13 dk.
02 Ekim 2022
Tarihsel Momentler ve Değişen Paradigmalar | 1. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Tarihsel Momentler ve Değişen Paradigmalar | 1. Kısım

Soru: Bilimsel devrim ve felsefî düşünce tarihindeki dönüşümün İslami ilimlerle ilgisi nedir? 

Cevap: Bu ilgi aslında uzun bir hikaye.

Batı’da bir şeyler oldu ve kölelik, cariyelik gibi kurumların insanlık dışı kurumlar, kadınların dövülmesinin canavarlık, birden fazla kadınla evlenmenin eril bir despotluk, kadına mirasta daha az pay verilmesinin tam bir adaletsizlik ve haksızlık olduğu tüm dünya tarafından benimsendi.


Batı’da bir şeyler oldu ve dünyanın düz olmadığı, döndüğü, fiziksel olarak evrenin merkezinde olmadığı, insanların tek bir canlıdan gelişerek oluştuğu ve o canlının başlangıçta insan olmadığı düşüncesi kabul gördü.


Batı’da bir şeyler oldu ve ruhban sınıfının devlet yönetiminde söz sahibi olamayacağı, devleti yönetecek kişilerin halkın onayını alması gerektiği fikri benimsendi.


Peki Batı’da ne oldu ve neden o coğrafyadaki kabuller “evrensel” sayılmaya başlandı? 


Bugün dünyada Batı’nın bilimsel, teknolojik, ekonomik, askeri ve hatta kültürel üstünlüğünden söz ediliyorsa bunun bir günde gerçekleşmediği de bilinmelidir. Batı dünyası bu üstünlüğü Rönesans, reform, bilimsel devrim ve sanayi devrimi gibi süresi yüzyıllara dayanan uzun bir sürece borçludur. Adı geçen yüzyıllarda ise Doğu medeniyeti ve İslam dünyası yerinde saymıştır denilebilir.


Hikayeyi baştan anlatmak İskenderiye kütüphanesini dolduracak kadar bir alan ister. Ancak bu hikayedeki 2 kişi hikayenin tümü hakkında ciddi bir fikir verebilecek potansiyele sahiptir. Bu iki insanın yaptıkları; Rönesans, reform, aydınlanma süreçlerini hızlandırarak bilimsel ve endüstriyel devrime giden yolu kısaltmış, dünyayı Batının ayaklarına bir ganimet gibi sermeyi kolaylaştırmıştır. Bu ikilinin niyeti ne olursa olsun sonuç İslam dünyası açısından inkar edilemeyecek bir hüsran, Müslüman zihinlerin “Ne oluyor?” şaşkınlığıyla 800 yıllık uykudan uyanarak gözlerini ovuşturması ve hala daha ne olduğunu anlamaya çalışması, uyanık zihinlerin ise uyuyanları uyandırmaya çalışmadaki yer yer ümitsiz, yer yer hayranlık verici çabalarıyla sonuçlanmıştır. 


Kolay değil: Yüzlerce yıldır okunan 15 ciltlik bir tefsirin 12, 20 ciltlik bir fetva külliyatının 18 cildi nostaljik bir hal almıştır. O metinler artık içinde yaşadığımız reel dünyanın herhangi bir sorununu çözmekte veya herhangi bir olgusunu açıklamakta çok zorlanmaktadır. Gözlerini güneşe siper yapıp uzaktaki silueti seçmeye çalışan alimlerimizin bir kısmı ise yaklaşmakta olan cismi bir canavar zannetmiş, kendi gölgesine sığınmaya çalışan kitleleri boş yere korumaya çalışmıştır. Yarı karanlıkta duvara yansıyan ipliğin gölgesini yılan zanneden çocuk gibi davrananlar olmuş, hala aynı şekilde davranmaya devam edenler de az değil.


