Allah kullarına hakaret eder mi? | Tek Parça
Soru: Bazı ayetlerde neden hakaret ediliyor? “Onlar hayvanlar gibidir, hayvandan da aşağıdırlar.” gibi ayetler neden var?
Cevap: Kısa bir cevap vermek gerekirse Kur'an'da insanlara hakaret edilmez. Şimdi bu meseleyi detaylarıyla ele alalım.
Bizim dini geleneğimiz ve anlayışımız daha çok korku duygusuna ve muhafazakarlığa dayanır. Muhafazakarlık tanım olarak bir yandan geçmişle bağını sürdürmeyi diğer yandan da bugünün realiteleriyle uyum sağlayabilmeyi ifade eder. Ancak bizim burada söz ettiğimiz muhafazakarlık, geçmişte yaşamış insanların söylediği, kayıtlara geçen ve bir şekilde yerleşen yaklaşımı aynen sürdürmek demektir. Korkaklık kısmı da zamanla ilmin ve bilimsel gelişmelerin hız kazanmasıyla, pek çok şeyin bilimsel olarak açıklanabilir olmasıyla beraber üç yönde bunlara uyumsuzluk görüldüğü hâlde geçmişteki yaklaşımları düzeltmeye çalışmamak, bunların düzeltilmesinden korkmaktır.
Bu üç yön şunlardır:
Birincisi: Bazen geçmişte ifade edilen yanlış bir mana zamanla yerleşik ve yaygın hâle gelir, günümüze kadar bu şekilde ulaşır. Ancak bu mana Kur’an ve hadislerde ifade edilen asıl maksada aykırı veya onun kast etmediği bir manadır. Böylece Kur’an ve hadisin anlatmaya çalıştığı asıl mana unutulur. Bu tarz eksiklikler kesinlikle düzeltilmelidir.
İkincisi: Dil canlı bir olgudur ve sürekli değişir. Bir manayı ifade etmek için 200-300 yıl önce ifade edilen bir cümle veya kelime bugün için düz anlamıyla o gün ifade edilen manayı ifade etmez hâle gelebilir. 200 yıl önce bir kelimeden anlaşılan şeyler ve o kelimenin çağrışımları bugün farklılaşabilir. Hatta bazen bir kelime Arapçadan Türkçeye lafız olarak aynen aktarılabilir ancak anlamı aynen aktarılmamış olabilir. Türkçe içinde de zamanla anlam kaymasına veya anlam değişimine uğramış olabilir. Bu açıdan da önemli olanın mananın yansıtılabilmesi olduğunu kabul edip gerekli değişikliklerin yapılması elzemdir.
Üçüncüsü: İnsanların değer yargıları, önemsedikleri ve kabullendikleri şeyler de zamana ve şartlara bağlı olarak değişir. Bu anlayış ve yorum farklılıklarına göre Kur’an ve hadisin asıl yorumunu değiştirmek hata olacaktır. Fakat o asıl yorumu o hâlin, o şartların anlayışına göre yeniden ifade etmek doğru olacaktır. Bu da bazen ihmal edilen ancak önemli bir husustur.
Bu üç meselenin dışında bir de genellikle şöyle bir çelişki karşımızda durmaktadır: İnsanlar Kur’an ile meşgul olurlarken Kur’an ahlakını ve Efendimiz’in (sav) ortaya koyduğu ahlak prensiplerini, emir ve tavsiyeleri dinlemeyebilirler. Temizlik malzemeleri satan bir dükkan sahibinin kendisinin ve dükkanının çok pis olması gibi bir durumdur bu. Temizlik malzemesi alıp temizlenmek isteyen bir insan da o dükkana gelince hiçbir şey almadan geri dönüp gidebilir.
