Siyer ve sahabe hayatlarını okurken karşılaşılan ve bize tuhaf gelen durumlar üzerine
Soru: Siyer ve sahabe hayatlarını okurken bazı büyük isimlerin bazı konulardaki davranışları bugün için tuhaf karşılanabiliyor. Mesela Hz. Ömer’in (ra) Efendimiz’in (sav) hem kayınpederi hem çocuğunun damadı olması, Hz. Ali’nin (ra) Hz. Fatma (ra) hayattayken ikinci bir evlilik için izin istemesi ancak Efendimiz’in (sav) ve Hz. Fatma annemizin razı olmaması, Hz. Fatma vefat ettikten sonra ise Hz. Ali’nin çok eşli evlilik yapması gibi durumlar bugünden bakınca tuhaf karşılanan davranışlar olarak görülebiliyor. Bu bakış açıları günümüzde ahlak veya etik anlayışlarının değiştiğini mi gösterir? Bunun dışında siyer ve sahabe hayatlarıyla ilgili okumalarda dikkat etmemiz gereken başka hususlar var mıdır?
Cevap: Evet, günümüzde özellikle de ilgili konularda etik anlayışı çok değişmiştir. Zaten etik kavramı insanların toplumsal ilişkilerinden kaynaklanan değerler ve normlar bütünü olarak dönemden döneme ve toplumdan topluma değişiklik gösterir. Dolayısıyla bir davranışın etik olup olmadığı kişisel değer yargılarıyla değil bir toplumun kendi içindeki değerler ve normlarla değerlendirilir. Bu konudaki kişisel değerlendirmeler pek geçerli olmaz.
Ahlaki anlayış bir çeşit toplumsal evrime tâbidir denilebilir. Ancak burada da ahlak anlayışının birkaç noktası öne çıkmaktadır.
Birincisi: İnsanlar “ahlak” kavramını kullanırken genellikle örf, gelenek veya töre anlamlarını kastetmektedir. Örneğin Türkiye’de düğün davetleri çok güçlü geleneklerdir ve bazı insanlar özellikle de yakınlarının düğünlerine geç kalmamak için gerekirse namazlarını bile erteleyebilmektedir.
İkincisi: Genel değer yargılarını da insanlar ahlak olarak görebilirler ve görmektedirler. Bunlar aslında kavramsal ve hakiki olarak ahlak değildir sadece değişebilen değer yargılarıdır ve tabii olarak beşerî kültüre bağlıdır. Mesela bir şehirde 1900’lü yılların başlarında çarşaf giymeyen, peçe takmayan bir kadın tuhaf karşılanırken 50 yıl sonra aynı şekilde giyinen bir kadın tuhaf karşılanabilir.
Üçüncüsü: Sonradan edinilmiş bazı değer yargılarının dini anlayışla iç içe geçmesi veya harmanlanması sonucu aslında hiç de fıtrî ve dinî olmayan bazı geleneklerin ahlak olarak anlaşılması da mümkün olmuştur.
Örneğin ruhbanlık olarak adlandırılabilecek dünyadan el etek çekme, karşı cinse hiç meyletmemeye çalışma ve bu yöndeki doğal eğilimleri sürekli baskılama, hiç evlenmeme ve evlenmeye de karşı olma, et ve hayvansal ürünler yememeye kadar varan bazı uygulamalar söz konusudur. Bu uygulamalar aslında dinin hayatın dışına itilmesidir. Efendimiz (sav) hiçbir hadisinde evlenmemeyi, karşı cinsten mutlak manada sakınmayı, onlara hiç meyletmemeyi teşvik etmemiştir. Hatta kadınlardan tamamen uzak durup hiç evlenmeyeceğini, geceleri sürekli namaz kılacağını, gündüzleri her gün oruçlu olacağını söyleyen, yani kendilerini reel hayattan soyutlayıp ruhbanlık emareleri gösteren üç ayrı sahabeye de “Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve en çok sakınanınızım. Bununla beraber ben bazen oruç tutarım, bazen oruç tutmam. (Gecenin bir kısmında) nafile namaz kılar, (bir kısmındaysa) uyurum. Ben, kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.”1 şeklinde uyarılarda bulunmuştur. Ayrıca et yemeğini reddettiğine dair hiçbir hadis bulunmazken, aksine et yemeyi sevdiğine dair pek çok rivayet vardır.2 Hâl böyleyken bir insanın dünyevi her şeyden ne kadar uzaklaşırsa Allah’a o kadar yakın olacağı, 40 gün et yemeyen insanın manevi özelliklerinin açılacağı gibi anlayışlar kültürümüze bir şekilde girmiştir. Bu ve benzeri uygulamalar üstelik de dinî bir motivasyonla hayatın içine sokulmuş, zamanla da dinden kaynaklanan uygulamalar olarak kabul edilerek iyice yerleşmiştir.
