Zulüm, İmtihan ve Kibir
Soru: Yaşarken başımıza türlü musibetler gelebiliyor. Kimimiz iftiralara maruz kalıp çeşitli zulümlere uğruyor, kimimiz ağır hastalıklar geçirebiliyor, kimimiz terk edilebiliyor, kimimiz işten atılabiliyor. “Allah’ın mutlak adaleti ve rahmeti tecelli edecektir.” diye düşünmek ve arkasından hayattayken bu adalet ve rahmetin tecellisini görmeyi dilemek, bu arada söz konusu musibetler için “Başka bir açıdan bilemediğimiz hayırlara vesile oluyordur kesin.” deyip o günün gelmesini arzu etmek gündüz düşü sayılır mı? Ayrıca kendimiz için böyle tecellileri görmeyi istemek kibir sayılır mı?
Cevap: Bu soruya verilecek yanıt yaşanan zulmün mahiyetine göre değişir.
Örneğin, evli bir insan eşiyle tartıştıktan sonra eşi tarafından terk edilir ve arkasından “Yaptıklarına pişman olacak. Allah mutlaka onun belasını verecek. Bir gün kapıma gelip özür dileyecek.” gibi hayaller kurarsa bunlar hem boştur hem kötüdür. Şarkılar, şiirler, filmler böylesi bir ruh hâlini beslemektedir ancak bu ruh hâli sağlıklı değildir.
Ayrıca örnekteki gibi durumlarda zulme uğramışlık hissine kapılmak ve o hissi sürdürmek de doğru değildir, hatalıdır. İnsan böyle durumlarda “Evet terk edildim ancak acaba ben nerede hata yaptım? Allah onun belasını versin diye düşünüyorum ama acaba belayı hak eden ben olabilir miyim?” diye düşünürse büyük fayda görecektir.
Diğer yandan, bir insan gerçekten zulmen işten atılabilir. Maddi menfaat için zulme uğramış olabilir. Bazen akrabalar arası miras meselelerinde haksızlığa uğrayabilir, dışlanabilir. Bu tarz meselelerde de insan yine öncelikle istiğfar edip söz konusu süreçte “Benim ne gibi hatalarım oldu acaba?” şeklinde düşünüp meseleye bu şekilde bakabilirse ve ancak bu bakış açısı ve değerlendirmelerden sonra ve bu şartla “Allah’ın adaleti mutlaka bu dünyada veya ahirette tecelli edecektir.” cümlesini kurarsa en doğrusunu yapmış olacaktır.
Kur’an’da defalarca vurgulanan da budur. Müminlerin bununla teselli bulması beklenilir.
Bir insan veya bir grup size bariz bir şekilde zulmetmiş olabilir. Bu zulüm trafikte zorbalığa uğramanız da olabilir, sınavda hak ettiğinizin notun verilmemesi de olabilir, miras paylaşımında haksızlığa uğramanız da olabilir, iftiraya uğrayıp hapse girmeniz de olabilir.
Bu durumda Kur’an ve sünnetin şöyle düşünüp söylememizi istediğini ifade edebiliriz: “Ben bir şey demesem, beddua etmesem bile Allah bu zulmü zulmedende bırakmayacak, bu mazlumiyeti de bende sürekli kılmayacaktır. Muhakkak dünyada veya ahirette zulmedene bir ceza verecek ve beni taltif edecektir. Eğer o zulmeden insan pişman olup zulmünün verdiği zararı tazmin etmese bile uğradığım zulüm nedeniyle ben nihai bir zarara uğramayacağım. O zulüm bana erişmeyecektir.”
Meseleleri ahiret endeksli ve uzun vadeli düşününce bu hisse sahip olmak imanın en tatlı meyvelerindendir. Hatta bu his ve düşünce tam yerleşince insan bir açıdan dünyevi öfke duymaz hâle gelir. Uğradığı zulüm nedeniyle rahatsız olabilir, içinde o rahatsızlık hissini de duyabilir ancak kendini kaybedecek derecede bir öfke duymaz. Çünkü karşı tarafın helakini, zulmünün derecesine göre zalimin de zarara uğrayacağını veya toptan helak olacağını kesinlikle bilir. Hatta imanının kuvvetine ve derinliğine göre bazen kendi şefkatine ve gönül enginliğine de bağlı olarak zulmedene acıma hisleri duyabilir. Örneğin kendisine haksız yere tokat atan birisinin ahirette uğrayacağı zararı, kaybedeceği sevaplarını düşünüp ona şefkat edebilir. Tabii ki bu noktada şefkat hissinin uyanmamasının iman zaafına işaret ettiği söylenemez. Bu hissin uyanması imanın gücünü göstermesinin yanında kişinin mizacına da bağlıdır.