Ya da mesela Kur’an ve hadislerde geçen müsamaha, yumuşak huyluluk, güzel sözlerle konuşma ve anlatma konularındaki ayet ve hadisleri insanlara bağıra çağıra, hakaret ederek anlatırsanız orada bir uyumsuzluk var demektir. Bu konular dışındaki hususları da bu üsluplarla anlatırsanız yine uyumsuzluk var demektir. Söyledikleriniz ve anlattıklarınız doğru olabilir. ancak aktardığınız mana yanlış olacaktır. Çünkü size yansıyan o kabalık ve seviyesizlik Kur’an ve hadislerden yansımış olamaz. Çünkü bu konudaki temel prensip Allah Teala’nın “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel, en uygun yöntemlerle tartış, konuş, mücadele et!”1 emridir. Buradaki hikmet, ayet ve hadislerin anlamlarının bilinip benimsenmesinden tutun İslami ilimlere, oradan modern pozitif bilimlere kadar uzanan geniş bir alanı içine almaktadır. Güzel öğüt zaten kabalık ve seviyesizliği kaldırmaz. En güzel yöntemlerle tartışıp konuşmak da mantık kaidelerine riayet etmeyi, ibareleri birbirine mantık ölçülerinde bağlamayı, üslubun düzgün ve karşı tarafça kabul edilebilir olmasını gerektirir. Kur’an ve hadislerdeki hakikatleri anlatırken insanlara hakaret eder bir tarzda anlatırsanız, o hâlde siz bu ayetin “Rabbinin yoluna çağır.” kısmına uymuş olursunuz ama “Hikmetle, güzel öğütle çağır ve en uygun, en güzel yöntemlerle tartış.” emrine uymamış olursunuz. Dolayısıyla o hakikatleri de eksik aktarıyorsunuz demektir.
En’âmlar Gibi Hatta Daha Şaşkın Olanlar
Gelelim ilgili ayet-i kerimeye.
Bir önceki ayet “Kendi hevasını ilah ittihaz edeni, kendi hevasını, heveslerini her şeyin önünde tutanı, onlara adeta taparcasına düşkün olanı gördün mü?”2 şeklindedir.
“Hayvanlar gibidir” ibaresinin geçtiği bir sonraki ayet ise “in hum illâ kel-en’âm(i) bel hum edallu sebîlâ”3 yani; “Onlar en’âm gibidirler. Hatta onlardan daha fazla şaşkınlık içindedirler.” şeklindedir.
Bu ayetteki “Ke” edatı benzetme edatıdır.
En’âm kelimesini direkt “hayvan” olarak çevirmek ise yukarıda anlatılan hususlar çerçevesinde zahmetli bir mesele olarak karşımızda durmaktadır.
Öncelikle, her kelimenin duygusal çağrışımı her dilde aynı olmaz. Örneğin İngilizce’de “dog” kelimesi Türkçede “köpek” veya “it” olarak karşılanır. İngilizcedeki dog, Türkçedeki köpek veya it kelimelerindeki kadar olumsuz çağrışıma sahip değildir. Dolayısıyla “eating your own dog food” yani kendi ürettiğini kullanma, kendi elinin emeğini yeme ve ondan faydalanma anlamlarına gelir ancak bire bir çeviride “kendi köpek mamasını yemek” denildiğinde Türkçede farklı çağrışımlar olacaktır. Aynı şekilde “topdog” kavramı İngilizcede yönetici, patron anlamlarında kullanılır. Türkiye’de bir şirketin en tepesindeki insana “üst köpek” derseniz hakaret etmiş olursunuz.
“Hayvan” kelimesi Arapçada “canlı” ve “diri olan” anlamlarına gelir. Cansız olmayan her şeyi içeren bir kavramdır. Türkçeye geçtiği hâliyle “İnsan konuşan bir hayvandır.”, “İnsan düşünen hayvandır.” gibi ibarelerde de hayvan kelimesi canlılığı ifade eder. Yani bu ibareler insanların hayvanlardan ve diğer canlılardan farklarıyla ilgilidir.