Bu maddenin önemine binaen üzerinde daha fazla durmak gerekiyor. Bizde bir erkek için dindarlık demek, ilk ergenlik döneminden itibaren sürekli cinsel arzulara karşı savaşmak demektir. Yani bir erkek için dindarlığını muhafaza etmek, harama bakmamaktan tutun zina etmemeye kadar, kadın ve erkeklerin beraberce bulunduğu ortamlara girmemeye kadar çok yönlü bir mücadeleye bağlanmış ve indirgenmiştir. Yine dindar aileler için kız çocuklarının ahlakı da temelde cinsellik veya karşı cinse duyulan ilgiyi ve arzuyu tamamen sıfırlamaktan, yok etmekten geçmektedir. Aileler çocuklarına bu eğitimi farkında olarak veya olmayarak vermiş oluyorlar ve bu konuda sonradan yaşanan problemlerin kaynağı da böyle çarpık bir anlayış oluyor. Evlilikten sonra karı koca arasındaki cinsellik de özellikle kadınlar için genellikle bir görevden ibaret oluyor.
Aileler çocuklarını yetiştirirken iffeti korumanın tek yolunun bu fıtrî eğilimi sıfırlamak olduğunu düşünebilirler. Ancak sonuçta aile içinde, arkadaşları arasında ve nihayet evlenince yeni ailesi içinde de bu sorunlar ve türevi pek çok problem görülmeye başlanıyor. Bu konuların evlenmeden önce anne babayla yaşanan ailede konuşulması bile pek mümkün olmuyor. Genç bir kızın anne-babasına veya arkadaşlarına “Benim bu konudaki eğilimlerim güçlü, zinadan korkuyorum, benim makul birisiyle evlenmeme yardım edin.” deme şansı neredeyse hiç yoktur. Olan durumlarda da bu genç ya azar işitecek, belki dayak yiyecek, belki dışlanacak ve ahlaksız-iffetsiz damgası yiyebilecektir.
Diğer yandan erkekler için biyolojik farklılıklar nedeniyle bu konuların daha kolay hallolabileceği düşünülse de onlar için de farklı sorunlar vardır.
Bir insanın böyle arzularının olması abes değildir, günah değildir, ahlaksızlık değildir. Bunlar fıtrî özelliklerdendir. İslam da insan realitesini tanıyan, o realitenin önüne engeller koymayan, fıtratı baskılamayan, makul sınırlar koyan ve dengeyi sağlayan bir dindir. Gelenekler, yanlış ahlak anlayışları ve kültürel bağnazlık; bu gibi konularda Kur’an ve sünnetin koyduğu dengeyi bozabilmektedir.
Yanlış yetiştirme tarzları, yanlış anlamalar, denge dışı çarpık gelenekler, davranışlar ve uygulamalar sonucunda bir insan siyer okurken de sahabe hayatlarını okurken de Hz. Ali (ra) veya Hz. Ömer (ra) gibi her açıdan sağlıklı, güçlü, imkanı olan, haramdan kaçınan, harama asla dönüp bakmayacak insanların helal dairedeki davranışlarını tuhaf karşılayabilir.
Hatta siyer ve hadis kitaplarında “kendini hibe eden kadın” veya “kendini peygambere hibe eden kadın” şeklinde ibarelere rastlanır. Bu ibare aslında Ahzab Suresi 50. ayetinde geçen “Bir de Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, kendisini peygambere hibe eden mümin kadını, diğer müminlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık).” ifadesiyle ilgilidir. Bu ibare ve böylesi bir durum aradaki 1400 yıllık mesafe nedeniyle tuhaf karşılanabilir. Ancak aslında olay “hibe etmek” kavramının o dönemde “mehirsiz olarak evlenmeyi kabul etmek” ile eş anlamlı olmasıdır.
