9 dk.
28 Mayıs 2024
Allah'ı Bilmek | 1. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Allah'ı Bilmek | 1. Kısım

Soru: Muhyiddin İbnü'l-Arabî, Fahreddin Razi’ye yazdığı bir mektupta “Allah’ı bilmek varlığını bilmekten ayrıdır.” diyor. Bu ne demektir? Allah nasıl bilinip anlaşılabilir?

 

Cevap: Muhyiddin İbnü'l-Arabî (ra) hazretleri ile Fahreddin Razi (ra) çağdaştır. İbnü'l Arabi için sufi meşrep bir İslam düşünürü, Fahreddin Razi için de kelam, felsefe ve tefsir alanlarında çalışmalarıyla ünlü bir İslam alimi diyebiliriz. Bu mektup bağlamında Muhyiddin İbnü'l Arabi hazretlerini bir sufi Fahreddin Razi’yi de bir kelamcı sıfatıyla düşünebiliriz.

 

Tasavvuf ve kelamın Allah’ı bilmek ve tanımak noktasında farklı usulleri vardır. Tasavvuf geleneği Allah Teala’yı daha çok kalbi ve hissî bir duyuşla tanıyıp, O’nun varlığını ve birliğini kalp ve ruh aynasında müşahede etme amacındadır. Kelam ise daha çok nazarî bilgi, kavramsal analizler ve akıl yürütmeler sonucu ulaşılacak teorik çıkarımlar peşindedir. Elbette her iki geleneğin de kendine ait kıymetli ve önemli yönleri vardır. Ayrıca bu iki disiplinin temsilcileri birbirinden keskin çizgilerle ayrılmamış, birbirleriyle etkileşim içinde olmuştur. Dolayısıyla bir kelamcı olarak bilinen Fahreddin Razi’nin tasavvufla da ilgilendiği hatta bazı kelam meselelerini tasavvuf literatürünün yardımıyla izah ettiği bilinmektedir. Benzer şekilde tarihte kelam ilminin meseleleriyle ilgilenen Haris el-Muhasibi, Cüneyd-i Bağdadi gibi zirve isimlere rastlamak da mümkündür.

 

Bu çerçevede sufi meşrep olan İslam alimleri ile kelam alimlerinin birbirlerini eleştirdiklerine rastlamak mümkündür. Sufilerin kelamcılara yönelik eleştirilerinin temelinde kelamcıların yöntemlerini tek bir yöntem olarak kullanmaları ve başka yollardan/yöntemlerden faydalanmaya çalışmamaları, insanları da böyle bir faydaya çağırmamaları vardır denilebilir. Çünkü sufi meşrep alimlere göre Allah Teala sadece aklî çıkarımlarla, teorik açıklamalarla ve kavramsal analizlerle bilinip anlaşılamaz.

 

Bu bağlamda Muhyiddin İbnü'l Arabi, dostu olarak gördüğü Fahreddin Razi’ye bir mektup yazmış, mektubunda onun için övgü dolu ifadeler kullanmış ancak ona bazı noktaları hatırlatma ve yol gösterme ihtiyacı duymuştur.

 

Bu hatırlatmalardan bir tanesi ve belki en önemlisi, hatta diğer noktaların odak noktası da Allah Teala’nın bilinip tanınmasının hakikatte ne demek olduğudur.

 

İbnü'l Arabî bu konuda özetle şunları söylemek ister: “Allah’ı bilmek Allah’ın varlığını bilmekten ibaret değildir ve O’nu bilmek O’nun varlığını bilmekten farklı bir şeydir. Akıllar (dolayısıyla salt rasyonalist yöntemler) Allah’ı sadece var olması yönüyle bilebilir. Bu türlü bir bilme de ispat açısından değil selb (olumsuzluk) açısından bir bilmektir. Yani Allah’ın yokluğunun mümkün olmadığı, O’nun yokluğunun düşünülemeyeceği bilgisinden ve idrakinden ibarettir. Allah, aklın tefekkürü ve nazarıyla bilinmekten daha yücedir. O hâlde akıl sahibi bir kimse Allah’ı müşahede (sadece gözün değil, kalbin ve ruhun da Allah’ı görmesi) ile de bilmek istiyorsa kalbini teorik konulardan arındırmalı, kalbini Allah’ın bahşedeceği vehbî ilimlere açmalıdır.”

 

Kelam alimlerinin imani meselelere ve Allah Teala’nın varlığına, birliğine dair söylemleri İbnü'l Arabî gibi sufi meşrep alimleri tatmin etmemektedir. Çünkü kelam ilmi aracılığıyla kazanılan ilahi marifet tam, yetkin, olgun bir marifet ve eksiksiz bir kalp huzuru sağlamaktan uzaktır. Muhyiddin İbnü'l Arabî ise kendi yöntemini, yolunu ve meşrebini Allah Teala’yı tanıma, anlama ve bilme noktasında daha verimli görmektedir.