Burada önemli olan “hayvan” kelimesinin bazı dillerde ve bazı durumlarda herhangi bir hakaret çağrışımı içermeyecek şekilde “canlı” anlamına gelmesi ancak Türkçede kendiliğinden hakaret anlamında kullanılmasıdır.
“En’âm” kelimesi nimet kelimesiyle aynı kökten gelir. Özellikle de insanların beslediği, faydalandığı koyun, keçi, inek, deve gibi hayvanları ifade eder. Bu tür hayvanlarla insanlar arasında bir ünsiyet olduğu açıktır. Yani kelimede kendiliğinden sevgi ve şefkat çağrışımı mevcuttur. Bugün insanların çoğu evlerinde bu hayvanları beslemedikleri için örneğin koyun sahiplerinin koyunlarına karşı duydukları şefkat ve sevgiyi anlamıyor olabilirler. Bu çerçevede “En’âm” kelimesine insanların evlerinde severek besledikleri kedi, köpek vb. evcil hayvanlar için kullanılan İngilizce “pet” kelimesidir. Bu yönüyle de ayeti direkt “onlar hayvan gibidirler” şeklinde çevirmek en’âm ile insanlar arasındaki sevgi ve şefkat bağlantılarını atlamış, ihmal etmiş olmaktadır. Bu da manayı yanlış aksettirmektedir.
Türkçede bir insana “kedi” demekle hakaret etmiş olmazsınız. “Köpek” demekle hakaret edilmiş olunur ama yine hakaret olarak kimseye “evcil köpek” denilmez.
Demek ki “Onlar hayvanlar gibidir.” ibaresi kendi orijinal haliyle ele alınınca “Onlar en’âm gibidir.” olacak, en’âm’ın anlamına göre ise “Onlar birlikte yaşadığınız, kendilerinden faydalandığınız koyunlar, kediler gibidirler.” şeklinde bir anlama gelecektir.
Bu yönüyle ayet şu anlamı da içermiş olur: “Evet, biyolojik özellikler açısından hevasını her şeyin önünde tutanlarla en’âm olanlar canlıdır, canlı sınıfındandır. Ama en’âm, şuur eğitimi, manevi terakki, psikolojik gelişim yolunda bir çaba sarf etmezler ve bundan uzaktırlar. En’âm, bir yönüyle sevimli ve faydalı varlıklardır. Onlar da doğar, büyür, beslenir, ürerler, bir barınakları vardır. Hayatları bundan ibarettir. Heva ve hevesine düşkün olan, heveslerini, kişisel çıkarlarını, dünyayı kazanma kaygısı ve yaşama şehvetini her şeyin üstünde tutanların da hayatları bundan ibarettir. Onlar da bir cins şaşkınlık içindedirler, onlar da sadece doğar, büyür, beslenir, barınır, ürer ve ölürler. Manevi terakki adına bir kaygıları yoktur. Sahip oldukları nimetleri Allah’tan bilmezler. Teorik olarak böyle olduğunu söyleseler bile şuurları buna taalluk etmez. Sadece kendi arzularını tatmin etme peşinde yaşarlar ve ölürler. Başka bir dertleri yoktur.”
Sapkınlık ve Dall
Şimdi ayetteki “dall-(e)dall” kelimesine gelelim.
“Dall” kelimesi sözlüklerde “Hüda” kavramının zıddı olarak geçer. Hüda ise hidayet, doğru yolu bulmak, o yoldan gitmek ve istenilen sonuca ulaşmaktır. Örneğin çölde bir yerden bir yere gideceksinizdir. Bir rehber eşliğinde veya yolu bilerek gidiyorsanız, sonuçta da istediğiniz yere ulaşmışsanız hidayet üzeresiniz yani doğru yol üzerindesiniz demektir. Hedefe ulaştırmayacak diğer yollar ve durumlar ise “dall” durumlarıdır.
