıp Kur’an’dan bir âyet öğrenmen, senin için yüz rekât nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır. Yine sabahleyin evinden çıkıp —kendisiyle amel edilsin veya edilmesin— ilimden bir bölüm öğrenmen, senin için bin rekât nafile namazdan daha hayırlıdır.”
Bazı menkıbelerde de ilim öğrenmenin nafile ibadetten üstün görüldüğüne dair anlatımlar mevcuttur. Bir menkıbeye göre, ilimle meşgul olan bir genç vardır. Ezan okunduğunda gencin çevresindekiler sünnet namazı kılmak için kalkar. Ancak orada bulunan bir âlim, o gence şöyle der: "Eğer bu ilim tahsilinde samimiysen, ilme devam etmen, şu nafile namazı kılmandan daha hayırlıdır."
İmam Rabbani’nin bahsettiği modelde de mürit, şeyhinden izin almadan kendiliğinden nafile ibadet belirlememelidir. Kendi hakkında bağımsız kararlar vermeye başlayan bir mürit, o özel eğitimden tam anlamıyla istifade edemez.
Elbette çağımızda böyle bir şeyh kaldı mı, Allah bilir! Dahası, narsisizmin ve enâniyetin zirve yaptığı bu dönemde, böyle bir eğitim modeline katılacak kaç kişi bulunur, onu da Allah bilir!
Allah Teâlâ’dan razı olduğu kullarından istifade edebilmeyi bizlere de nasip etmesini diler ve dileniriz.