İnsan zulmün ve zalimin sonunu böyle bilince “Peki ben haksızlık ve zulmedersem ve Allah beni hem bu dünyada hem ahirette cezalandırırsa halim ne olur?” düşüncesine de sahip olur ve zulmetmekten korkar, titrer hâle gelir.
İki Hadis ve Çağrıştırdıkları
Efendimiz (sas) bir gün ashabına; “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sorar. Sahabe; “Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” diye cevap verir.
Efendimiz (sas); Ümmetimden asıl müflis şudur: Kıyamet gününde namaz, oruç ve zekât sevaplarıyla gelir, ancak ona buna sövmüş, şuna iftira etmiş, şunun malını yemiş, onu bunu dövmüştür. Sonra yaptığı iyiliklerinin sevabından bir kısmı şuna, bir kısmı diğerlerine (zulmettiği kimselere) verilir. Eğer kul haklarının tamamı ödenmeden iyilikleri ve sevapları tükenirse, alacaklıların günahları alınıp onun üzerine yüklenilir. Sonra da cehenneme atılır.1
Yine bir gün Efendimiz’e (sas) bir arazi anlaşmazlığı nedeniyle bir dava getirilir. Konu, muhtemelen bir sınır anlaşmazlığıdır. Efendimiz (sas); “Ben ancak bir beşerim! Bana davacılar gelir, huzurumda muhakeme olunursunuz. Ama bazıları bazılarından daha beliğ konuşur, delillerini daha iyi savunur, ben de onu haklı bulur ve lehine hüküm vermiş olabilirim. Ancak her kime bir Müslümanın hakkını vermeye hükmetmiş isem bu ancak ateşten bir parçadır. Onu (ister) üzerine alsın ister terk etsin.”2
Sahabe; Allah’a, Rasulüne ve ahirete tam inanmaktadır. Ahirette Efendimiz’in (sas) resmettiği bir tablonun gerçekleşme ihtimaline binaen durumun ciddiyetini anlamışlar ve kendi haklarından vazgeçmişlerdir.
Demek ki bir mümin, zalimin zulmünün yanına kalmayacağından emin olduğu kadar kendisinin de bir zalim olma, zulmetme durumuna düşmesinden uzak duracaktır.
Görmeyi İstemek
İnsanın hayatta iken zalimin zulmünün cezasını görmeyi istemesi meselesine gelince:
Efendimiz (sas) bir duasında; “Allah’ım! Borç altında ezilmekten ve zalimlerin (veya düşmanların) galebesinden sana sığınırım!” buyurmaktadır.3
Bir başka hadiste Efendimiz’in (sas) Allah’a sığındığı musibetler arasında “düşmanın şamatasından” yani düşmanların, zalimlerin sevinmelerinden, sevinçleri nedeniyle taşkınlık yapmalarından ibareleri de vardır.4
Yine Efendimiz (sas) “Allah’ım! Kulağımla, gözümle (veya kulağımdan, gözümden) beni yararlandır ve bunları bana mirasçı kıl. Allah’ım! Düşmanıma karşı bana yardım et ve intikamımın ondan alınmış olduğunu bana göster.”5 şeklinde dua etmiştir. Burada “düşman” kavramına Efendimiz (sas) açısından bakılınca kişisel bir husumet, kabaca oluşmuş bir düşmanlık anlaşılmamalıdır. Efendimiz açısından bakılınca buradaki düşmanlık, karşı tarafın zulmetmesidir çünkü Efendimiz (sas) ömrü boyunca gütmemiş, kişisel meselelerden dolayı kimseye beddua etmemiştir.
Dolayısıyla “Allah’ım, şu zalimin zulmünün bittiğini göreyim.” veya “Bu zalimin bana ettiklerinin karşılığı olarak çektiklerini göreyim.” gibi dualarda tek başına bir sakınca yoktur. Ancak baştaki ilke unutulmamalıdır. Yani bir insan zulme uğrasa da haksızlıkla karşılaşsa da öncelikle kendi hatalarına odaklanmalı, “Zalim ben miyim karşı taraf mı?” sorusunu sormalıdır. Tabii ki bu bakış ve özeleştiri insani meselelerde olmalı, yani beşeri ilişkilerden kaynaklanan sorunlarda geçerli olmalıdır. Ancak dini meselelerde bu soruların sorulmasına da özeleştiriye de gerek yoktur. Yani bir yerde müminler bir yerde kafirler var ise yahut bir yerde masumiyetleri açık insanlar diğer yerde zulümleri bariz insanlar var ise burada mazlumlara özeleştiri tavsiyesi vermenin de mazlumların hatayı kendilerinde aramalarının da bir anlamı yoktur. Hata aramak ve özeleştiri yapmak daha kişisel ve beşerî meselelerde olmalıdır.
