Bir müslüman Allah'a kırılabilir mi?
Soru: Bazı olumsuz hadiselerden sonra daha fazla ibadet ve kulluğa yönelmemiz gerekirken, neredeyse Allah'a hiç yönelemediğimiz durumlar oluyor. Başına gelen musibetlerden sonra(bir yakının vefatı, maddi zorluklar, iş hayatındaki stresli durumlar vb) namazı terk eden/aksatan veya geçmişte sünnetleriyle birlikte eda ettikleri namazları sadece farzından kılan tanıdıklarımız var. Bu tarz tavırların sebebi Allah'a isyan olmasa da, Rabb'e karşı bir gönül kırıklığı olabilir mi?
Cevap: Aslına bakarsanız bir açıdan Allah’a karşı gönül kırgınlığı iyi bir şeydir. Zira ancak yakınlık hisseden kırılır, sadece sevenler küsebilir, yalnız ümidini bağlamış olanlar, inkisar-ı hayale uğrayabilir. Demek ki bu bu tarz sıkıntılarla boğuşan insanlar Allah’ı cidden sevmişler, O'nu kendilerine pek yakın hissedip, umutlarını da, başkasına değil O'na bağlamışlar ki; asıl kırgınlığı insanlara karşı değil, falan ve filan şeye karşı değil; bir tek Allah’a karşı duyuyorlar.
Gerçi, böyle bir duyguyu yaşamamış olanlara bu hal şaşırtıcı gelebilir, hatta bu durumun sebebi iman eksiği zannedilebilir. Bilakis bu durum, imanda bir derinleşmenin neticesidir, henüz sona varamamış olsa da…
Evet, ne mübtediler (işe yeni başlayanlar) ne müntehadakiler (belli seviyelerde manevi diploma almış olanlar) böyle hissetmez ama yola girip devam edenlerin neredeyse kesinlikle uğradıkları bir duraktır Allah’a karşı gönül kırgınlığı.
Böyle olumsuzlukların yaşandığı zamanlar dışında en çok dua ufkunda düşülür bu duruma. Çok istediğiniz, dünya ve ahiretiniz için hayır olduğuna emin olduğunuz ve çok da mümkün olabilecek bir şey vardır. Öyle bir şeyi isteyip de yoğun bir dua etme programı tatbik edip.. uğraşıp didinip.. bildiğiniz en etkili duaları, aklınıza gelen en verimli yer ve zamanlarda ettiğiniz halde.. defalarca ağladığınız halde.. istediğiniz verilmeyince de yaşarsınız öyle bir kırgınlığı.
“Ne olurdu ya Rabbim, Sana ne kadar kolaydı, 'ol' diye diyecektin olacaktı; bana ne kadar lazımdı, dilenciye sultanlık bağışlamış olacaktın. Neyin eksik olurdu ki..” gibi hislerle kırgınlık yaşanabilir.
Tekrar edelim, bu hal her ne kadar uzaklıkmış gibi görünse de aslında yakınlıktır. Kurb’a giden yolda bu’d televvünlü bir merhaledir.
Tatlı ve kolay bir lokma değildir bu hal; lakin Allah’a ulaşmanın, Allah için, Allah’a doğru lillah, ilallah, fillah çizgisinde ilerlemek için işe yarayan ve kişinin öz benliğini ezebilmesini sağlayan şeylerden biridir.
Böyle şeyler yaşanmadan kişinin benliği ezilmez. Benliği ezilmeden de insan, hayırlı zannederek yaptığı çoğu şeyi aslında kendi hesabına, şahsi düşüncelerle yapar;(1) yapar da hiç sevap alamaz; “her iki alemde hüsran içinde” ahirete ulaşmış olur.
Bu açıdan aslında böyle bir imtihan yaşayan kişiler; bu dünyada ihlasa, öbür alemde Cemal-i (vech-i) İlahi’ye ermenin önemli bir imtihanını yaşıyor olduklarını fark edip teselli bulabilirler.
Kişinin benliğinin ezilmesinin şu yollarından bahsedebiliriz:
1. Yukarda zikredildiği gibi; bir şeyi çok isteyip, dua edip, Allah’a yönelip yine de istediğini elde edememek,
2. Uzun yıllara yayılmış fakirlik, başarısızlık, insanların o kişiyi küçük ve değersiz görmesi gibi durumlara maruz kalmak,
3. Çok sevip meftun olduğu, kendisine karşı bir zaafı olduğu bir şeyi; arka arkaya çok defa elde edip kaybetmek. Mesela çocuk sahibi olmayı çok isteyen bir annenin her defasında çocuk sahibi olup 2-3 yaşlarına gelince çocuklarını kaybetmesi gibi,
4. Bir kişiye tam itaat etmek. Onun dediklerine eksiksiz riayetle, çok zaman geçirmek. Yunus Emre- Taptuk Emre örneğinde olduğu gibi.
(1) Burada belki bu ayetin ışığında bir yorum yapilabilir: “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Bakara suresi 216.
Her ne kadar bu ayet maddi savaşın zorluğu üzerine olsa da kendi nefsimizle verdigimiz savaşı da bu cümleden düşünebiliriz. Müminler kafirler ile savaşma yolunu tercih etmeseler ve onlara karşı İslamı savunmasalardı savaşın getirdiği zorluklarla başa çıkmak zorunda kalmayacaklardı ama kafirlerin hüküm sürdüğü bir hayata, onlarin boyunduruğu altında yaşamaya devam etmeye mecbur olacaklardı. Dolayısıyla sonrasinda Allahin lütfettiği Asr-ı Saadet devrinin gelmesi de mümkün olmayacakti. Biz de benliğimizle ve nefsimizle olan savaşı vermediğimizde içinden geçtiğimiz bir çok sıkıntılı zamanlar başımıza gelmeyecek, fakat nefse karşı verilen savaşın neticesinde elde edilen kalbî saadete de ulaşamayacak, nefsin ve benliğimizin hükümranliğini sürdüğü bir hayata evet demek zorunda kalmiş olacağız. Nasıl ki savaşta ölümler ve mal kayıpları gibi sonuçlar oluyorsa insanın da nefsi ile olan savaşta verdiği kayıplar olacaktır. Hiç namaza başlamayan birisinin sünnetleri bırakmıs olmaktan ötürü vicdan azabi çekiyor olmasi düşünülemez. Önemli olan nefis ile olan savaşa devam etmek. Muvakkaten kaybedilen mevzileri, savaşı büsbütün bırakmak icin bir sebep görmek yerine silkinip toparlanmaya vesile kılmak ve Uhud savaşında müslümanların toparlanması gibi bir toparlanışla tekrar savaşımızı lehimize çevirmeye çalışmak daha güzel olacaktır. Belki de böylesi tecrübeler ilerde gelmesi muhtemel daha büyük imtihanlara karşı bizi daha güçlü kılacak ve o gün verdiğimiz savaştan zorlanmadan çıkmamızı sağlayacak ve bugün bizim şer olarak gördügümüz bir şey hakkımızda daha hayırlı olmuş olacaktır. Allahualem.