Bu kelimenin de “sapık, sapkın” şeklinde kullanımı ve öyle çevrilmesi doğru bir tercih değildir. Geçmişte “dall” kelimesine sapık anlamı verilmiş olabilir ve o dönemde kelime hakaret anlamında kullanılmıyor da olabilir. Ancak günümüzde sapıklık kavramı ve “sapık” kelimesi ciddi bir hakaret anlamı içermektedir.
Mesele sadece kelimenin hakaret anlamı içermesi de değildir. “Sapık” şeklinde bir çeviri Kur’an’da farklı ayetlerdeki “dall” kelimesinin kullanımına da uygun değildir. Örneğin Efendimiz’e (sav) hitaben de bu kelime kullanılır. Allah Teala, Efendimiz’e (sav) hitaben “Ve vecedeke dâllen fehedâ” “Rabbin seni dall iken bulup hidayete ulaştırmadı mı?”(4) buyurur. Bu durumda Efendimiz (sav) için o hakaret çağrışımı yapan kelimeyi kullanmak zaten yanlış hem büyük bir yanlış olacaktır. Çünkü ayette kastedilen “Sen hakikate ulaştıracak bir yol arayışında idin de Rabbin seni bu arayıştan ve o yola uzak kalmaktan kurtarıp doğru istikamete yönlendirdi.” şeklinde bir manadır.
Dolayısıyla “Hâdi” yani hidayete ermiş olan, gideceği yolu bilen, seçtiği yolun gereklerine tabi olan, o yolda yürüyüp istediği doğru hedefe ulaşmış olan demektir. Bu durumda o yolu hiç bilmeyen, o yola girmemiş kişilere “dall” denilebileceği gibi o yoldan çıkan, o yolu terk eden, o yolu hiç seçmeyen kişilere de “dall” denilir.
Örnek verelim. Bediüzzaman 1. Dünya Savaşından sonra bir arayış içine girer. Bunu da kendisi şu şekilde ifade eder: “"Kırk elli sene evvel, Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikatü'l-hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi… Sonra, hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı, câzibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbânî de ona gaybî bir tarzda 'Tevhid-i kıble et' demiş. Yani, 'Yalnız bir üstadın arkasından git' O çok yaralı Eski Said'in kalbine geldi ki: 'Üstad-ı hakikî Kur'ân'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur" diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu mânevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti… Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur'ân'ın dersiyle, irşadıyla hakikate bir yol bulmuş.”(5)
Yani Bediüzzaman hazretleri de kendi seviyesi içerisinde bir çeşit “dall” durumu yaşamış sonra da “hakikate bir yol bulmuş” dediği durumlarda hidayetle tanışabilmiş, yani hangi yola gireceğini, nasıl bir usul takip edeceğini, neye göre ve nasıl davranacağını anlamıştır.
Şah-ı Nakşibend hazretlerinin hayatının bir döneminde de Kur’an’daki anlamıyla bir “dall” durumu vardır. Hazret de kendi dönemindeki musiki, raks gibi tasavvufi uygulamaları manevi gelişim yolu olarak kabul etmemiş ancak nasıl bir yol üzere gideceğini de tam bilememiş, böyle bir “dall” içinde iken bir takım manevi deneyimler sonucu kalp zikri ve diğer esaslardan oluşan bir yol bulabilmiş, dolayısıyla hidayete erdirilmiştir.
İmam Gazali de gençliğinin bir döneminde hakikat yolunu aradığını, o dönemdeki grupların hangisinin hak olduğunu bilemediğini, konuyu araştırdığını, hatta bir ara bunalıma dahi düştüğünü, sonunda Allah Teala’nın kendisini bu dertten kurtarıp hidayete ulaştırdığını söyler.
Bu bağlamda Efendimiz de (sav) nübüvvetinden önce bir arayış içindedir. O dönemde hakikate ulaştıracak haniflik gibi yollardaki bazı eksiklikleri görüyordur ancak bir yol olması gerektiğini de düşünüyordur. Bu yolu tam manasıyla bilip seçemiyordur. Buna da “dall” denilir.