Musibetlere Dair Üç İhtimal
Başımıza gelen bir musibet veya tahammülü zor meselelerde;
“Ben bunun hikmetini tam olarak bilmiyor ve göremiyorum ama madem ki yaşanıyor demek ki Allah takdir etmiştir. O hâlde;
- Ya hak etmişimdir. Geçmişte işlediğim bir günah, yaptığım bir haksızlık nedeniyledir ve inşallah o günahım bu çektiğim ile affediliyordur.
- Tam bilmediğim bir şekilde benim için hayırlara vesile oluyordur. Ya bir kabiliyetim terakki ediyordur ya günahtan korunuyorumdur ya da daha başka bir hayır vardır ama mutlaka bir hayır vardır.
- Bu sayede ahiretteki durumum/durumumuz güzelleşiyordur. İnşallah iman, ibadet ve tebliğ ile gitmeyi umduğumuz ve Allah’tan beklediğimiz cennette derecem/derecemiz artıyordur veya cehennemden kurtuluyorumdur/kurtuluyoruzdur."
Meselelere bu şekilde bakmak tam imandır ve imanın getireceği bir bakış açısıdır. Müminler meselelere böyle bakar.
Sebeplere Dair Bir Dipnot
Başa gelen musibetlerle ilgili olarak sebepler planında yapılması gerekenler yapılmalıdır. Sebeplere riayet yukarıda zikredilen bakış açısına aykırı değildir. Zikredilen bakış açısı insanı tembelliğe sevk etmemelidir. Çünkü bu bakış açısı içsel bir süreç, zihinsel ve kalbî bir değerlendirmedir. İnsanı harekete geçmekten alıkoyan bir yönü yoktur, olmamalıdır.
Örneğin, bir hastalığın giderilmesi için doktora gitmek de uygun ilaçları kullanmak da o hastalığı Allah’ın takdir ettiği, o hastalık vesilesiyle hastanın terakki ettiği ve ahireti adına fayda sağladığı hakikatlerine zıt olmayacaktır.
Yine bir zulmü daha baştan engellemeye çalışmak, mümkün olmuyorsa zulmü ortadan kaldırmak için çaba sarf etmek de önemlidir. Hatta bu konuda Efendimiz (sas); “Din kardeşin zalim de mazlum da olsa ona yardım et!” buyurmuş, bir adam “Ya Rasulallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zalimse nasıl yardım edeyim?” diye sorunca Efendimiz (sas); “Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir.”6 şeklinde cevap vermiştir.
Sonuçta, uğranılan musibetler ve zulümler karşısında bir yandan zihinsel ve kalbî olarak yukarıda zikredildiği şekilde düşünmek ve teselli bulmak zaten Kur’an’ın ve sünnetin emridir, tavsiyesidir. Bunların hiçbirisi gündüz düşüne girmez.
Gündüz Düşü Boyutu
Meselenin gündüz düşü sayılabilecek boyutunu iki örnekle ele alalım:
Birincisi; örneğin bir ilişkide terk edilen taraf baştaki örnekte söylendiği gibi “Yaptıklarına pişman olacak. Allah mutlaka onun belasını verecek. Bir gün kapıma gelip özür dileyecek.” gibi boş ve kötü hayaller kuruyorsa bu bir gündüz düşüdür.
İkincisi; bir insan zulmen işten atılmış ise ve atılan taraf bunu gerçekten hak etmemiş ise, bir hatası veya kusuru yoksa, işten atılan kişinin gönlü acıyınca işten atanın iflas ettiğini, dilenci durumuna düştüğünü, kendisine muhtaç hâle geldiğini düşünür ve zihninde bu tip filmler oynatırsa, bununla da tatmin oluyorsa bu da gündüz düşüdür.
Böylesi gündüz düşleri ilgili konuda dua etme enerjisini de azaltır. Bu tip gündüz düşleri görülmeye başlayınca o zihinsel filmi hemen durdurmak, o eğilimi kırmak gerekir. İnsan bu gündüz düşlerini kurmak yerine “Allah Teala bir şekilde bu konuda adaleti sağlayacak ve ben ebedi olarak mazlum kalmayacağım. Eğer Onun hikmeti müsaade ederse, dünyada koyduğu kanunlar çerçevesinde de o zalim yaptığını hem bu dünyada çekecek hem de ahirette cezalandırılacak.” demeli ve zararının bir şekilde karşılanacağını, tazmin edileceğini bilmeli, bununla yetinmelidir.
Enaniyet ve Kibir Meselesi
Zulme, haksızlığa uğrayan bir insanın zulmedenin cezalandırılmasını görme isteği her zaman kibir olmaz. Ancak yine dikkatli olmak lazımdır.