Tecdit, teceddüt, müceddit, reform, yenilik gibi kavramların doğmasına neden olan sürecin zihinsel boyutunu anlamamız şart. Aksi halde düşüncelerimiz bu kavramların sadece sözlük anlamları etrafında dönüp duracak, nedenlerini ve olup bitenlerin arka planını hiçbir zaman görmeyeceğiz.


Batı’da ne değişti? Nasıl değişti? Bu değişimin Müslümanların düşünce dünyasına etkileri ne oldu, nasıl oldu? Bugün için durum nedir? Konunun bizimle ne alakası vardır ve nasıl bir alakası olmalıdır? Evinde çay içen adamla bilimsel devrim ve felsefi düşüncedeki dönüşümün ilgisi nedir? Daha da önemlisi ve en önemlisiyse, Batı’da değişim ve dönüşüm anlamında hakikaten ne olduğunun ve nasıl olduğunun anlaşılmasıdır.


Descartes ve Newton neyi değiştirdi?

 

Aslında bu değişimi Descartes ve Newton kendi başlarına yapmış değillerdir. Yani bu insanlar herhangi bir cahiliye toplumuna gelmiş bir peygamber gibi birkaç on yılda o toplumun düşünce yapısını, duygu dünyalarını, yaşam tarzlarını, ahlaki anlayış ve davranışlarını komple değiştirmiş değiller. Ancak eserleriyle, söyledikleriyle, ilgilendikleri konularla ve geliştirdikleri yöntemlerle belirli bir dönüşümün belirli noktalarını teşkil etmişlerdir. Değilse onların da etkilendikleri kişiler, kullandıkları kaynaklar vardır. Bu da birkaç yüz yılı kapsayan bir süreçtir. Bu dönüşümün en kolay anlaşılan iki ismi ve sembolü olduğu için bu kişiler tercih edilebilir ve vitrine konulabilir. Bu dönüşüme aydınlanma da diyebilirsiniz, bilimsel devrim de diyebilirsiniz, başka bir isim de bulabilirsiniz.

 

Bu konuda Voltaire’e kulak verirsek; “Descartes, körlere görme kuvveti vermiştir. Bu kişiler, antik dönemin ve bilim dallarının hatalarını görmüştür. …Newton’un en büyük talihi ise tüm skolastik saçmalıkların yok olduğu bir dönemde doğmuş olmasıdır. Akıl artık eğitimliydi, dolayısıyla insanlık onun düşmanı değil öğrencisi olabilirdi.”1

 

Newton, bilim tarihçileri içinde fen bilimleri veya doğa bilimleri açısından da hakikaten hemen herkesin kabul ettiği bir dönüşümcüdür. Geleneksel fizik zirveye Newton’la çıkmıştır ve Newton’un paradigması ile kurduğu sistem 200 yıl kadar fiziğin temelini oluşturmuştur. Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematik Temelleri) adıl eseri de modern bilimsel yöntemin temellerini atmıştır. Böylece felsefe ve bilim arasındaki ayrım, bilimin felsefeden ayrılarak özgün bir disiplin haline gelmesi daha da hızlanmış ve kolaylaşmıştır. Gerçi Newton sistemini sıfırdan kurmuş değildir, çalışmalarında Kepler ve başkalarının da etkisi büyüktür ama geliştirdiği sistem önemli bir değişimi ifade etmektedir. Aynı şey Descartes için söylenebilir mi emin değiliz, bu konu tartışılabilir. Ama Newton tam bir devrimcidir, bu kesin.