Dolayısıyla “dall” kelimesi yolunu bilememiş, bulamamış, ilerleyemeyen, seçemeyen anlamlarında kullanılabilir.
Bu durumda da ayetin meali “Onlar heva ve heveslerine uyma bakımından sizin evcil kedileriniz veya koyunlarınız gibidir. Hatta hakikate ulaştıracak bir yol bulamama, seçememe, o yolda olmama açısından durumları daha kötüdür, kaybolmuş gibidirler.” şeklinde olmalıdır.
Siz evcil hayvanlarınızdan özel bir vefa beklemezsiniz. Onlardan yumuşak huyluluk, hâlden anlama, tevazu, empati, manevi terakki anlamında kendini geliştirme gibi şeyler beklemezsiniz. Ancak karşılıklı ilişkiniz, sevginiz ve şefkatiniz devam eder. Dünya hayatı içinde de sizin durumunuz, vahiy olmadan, vahyin getirdiği iman prensiplerinin ortaya koyduğu hedefler ve çalışmalar olmadan onlara benzeyecektir. Yine bir şekilde yaşarsınız fakat yaşantınız o sevimli kedilerin ve koyunların hayatı gibi olacaktır. Onlar yiyeceklerini yedikten sonra bütün ihtiyaçları karşılanmış gibi mutlu olurlar. Fakat sizin latifelerinize ve mahiyetinize uygun olan bu değildir. Bu manada onların bazı açılardan sizden daha rahat gibi gözükmesine de imrenmeyin. Sizin bir aklınız var. Geçmişin pişmanlıkları geleceğin kaygıları sizi her taraftan kuşatmıştır. Karnınızı doyurmakla, barınmakla, üremekle her ihtiyacınız karşılanmış olmaz. Vahye kulak vermezseniz hâliniz maddi açıdan, biyolojik açıdan o evcil hayvanlar gibi olacaktır hatta şaşkınlık, yol bilmeme açısından ve sahip olduğunuz manevi donanımlar nedeniyle manevi olarak daha kötü bir durumda olacaksınız.
Çevirilerdeki Tercihler ve Ciddi Bir Hatırlatma
Kur’an “Onların, Allah'ın dışında, yalvardıkları, değer verdikleri şeyler konusunda yakışıksız sözler söylemeyin. Sonra onlar da bilgisizlikleri sebebiyle sınırı aşıp Allah hakkında ileri geri konuşmasınlar.”(6) buyurur.
Şuuru açılmamış, duygusal ve zihinsel kabiliyetlerinin en alt seviyelerinde bulunan, duygu ve düşünceleri henüz mekanik seviyede olan insanlar arasında başkalarının söz ve hareketlerinin, hatta duygu ve düşüncelerinin ayna görüntülerini tekrar etme temayülü vardır.
Mesela bir insanla konuşurken “Sen burada sesini yükselterek biraz kabalık ettin. Bunu bırakır mısın?” dediğinizde o da size “Sen de falanca yerde kabalık etmiştin.” diyebilir.
Hatta bir hadis-i şerifte “Kişinin kendi anne babasına sövmesi, kötü söz söylemesi (veya lanet etmesi) en büyük günahlardandır.” Buyrulur. Sahabi efendilerimiz “Ya Rasulallah! İnsan kendi anne babasına hiç söver mi?” deyince de Efendimiz (sav): “Evet. Tutar, birinin babasına söver, o da onun babasına söver. Birinin annesine söver, o da onun annesine söver” buyurur.(7)
Bir tartışmada veya konuşmada haklı olup olmamak başka bir şeydir. Ancak siz tartışma sırasında böyle bir kapı açarsanız karşı taraf da o kapıdan içerir girer ve sizin yaptığınızı size yapar.