Allah Teala bizi yaratırken, bize benlik ve beyan gücü verirken, bizi beşer kılarken, bize “ene” emanetini tevdi ederken bu “ene” mekanizmasının bir özelliği insanın kendisini bir cins Firavun bilmesidir. Firavun bilme özelliği ise insanın kendisini her zaman haklı, her zaman çok kıymetli birisi olarak görmesidir. Böyle bir insan kendine hiçbir hata ve kusur yakıştıramazken yaptığı her şeyi de hikmetli ve kıymetli görür.
Bu durum imtihanın bir noktasıdır ve her zaman böylesi hisler olabilir. Örneğin insan namaz kılarken “Ne güzel namaz kıldım.” diye düşünebilir. Kendisi tesettürlü iken tesettürsüz birilerini görünce onları küçümseyebilir ve kendini değerli, üstün görür, o noktada batıp gidebilir.
Bu bağlamda dini konularda bir insanın kendisini bizzat kendisi olarak kıymetli görmesi veya bunun türevleri olarak “benim tarikatım, benim cemaatim, benim ırkım, benim milletim, benim takımım” gibi yine kendisine dönecek kıymet ölçüleri belirlemesi mümkündür.
Tabii bu noktada örneğin bir Türkün “Benim kavmim, yani Türkler kıymetlidir. Çünkü geçmişte İslam’a çok hizmetleri olmuştur.” deyip bir yandan “Benim kavmimin geçmişte şu tip problemleri de olmuştur.” demesi kavmiyetçilik veya ırkçılık sayılmaz. Dolayısıyla bu noktada bir şeyin kibir olması sırf kendisi olmasından dolayıdır. Yani “Türk, sadece Türk olduğu için diğer bütün ırklardan üstündür. Başka bir özelliğe ihtiyaç yoktur.” şeklindeki bir düşünce kibirdir. Yahut bir tarikat mensubunun bir başka tarikat mensubunun salih amellerini sırf başka tarikattan olduğu için riya olarak görmesi ve ifade etmesi de kibirdendir. Yine bir üniversite mezununun kendisini sadece üniversite mezunu olduğu için büyük görmesi ve lise mezunlarını aşağılaması da kibirdendir. Ancak kendisini uzmanı olduğu bir alanda herhangi bir işe layık görmesi ve bu noktada “Ben üniversite mezunuyum.” demesi kibirden olmayabilecektir. Sonuçta egoya dayalı, başka hiçbir kıymet ölçüsü olmayan durumlar kibirden sayılmalıdır. Bu manada kibir her zaman problemdir ve kişiyi direkt cehenneme götürme potansiyeline sahiptir. Çünkü kalbinde zerre kadar kibir olanın cennete giremeyeceği daha önceden zikredilen hadisle sabittir.
Bununla beraber, mazlumiyet itibariyle “Ben şu anda zulme uğradım ancak adalet mutlaka tecelli edecektir.” düşüncesinde tek başına hadiste yasaklanan türdeki bir kibir yoktur.
Ancak kibir her zaman ortaya çıkabilecek bir his olması nedeniyle hayırlı amellere bile sirayet edebilir. “Ben ne güzel sohbet ediyorum, ben olmasam insanlar bu sohbetleri dinleyemezler ve batıp giderler.” demek kibir olduğu gibi “Ben ne kadar kıymetli bir insanım, herkes boş işlerle uğraşırken ben ilimle meşgul oluyorum.” demek de kibirdendir ve insanı cehenneme doğrudan gönderir.
Bu nedenle insan kibre karşı her zaman teyakkuzda olmalı, kibir hisleriyle ekstra mücadele etmeli ve kendi kibri üzerinde ciddi çalışmalıdır. Çünkü kibir insanın her anında vardır. Fakirliğinde de zenginliğinde de, zalimliğinde de mazlumluğunda da vardır. Sonuçta kibir insanın kendisini ekstra değerli görmesi, başkalarından üstün zannetmesidir. Bu nedenle o zan veya o his ecel gibi her an başa gelebilecek bir hâldir. Ciddi bir imtihan, önemli bir kayma noktasıdır. Bu nedenle kibre karşı dikkatli olma çok önemlidir.
1 ) Müslim, Birr, 59; Tirmizi, Kıyamet, 2
2 ) Buhari, Ahkam, 29; Müslim, Akdiye, 3
3 ) Buhari, Daavat, 36
4 ) Buhari, Sahih, c. 19, Hadis no: 5871
5 ) Hakim, Müstedrek (Müslim’in şartına göre sahihtir.)
6 ) Buhari, Mezalim, 4; Tirmizi, Fiten, 68