 

Newton nesnelerin ve ayın düşmesini 1666 yılında düşünmeye başlar. Bu zamana kadar bu konularda Descartes’çı mekanik öz fikrine sahiptir. Bu görüş “ether” olarak isimlendirilir. Descartes’a göre ether, dünyanın çevresinde bir girdap gibi döner ve bu, ayı dünyanın çevresindeki yörüngede tuttuğu gibi ağır nesnelerin serbest bırakıldıkları zaman düşmelerine de neden olur. Diğer gezegenlerde de bu girdaptan vardır ve genel olarak güneşin etrafında da tüm gezegenleri kendi yörüngelerinde düzen içinde tutan büyük bir anafor vardır. Newton 18 yıl boyunca bu düşünceye inanıyordu. Ancak çalışmaları sırasında Descartes’ın haklılığını görmek için bir sınamaya girişti. Araştırmalar, hesaplamalar, sorgulamalar derken yüzyıllar boyunca Aristotelesçi gelenek içinde ele alınan ve Galileo sayesinde dönüşen “hareket” konusunu yeniden çalışmaya başladı. Bir süre sonra evrensel kütleçekim yasasına ulaştı ve böylece doğayı açıklamakla ilgili bütün Aristotelesçi, skolastik, ortaçağ ürünü yaklaşımlar geçerliliğini yitirdi.

 

Newton, yaptıklarıyla ilgili “Devlerin omuzlarına oturduğu için öteleri görebildiğini.” söyler. Kendinden öncekilere borcunu bu şekilde açıklar. Yine de bilim tarihinde Newton, kendinden öncekilerin basit bir devam ettiricisi olmadığı gibi sonrakilerin de sıradan bir öncüsü değildir. Yaptığı en önemli şey bulduğu yasalar veya fizik bilimine katkılarından ibaret de değildir. Onun asıl devrimi meselelere yöntem ve yaklaşım konusundadır. Newton bilgiyi metafizik kabuller ve afaki teorilerden çıkarıp somut ve deneysel bir hale getirmiştir. Bilgiyi nicel ve kesin kılmış, bazı ilkeler ortaya koymuştur. Bu da “bakış açısı” denilen şeyi, doğaya, bilime ve evrene, dolayısıyla insana yaklaşımı, son tahlilde de bilim ve düşünce dünyasındaki paradigmaları kökünden etkilemiştir.

 

Descartes ise felsefe tarihinde bir cins müceddit sayılabilir. Ortaya koyduğu yenilik eserlerinin içeriğinden çok çalışmalarının yöntemi ve meselelere yaklaşımıyla ilgilidir. Ona göre bir düşünür işe her şeyi silerek başlamalıdır. Başlangıç noktasında kullanacağı araç ise kuşkudur veya şüphedir. Bugüne kadar elde edilen hiçbir bilgiye güvenilmemelidir ve her şeyden şüphelenilmelidir. Bu tabii ki geçici bir şüpheciliktir. Sonra adım adım “Ben varım.”, “Ben düşünen bir varlığım.” gibi basit ama kesin önermelerle “Düşünüyorum, öyleyse varım.” aşamasından da geçerek kesin ve kalıcı bilgiye ulaşmaya çalışır. Bu yolda düalizmi benimser, yani beden ve ruh ayrılığını… Beden ve ruh (Ruh burada daha çok zihinsel yeteneklerin toplamı anlamındadır) birbirinden ayrıdır, beden sonlu ruh ise sonsuzdur. Ruh yani zihin gerçektir, ayrı bir melekedir. Beden olmadan da var olabilir. Dolayısıyla madde ve düşünce de ayrı ve bağımsız şeylerdir. İş nihayet “bilgi” konusuna gelir. 4 aşamalı bir yöntemi uygulamaya başlar. Birinci aşamada; doğru olduğundan kesin emin olunmayan hiçbir şeyi doğru kabul etmemek vardır. İkinci aşamada; incelenecek şeyler en küçük parçalarına kadar bölünmektedir. Üçüncü aşamada; bu küçük parçalardan yola çıkılarak karmaşık yapılara doğru giden tümevarımsal bir yol izlenir ve dördüncü adımda da varılan sonuç gözden geçirilir, kontrol edilir. Bu yöntem skolastik felsefeden, kilise etkisindeki metafizik teorilerden tam bir ayrılmayı içerir. Böylece modern felsefenin de temelleri atılmıştır.