 

Allah’ı Bilmek Demek

 

Allah’ı bilmek sadece O'nun varlığını bilmekten daha öte bir şeydir. Bu durum aslında yalnızca Yüce Allah'ı bilmek için değil neredeyse her konu için geçerlidir.

 

Örneğin, “Mehmet Akif Ersoy’un ‘Safahat’ isimli bir şiir kitabı vardır.” demek Mehmet Akif’in Safahat adında bir şiir kitabının varlığını bilmeyi gösterir. Bu şiir kitabının varlığından haberdar olmak ayrı, Safahat’ı okumuş olmak ayrı bir husustur. Aynı şekilde Safahat’ı okumuş olmak da kendi içinde farklılıklar arz eder. Safahat’ı bir bütün olarak bazı kelimelerin anlamını bilip bazılarını bilmeden okumak ayrı bir husustur, bütün kelimelerin anlamlarını bilerek okumak ayrı bir husustur, bir şiir zevki ile okumak ayrı bir husustur, Mehmet Akif’in o şiirleri yazarken hangi şartlarda, hangi dertlerin bir ifadesi olarak yazdığını bilerek okumak apayrı bir husustur.

 

Aynı şekilde “Türk edebiyatında ilk realist roman hangisidir?” şeklinde bir sorunun cevabını “Araba Sevdası” olarak bilmek ayrı bir şeydir, Araba Sevdası romanını okumak ayrı bir şeydir, o romanı düz bir şekilde okumak ayrı, yazıldığı şartları ve edebî değerini bilerek okumak da apayrı bir şeydir.

 

Benzer şekilde Nuri Bilge Ceylan isimli bir yönetmenin var olduğunu bilmek ayrı bir şeydir, o isimle bire bir tanışıyor olmak ayrı bir şeydir, o ismin sadece filmlerini izlemek ayrı bir şeydir, o filmleri sanatsal veya felsefî arka planlarıyla birlikte izlemek, sinematografik açıdan da değerlendirebilecek ölçüde o filmlere hâkim olmak apayrı bir şeydir.

 

Yine benzer şekilde Che Guavera isminde bir figür vardır. Che Guavera hakkında farklı kesimler farklı duygu ve düşüncelere sahiptir. O kimilerine göre vatansever bir aksiyon insanıdır, kimilerine göre bir eşkıyadır. Bu konudaki doğru bilgilerle yanlış bilgilerin ayırt edilebileceği temel nasıl kurulacaktır? Objektif bir zemin nasıl inşa edilecektir? O figürün ismini duymak ve bu duymanın belli bir ideolojik süzgeçten geçerek bizlere ulaşması o kişiyi gerçekten tanıdığımız ve bildiğimiz anlamına gelmemektedir. O hâlde bilmek, bir şeyin veya kişinin sıfatlarını/özelliklerini doğru bilmekle de yakından ilgilidir.

 

Bir şeyi gerçekten bilmek, o şeyin gerçek özelliklerini doğru bilmekle ilgili olduğu kadar yeterince bilmekle de ilgilidir. Yeterince bilmek de hem olabildiği kadar ayrıntılarıyla hem de asıl gerekli gerekli olan yönleriyle bilmektir. Örneğin Hz. Ömer’in (ra) yanında birisi bir başkasını övgü dolu sözlerle zikredince Hz. Ömer bu adama övdüğü adamı tanıyan birini şahit olarak getirmesini ister. Orada bulunan birisi ayağa kalkarak bahsi geçen kişiyi tanıdığını söyler. Hz. Ömer de ayağa kalkan o adama o kişiyle komşuluk, ticaret ve yolculuk yapıp yapmadığını sorar. O adam yapmadığını söyleyince Hz. Ömer (ra) bu şahsa “Hayır, sen onu tanımıyorsun.” der.1 Burada bir şahsın bir başkasını hiç tanımaması değil, yeterince ve asıl gerekli olan yönleri itibariyle tanınmaması söz konusudur.

 

Bir örnek daha verelim. Kayıp bir kedinin bulunması için kayıp ilanı veren kedi sahibi ilana sadece “kayıp turuncu bir kedi” yazsa kedinin bir özelliğini doğru olarak vermiştir ancak o kedinin sadece turuncu renkli olma özelliğine bakılarak bulunamayacağı açıktır. Buradaki tanıma da kayıp kediyi arayacaklar için çok dar bir tanıma ve bilme olacaktır.