İnsanlar arasında bazı dokunulmazlıklar meselesi de önemlidir. Siyer kitaplarında nakledilen bir olay vardır. Medine’ye hicretten sonra bazı müşrikler Efendimiz’in (sav) akrabalarının mezarlarının açılarak kemiklerinin çıkarılmasını, kırılıp ezilmesini teklif ederler. Kemikler acı çekmez, bunu herkes gibi müşrikler de bilir. Bu uygulama yaşayan kişiyi, ölünün hâlen yaşayan bir yakınını incitmek içindir. Ancak orada aklı başında olan bazı müşrikler bu teklife karşı çıkarlar ve “Hayır, bunu yapmayın. Çünkü siz bunu yaptığınız için onlar da bizim akrabalarımızın mezarlarına aynısını yaparlar.” diyerek konuyu kapatırlar. Böyle bir şeyi müşrikler yapsaydı Efendimiz (sav) misilleme olarak aynısını yapmazdı. Onun böyle bir çirkinliğe tevessül etmeyeceğinden eminiz. Ancak öyle bir kapı açılınca başkalarının da bunu yapabileceği düşüncesi müşrik de olsa, Efendimiz (sav) gibi bir Nebiyi inkar etse de başka meselelerde sağlıklı düşünebilen her insanın aklına gelebilecek bir realitedir.
Bir insanın saygı gösterdiği şeyin değeri o kişinin değerine bağlıdır. Bu aynen şunun gibidir: Kültür konularıyla ilgili birçok ülkenin kültür bakanlarının katıldığı uluslararası bir toplantı yapıldığını düşünün. Katılan ülkelerin kültür bakanlarına gösterilecek saygı ve itibar o ülkenin büyüklüğü, kültüre katkısı gibi değişkenlere bağlı olacaktır. Yani bir kişinin değer verdiğine değer verme manası o kişinin kendisine değer verme anlamını taşır. Yoksa silsilede kopukluk oluşur. Evet, karşılaştığımız bir insanın anne babasına sövmemeliyiz çünkü o insan üzülür. Ama o insan yüzünden anne babasına sövmeyeceksek o insana da sövmemeliyiz, kötü sözler söylememeliyiz. Bu açık ve anlaşılır bir durumdur.
Diğer taraftan bir başka ayette “Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler. Cahiller onlara sataşırsa, “selâm!” der geçerler.”(8) Buyrulur. Burada “selam” deyip geçmek illaki selam vermek, selam kelimelerini kullanmak değildir. Cahiller güruhuna onlarla aynı seviyede karşılık vermemektir esas olan. Onlarla irtibatı sadece selam vermek ile sınırlı tutmaktır.
Bu iki ayeti yan yana getirip düşünelim ve Firavun'a giderken Hz. Musa’ya (as) emredilen “Ona kavl-i leyyin ile, yumuşak bir tarzda hitap edin”(9) ayetini de ekleyelim.
Bu üçünü birleştirince Kur’an’ın herhangi bir insana, kişiye, gruba “Sizler hayvan gibisiniz, hatta daha sapıksınız.” gibi ibareler kullanması kendisiyle çelişmesi olacaktır. Bu nedenle Kur’an’daki bu ayeti okuyanların veya muhatapların hakaret olarak algılayacakları bir şekilde tercüme etmek makul değildir. Böyle çeviriler aynen temizlik malzemesi satan ancak kendileri ve dükkanları kir içinde olan insanlar gibi bir durum ortaya çıkarır.
Başka ayetlerin çevirilerinde de “hakaret” tarzında anlaşılabilecek durumlar buna kıyas edilebilir.
1 ) Nahl, 125
2 ) Furkan, 43
3 ) Furkan, 44
4 ) Duha, 7
5 ) Mesnevi-i Nuriye, Mukaddeme, 1. Nokta
6 ) En’âm, 108
7 ) Buhari, Edep, 4; Müslim, İman, 146; Tirmizi, Birr, 4; Ebu Davud, Edep, 120
8 ) Furkan, 63
9 ) Taha, 44