 

Bu iki insanın gerçekleştirdiği devrimi veya dönüşümü tam olarak ihata etmemiz, bu değişimi her yönüyle açıklayıp izah etmemiz çok kolay bir iş değil. Her şeye rağmen bu insanların yaptıkları değişimin belirli noktalarını seçebiliyoruz. Ortada Sanayi Devrimine benzer bir süreç vardır. Sanayi Devrimi İngiltere’de başlamıştır. Buhar makinesi en yaygın örnek olarak kullanılır ancak bu makineden önce de buharla değil ama elle çalışan, basit makineler de olmayan komplike örgü makineleri vardır. Yine de buhar makineleri İngiltere’nin sanayisini ve ihracatını önemli ölçüde geliştirir. Zamanla sanayi devriminin ekonomik refah, işçilerin yaşamı ve kentsel dönüşüme olan etkisi derken dünyanın artık eski dünya olmadığı görülür.

 

Sonuçta sanayi devrimi denilen bir dönüşümü görebiliyoruz fakat bunun tam sebeplerini, niye İngiltere’de başladığını, aristokrasi ve burjuvazinin bu konudaki etkilerinin tam olarak nasıl olduğunu, neden Fransa’nın değil de İngiltere’nin bunu başarabildiğini ancak bir noktaya kadar açıklayabiliyoruz. Bununla birlikte tam olarak hangi sebeplerin sanayi devrimi gibi bir sonucu doğurduğunu tam olarak göremiyoruz. Bazıları kömür diyebilir ama kömürden ve buhar makinesinden önce de bazı etkiler var. Kimi tarihçiler veya düşünürler “ada ülkesi, kadim demokrasi anlayışı, aydınlanmış aristokratlar ve yüksek burjuva, bunların fabrika sahibi işadamları seviyesine çıkması, Fransızların bunu yapamaması” gibi pek çok teori öne sürmüşlerdir ama tam, kesin, objektif, herkesin onayladığı, her açıdan geçerli ve tutarlı, bütün nedenleri kendinde barındıran bir sebep bulamıyoruz.

 

Descartes ve Newton’un devrimi insanları nasıl etkiledi? 

 

Aslında insanların büyük çoğunluğunu etkilemedi ve hala da büyük çoğunluğunu etkilemiyor. Çünkü insanlar bu gibi etkiler karşısında istikrarlı bir tavır sergilemezler. Bir çeşit açılma-kapanma, yakınlaşma-uzaklaşma gibi gelgitli bir duruma bürünürler. 

 

Örneğin Newton, ışığın özelliklerini bilimsel yollarla kanıtlamak niyetiyle 16 farklı deney yapar. 8 tane aksiyomu sıralar, bunları çeşitli önermeler ve teorilerle eşleştirerek yaptığı deneyler ve yorumlarla bazı sonuçlara ulaşır. Örneğin renkleri farklı olan ışıkların kırılabilirlik derecelerinin de farklı olması, gün ışığının farklı derecelerde kırılabilir ışınlardan oluşması gibi bilimsel sonuçlara ulaşır. Ayrıca bu deneylerle beyaz ışığın aslında birçok renkten oluştuğu keşfedilir. Elde edilen tüm renkler aslında güneşten gelen ışığın içinde mevcuttur. Bunlar da kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi ve mor renkleridir. Renklerin ayrışmasının prizma kaynaklı olmadığı da bu deneylerle gösterilmiştir. Yani prizma, renkleri oluşturmaz sadece var olan renkleri ayrıştırır. Newton, bu çalışmasında ulaştığı tüm sonuçları da Optik isimli eserinde ayrıntılarıyla açıklar.