 

Meselenin epistemolojik olduğu kadar ontolojik yönü de vardır. Bu bağlamda denilebilir ki, bir şeyin varlığı sadece var olmasından ibaret değildir. Daha da genelde varoluş sadece var olmaktan ibaret değildir. Bir bilgisayara sahip olanlar için o bilgisayarın varlığı sadece var olmasından ibaret değildir. Birisi sahip olduğu bilgisayarla sadece oyun oynarken diğeri kod yazabilmekte, program yapabilmektedir. Bir başkası sadece film izlerken diğeri o bilgisayarda kitap yazabilmektedir. Bu insanların hepsinde bilgisayar vardır ancak aynı şekilde var değildir.

 

Bazen de tanıdığımız bir insanın sadece belli bir yönünü bilir ve o insanı o yönüyle tanırız. Örneğin o insan bizim için sadece bir matematikçidir. Çok iyi bir matematik bilgisi vardır. Buna ek olarak o insan aynı zamanda kabiliyetli bir şairdir ancak bu özelliğinden haberimiz yoktur.

 

İşte tüm bu örnek ve durumların Cenab-ı Allah'ı bilmeye ve tanımaya bakan yönleri de vardır. Şöyle ki:

 

“Allah vardır, birdir, her şeye gücü yeter, kâinatı ve insanları o yaratmıştır. Biz de O’na ibadet ediyoruz.” diye bilmek vardır, bir taraftan da “Allah birdir, her şeyin dizgini ve herkesin perçemi O’nun elindedir. O bütün kullarının dualarını ve kalplerinden geçen arzularını, hayallerini, kuruntularını en ince ayrıntılarına kadar bilir. Bir karıncanın rızkını karşıladığı gibi bir filin ve insanın da rızkını karşılar. Gezegenleri elinde çevirdiği gibi insanların kalplerini de evirip çevirir. Mahlukatına karşı son derece şefkatli ve merhametlidir. Ama aynı zamanda mutlak adalet sahibidir. Mahlukatını yaşatan da öldüren de O’dur, hastalara şifa veren de O’dur, günü geldiğinde ecellerini takdir eden de O’dur. Kullarını korkuyla, açlıkla, mallardan, canlardan ve kazançlardan azaltmakla imtihan eden de O’dur, kullarını daraltan da kalplerini genişleten de O’dur.” şeklinde ve daha ötesiyle bilmek ve tanımak vardır. Bazı insanlar bu manaların hiçbirisini bilmeden, anlamadan ve Allah'ı tanıdıkları düşüncesiyle yaşayıp gitmiş olabilirler.

 

Bazen de Allah Teala’yı tanıyıp bilmede ve başkalarına anlatmada O’nun bazı sıfatları öne alınırken bazı sıfatları geri planda bırakılabilir. Örneğin Allah Teala’nın merhamet ve şefkati vurgulanırken adaleti ve gazabı görmezden gelinebilir. Gerçi Allah Teala’nın rahmeti gazabını geçmiştir. O’nu kullarına sevdirmek adına merhamet ve şefkatini daha çok vurgulamak da güzeldir. Ancak meselenin dengesi adına insan Allah Teala’nın büyüklüğünü, celalini, azametini de unutmamalıdır.

 

Bu yönüyle de Muhyiddin İbnü'l Arabi hazretleri Fahreddin Razi’ye adeta şunları söylemiş olmaktadır; “Siz kelamcılar salt rasyonalist yöntemlerle Allah Teala’nın varlığını ve birliğini açıklama peşindesiniz. “Her şeyin bir ilk sebebi olması gerekir, hareket ettirilemeyen hareket ettirici” olarak Allah Teala’yı gösterirsiniz. İmkân ve hudus delilleri gibi delillerle O’nun varlığını ispatlamaya çalışırsınız. Ancak bunlar sadece kavramsal gerçekliklerdir. Kavramların asıl işaretleri ise kendilerinde değil işaret ettikleri şeyin zatındadır. O işaret edilen zatın bilinmesi için ise teorik akıl yürütmelerden çok dua, evrad gibi pratikler ve vehbî, manevi yahut kalbî tecrübeler gerekir. Allah Teala’nın isim ve sıfatlarını anlamanın, gerçekten idrak etmenin, tam olarak duyup hissetmenin yolu akıldan ziyade keşiftir, kalbî potansiyeli çalıştırmaktır. Çünkü Allah’ın varlığından ayrı olarak O’nun isim ve sıfatlarının tecellisini idrak etmenin yolu ancak budur.”

 

Bir sonraki yazıda Allah Teala’nın bilinip anlaşılması ile ilgili meselenin farklı boyutlarına değineceğiz.

 


 

1 ) Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 83.