Ümmü Şerik (ra) isimli kadın sahabi Mekke’de türlü işkenceler gördükten sonra Medine’ye hicret etmiş, bir süre sonra da Efendimiz’in (sav) huzuruna gelerek kendisini Efendimiz’e hibe ettiğini söylemiştir. Hz. Aişe (ra) validemiz de bu durumu tuhaf karşıladığını beyan eder. Efendimiz ise hiçbir kadınla bu şekilde evlenmemiştir.3
Kendisini Efendimiz’e (sav) hibe eden, yani mehirsiz evlenme teklifinde bulunan birden fazla kadın olduğu bilinmektedir. Hz. Aişe (ra) validemiz bu duruma ilgili; “Kendilerini Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e hibe eden (mehirsiz olarak evlenme teklif eden) kadınlara kıskançlık beslerdim. Onları ‘Bir kadın kendisini hibe eder mi?’ diyerek (ayıplardım).” diyor. Hz. Aişe validemiz de meseleye önce kendi bireysel anlayışı çerçevesinde bakmış, sonradan durumu anlayarak bize de izah etmiştir.
Bu bağlamda o dönemin Arap toplumunda kadın bireylerin kendi evlilik hayatlarıyla ilgili bireysel inisiyatif alabildiklerini, bu konuda bizim toplumumuzdan daha fazla medenî cesarete ve kabule sahip olduklarını görüyoruz. Bu kadınlar kendilerini dizilerle, şarkılarla oyalamamış, evliliği bir şekilde erteleyip herhangi bir boşluğa ve harama da düşmemiş, gayet proaktif bir tutumla kendi özel hayatlarıyla ilgili meşru bir karar alıp uygulamışlardır. Bizde ise bu inisiyatif konusu neredeyse tamamen erkek tarafına aittir. Bu bağlamda da bizim kültürümüz içinden bakarak başka bir kültürdeki kadın-erkek ilişkilerinin değeri ve ahlakiliği hakkında hüküm vermek doğru olmayacaktır.
Realitenin realite olarak kabulü ve ona göre karar verilip davranılması önemlidir. Bizde realite ile meşruiyet birbirine sıkça karıştırılır. Halbuki bir şeyin reel olması ile meşru olması birbirinden çok farklıdır. Bir erkeğin veya kadının neslin devamı için gerekli olan bazı duygulara sahip olmaları reel bir durumdur, fıtrî bir özelliktir. Bu göz ardı edilmemeli, olur olmaz baskılanmamalıdır. Meşruiyet ise bu duyguların yaşanmasının Kur’an ve sünnet tarafından çizilen sınırlarıyla ilgilidir. Sınırlar ihlal edilmedikçe gayri meşru bir şeyden söz edilemez. Sınırlar dahilinde realitenin tanınması, gözetilmesi ve ona göre davranılması ise Allah’a saygının bir ifadesi olacaktır çünkü onları yaratan da sonuçta Allah’tır.
Bu bağlamda Hz. Ömer (ra) zamanından şöyle bir olay nakledilir: Hz. Ömer bir gün Medine’de gezinirken bir kadının şu beyitleri okuduğunu duyar:
“Yıldızları akıp giden bu gece doğrusu çok fazla uzadı,
Oynaşacağım bir dostumun olmaması beni uykusuz bıraktı.
Allah’a yemin olsun, eğer Onun azabından korkulmasaydı,
Bu yatağın her tarafı sarsılırdı.”
Hz. Ömer (ra) meseleyi anlamıştır. Hz. Ömer’in kadını ayıpladığına, kınadığına dair hiçbir kayda rastlamıyoruz. Aksine, Hz. Ömer konuyu ciddiye almış, çevresindekilere kadının durumunu sormuştur. Kadının kocasının 1 yıldır askerî seferde olduğunu öğrenince de bunu önemli bir problem olarak değerlendirmiş ve çözüm yollarını araştırmaya başlamıştır. Kızı Hz. Hafsa’ya (ra) bir kadının kocasından ayrı kalmaya ne kadar dayanabileceğini sorar. Hz. Hafsa validemiz de 4, 5 veya 6 ay cevabını verince Hz. Ömer 1 ay gidiş 1 ay dönüş yolu, 4 ay da cihad süresi gibi bir hesaplama yaparak askerlerin ailelerinden 6 aydan fazla uzak kalmamaları yönünde bir çeşit genelge yayınlar.4
Bugünün insanı için böyle bir meselenin “devlet meselesi” haline getirilmesi pek düşünülemez. Hatta olayın kendisi bile yadırganabilir. Ancak Allah Rasulü (sav) ve sahabe efendilerimiz görüldüğü gibi realiteyle kavga eden, onu göz ardı edip baskılayan insanlar değildir.