 

Newton’un ölümünden 22 yıl sonra doğan Goethe ise iyi bir edebiyatçı, şair, müzisyen ve siyasetçi olmasının yanında bir ressamdır da. Dolayısıyla o da renklerle ve ışıklarla ilgilenmektedir. Newton’un açıklamaları Goethe’yi tatmin etmemiştir ve o da kendince bir renk teorisi ortaya atmıştır. Bu teorinin temeli matematik veya bilimsel bir yönteme değil sanat felsefesine dayanmaktadır. Goethe kendine ait bir renk çarkı oluşturur ve renkleri tamamen kendisinin oluşturduğu ve “doğal sıralama” dediği bir sıralamaya göre bu çarklara yerleştirir. Çarkı incelediğimizde kırmızıdan başlayarak “güzel”, “asil” ve “iyi” kelimeleri sıralanır. Her kelime çemberde yer alan bir kısmı anlamlandırmak amacındadır. Sarı rengi, aydınlığa en yakın renktir, iyiyi temsil eder ve heyecan vericidir. Kırmızı renk çekicilik, itibar ve ağırbaşlılığı temsil eder. Mavi renk de soğuk bir etki yarattığı için negatif olarak değerlendirilebilir ve gücü temsil eder. Ayrıca ana renkler sadece mavi ve sarıdır, diğer tüm renkler bu ana renklerin farklı derecelerinden ibarettir. Goethe bu teorisini ispatlamak için de antik çağdan o güne kadarki renk teorilerini bir araya getirir, Newton’un teorisindeki bulgularla karşılaştırmalar yapar. Ancak sonuçta Goethe’nin yaptığı şey, bilimsel veya matematiksel bir temelden yoksundur. Felsefî ve sanatsal bir düzlemde değerlendirilmelidir. Çünkü kendi renk sıralamasında renkleri psikolojik temelde karakterize etmiş, kişilere bağlı kriterleri baz almıştır. Çalışmalarında da gözdeki sanal yansımalar, birbirini tamamlayan renkler ve renkli gölgeler üzerine yoğunlaşmıştır. Bunlar da fiziğin veya bilimin değil, resim sanatının ve sanat felsefesinin, estetiğin konularıdır.

 

Goethe’nin bu teorisiyle romantizm akımında bir hareketlenme, bir canlanma meydana gelir ve bu da bir çeşit anti-bilim dalgası oluşturur. Daha sonraları da Schopenhauer, Wittgenstein gibi isimlerle renk konusuna felsefi ve romantik yaklaşımlar artarak devam eder. Böylece renk, bilimsel olarak sadece laboratuvarlarda incelenir hale gelirken edebiyatta, şiirde, resimde ve felsefede ise bilimsel temelden yoksun bir şekilde zihinsel spekülasyonlara bağlı olarak ele alınır hale gelir.

 

Ayrıca çocuk felci aşısının 1960’larda uygulanmaya başlamasından bu yana ne kadar faydalı olduğunu hepimiz biliriz. Ancak son zamanlardaki akıl dışı bir akım olarak aşı karşıtlığı konusundaki yükselmeyi de biliyoruz ve bu nedenle onlarca yıldan sonra çocuk felci vakalarıyla yeniden karşılaşmaya başladık. Ancak hem eğitim oranındaki artış, hem çocuk felci aşısı gibi üzerinde spekülasyon yapmaya yer olmaması gereken açık bir olgu bile ortadayken yarım asır sonra insanlar yeniden irrasyonel davranmaya başlayabiliyorlar. 

 

Dolayısıyla gerek Newton gerek Descartes olsun, gerekse de bilim ve düşünce dünyasında yeni açılımlar geliştiren farklı isimler olsun, bu insanların yaptıkları şeyler, ortaya koydukları eserler çok hızlı ve muhteşem etkiler oluşturmuş, insanlığı kısa sürede aydınlatmış ve bir çırpıda mutluluk dolu zamanları getirmiş değildir. Yani bu insanlar esasında hem az sayıda insanı etkilemiştir hem de etkilenenler arasındaki etki süreci dalgalanma şeklinde olmuştur ve olmaya devam etmektedir.


Yazının birinci kısmı burada sona ermektedir. İkinci kısım yarın internet sitemizde yayımlanacaktır.


1 ) Voltaire, İngilizlere Dair Mektuplar, 1910. S: 110-115. (New York: The Collier Pres)