Diğer yandan insanların çoğunluğunun başkalarını yargılamada aşırı rahat davranmaları gibi umumi bir hastalık söz konusudur. Yeterli şuur veya iman eğitimi almamış insan zaten her durumda ve her şekilde başkalarını yargılayıp duracaktır. Kendisine göre daha çok yiyen bir insana “çok yiyor” diyecek, daha az yiyen için “acaba riya mı yapıyor?” diye düşünecek, arabasını hızlı kullananı hızlı kullanıyor, yavaş kullananı yavaş kullanıyor diye yargılayacaktır. Kendisi dışındaki herkesin konuşması, hareketleri, harcamaları, okumaları onun için bir yargılama malzemesidir. Afrika veya Asya kültürüne dair farklı şeyler okusa onları, Ortaçağ dönemindeki uygulamaları okusa onları yargılayacaktır. Böylesi insanların siyer ve sahabe hayatlarını okurken bir şeyleri yargılamaları da kaçınılmaz olacaktır.
Bu konuda insanlar kendilerini şöyle bir formatlayıp birazcık zorlasalar bu durumdan bir nebze kurtulabilirler ve bu kurtuluş dünyada kalp rahatlığının ahirette de önemli belalardan kurtuluşun yolunu ciddi manada açabilir.
Burada önemli nokta, cinsellikle ilgili meselelerin insanı duygu ve düşüncelerinde dengesizleştirecek kadar etkilemeyecek bir hale gelmesidir. Sürekli böyle bir iklimde, yani karşı cinsi düşünerek, onunla ilgili hayaller kurarak vakit geçirmeye çalışmak asıl zararı oluşturur. Allah'ın çizmiş olduğu sınırları aşmadıktan sonra; kimileri bunu evlilik yoluyla, kimileri de daha zor olsa da bekarken kendilerini eğiterek gerçekleştirirler.
Aslında problem sadece cinsellikle ilgili duygu ve düşüncelerden ibaret de değildir. Örneğin faize, yalana hiç bulaşmamak için bir esnaf dükkanını tamamen kapatmayı tercih edebilir. Bu davranışı da hakiki dindarlık veya derin bir takva zannedilebilir. Bu anlayış hayatımızın her alanına yansıdığı için bir şeyle mücadele etmek ve doğru bir şekilde davranmak için o şeyi tamamen terk etmek kudsî bir tavır gibi algılanabiliyor. Bu da duygu ve düşüncelerde derin bir yara bırakmış oluyor. Bu yüzden bir insan mesela Hz. Ali’nin (ra) eliyle yemek yemesinden hiç rahatsız olmazken ve bunu kültürün bir parçası olarak görebilirken Hz. Fatıma (ra) validemizin vefatından sonra birden fazla evlenmesinden rahatsız olabiliyor. Çünkü evlilik veya cinsellik gibi konularda duygusal ve zihinsel yaraları var ve o yaralarla fazla meşgul oluyor.
Sonuç olarak, siyer veya sahabe hayatlarında karşılaşılan bu tablolarla ilgili yapılması gereken değerlendirmeler, bu konulardaki davranış çeşitliliğini ve farklılığını kendi duygusal ve zihinsel seviyemizle ölçmek, yargılamak olmamalıdır. Karşılaştığımız ve bize ilk bakışta tuhaf veya yadırgatıcı gelen davranışın helal-haram boyutuna odaklanmalı, yaralı duygularımız ve zihinlerimizle o zatları yargılama konumuna kendimizi koymamalıyız.
Ayrıca siyer ve sahabe hayatlarını okurken film izler gibi davranılmaz. Özellikle de kadın-erkek ilişkilerini konu alan bir film veya dizi izlerken taraf tutmak, hayalen o film karakterlerinden birine kendini daha yakın hissetmek ve karşı tarafı yadırgamak, yargılamak, ayıplamak bir yere kadar makul görünebilir. Ama herhangi bir tarihi, kültürü, özellikle de siyer ve sahabe hayatlarını okurken film veya dizi izlemiyoruz. Bu yüzden taraf tutmanın da, o zatları kendi kişisel duygu ve düşüncelerimizle yargılamanın da onların manevi şahsiyetlerine haksızlık etmek olabileceği, bunun da bizi mesul duruma düşürebileceği unutulmamalıdır.
Evet, bir insanın kendi alıştığı kültürel normlar dışında bir normla karşılaşınca bunu tuhaf karşılaması başlangıç için doğal sayılabilir. Ancak bu tuhaf karşılamayı kınama, yargılama ve ayıplamaya dönüştürmesi son derece yanlış bir davranıştır.
1 ) Buhari, Nikah, 1
2 ) İbn-i Macen, Et’ime, 28; Tirmizi, Taam, 33; Ebu Davud, Et’ime, 21.
3 ) Buhari, Tefsir, 4788
4 ) Suyuti, Tarihu’l-Hulefa, 133; Şibli Numani, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2. Cilt, 314.