Atalarının toplumların hidayeti üzerine etkisi
Soru: Kur’an, ataları uyarılmamış bu yüzden kendileri de gaflet içerisindeki bir kavme indiğini söylüyor (Yasin, 6). Bu durum ataların, insanların hidayetleri üzerindeki paylarının çok fazla olduğunu göstermez mi? Bu etkinin çok fazla olması halinde insanlar bu etkiyi kırıp hidayet mesajını nasıl kabul edebilecekler ya da hakikati nasıl bulabileceklerdir?
Cevap: Öncelikle Kur’an’a göre uyarılma iki şekilde gerçekleşir:
Birincisi, bizzat vahiyle, yani bir kavme, bir topluma peygamber gelmesi, o toplumun peygamber vasıtasıyla uyarılması şeklinde olur.
İkincisi, Efendimiz’den (sav) sonra peygamber gelmeyecektir. Ancak peygamber varisi niteliğine haiz, şuuru ötelere açık bir takım âlimlerin belli yöntemlerle o vahiy şuurunu aslına uygun bir şekilde insanlara veya topluluğa yeniden benimsetmesiyle o insan veya topluluk kendisi ve ataları uyarılmış hale gelebilir.
Yasin suresinin 6. ayetinden anlaşılan düz mana ise şudur: Bir kavmin veya topluluğun atalarının yukarıda anlatılan yollardan birisiyle uyarılmaması, kendilerinin de uyarılmadığı anlamına gelecektir. Yani bu toplulukta ne bir peygamber mesajı vardır ne de o mesajı orijinal tazeliğiyle kendilerinden sonraki nesillere aktaracak salih insanlar bulunmaktadır.
Bu da bizi toplumların içlerinde bulundukları durumun geçmişleriyle son derece alakadar olduğu sonucuna götürmektedir. İşin bu kısmını biraz daha açalım. İnsan bu dünyaya büyük ölçüde boş bir zihinle gelir. Bizler insan olarak aynı zamanda fiziksel bir kütleyiz ve bu yönümüzle fizik kanunlarına tâbiyiz. Biyolojik bir canlı olarak da biyolojik kanunlara tâbiyiz. Bu nedenle omurgalılar sınıfından memeli hayvanlar gibi türlerle biyolojik açıdan benzeyen yönlerimiz vardır. Bunun sonucu olarak doğuştan bir takım içgüdülere sahibizdir ancak bu içgüdüler dışında büyük ölçüde boş bir zihinle doğarız. Bununla birlikte her insan yaşamı boyunca tüm insanlığın keşiflerini yeniden gerçekleştirmez. Allah-u Teala bizim türümüze çocukluğumuzda ve erken gençliğimizde gördüklerimizi çabukça ve pek sorgulamadan benimseme kabiliyeti vermiştir. Konuşmayı, okumayı ve yazmayı, yürüme ve benzeri hareketleri, basit aletleri kullanmayı, sosyal açıdan gerekli olan pek çok şeyi olduğu gibi dili ve dilin içindeki mantığı da çevremizdeki şeyleri taklit etme yeteneği sayesinde öğreniriz. Elbette ki çocukların çevrelerinde gördüklerini çabuk ve sorgulamadan benimsemelerinde büyük hayırlar vardır. Bu olmasa her birimizin ateşi, ateşin yakıcı olduğunu, hastalanınca nasıl tedavi olunacağını ve benzeri pek çok şeyi baştan keşfetmemiz gerekecekti. Dolayısıyla insanın çocukluktan hatta bebeklikten itibaren sosyalleşerek öğrenme kanunu pek çok yönüyle hayırlıdır.
Diğer yandan yine bu kanunun insanları getirdiği şöyle bir durum da vardır. Eğer bir toplum hakikatten önemli ölçüde uzaklaşmış ise o toplumda doğan çocuklar da aynı şekilde hakikatten sapmış/uzaklaşmış halde büyüyeceklerdir. Bu olumsuz görülen durumun kanunlar açısından iki alternatifi vardır: Çocuklar ya melekler gibi sadece doğru ve hayırlı olan şeyleri yapacak şekilde doğacaklardır -bu ise insanın diğer canlılardan ayrı bir tür olarak yaratılması mantığına/hikmetine ters olacaktır- ya da bu çocuklar hiçbir şey öğrenmeyeceklerdir -bu da öncekinden çok daha fazla zahmetli bir durumdur-. İnsanlar sonuçta insan olarak yaratılacaklar ve pek çok şeyi sosyalleşerek öğrenebileceklerdir. Bu da bizleri, onların ana ve babalarında olan iyi ve faydalı ya da kötü ve sorunlu unsurları benimsemeleri gibi bir duruma getirmektedir.
Eğer ana-babalar ve tüm toplum geri dönülemez şekilde bozulmuşsa, Hz. Nuh’un “Ya Rabbi” Yeryüzünde dolaşan bir tek kafir bile bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar; sadece facir (kafir veya günahkar) kimseler doğururlar." duasında geçtiği şekilde bir durum oluşacaktır. (1) Tabii ki hiçbir çocuk ahlaksız ve kafir ya da günahkar olarak doğmaz ama o çocuğun içine doğduğu toplumda eğitim çok sabitse, kötülüğün yayılması kemikleşmiş bir durumsa; o çocuk da ailesinden ve çevresinden aldığı eğitimle her türlü şerri, günahı, zulmü oldukça normal görerek büyüyebilir ve zihni de hakikati hiç alamayacak şekilde örselenebilir.
Efendimiz’den (sav) nakledilen “Her çocuk fıtrat üzerine doğar.” hadisini de bu çerçevede düşünebilirsiniz. (2) Bu hadisi yorumlayanlar “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar.” demekle hadisin asıl manasını çarpıtmış olmaktadırlar. “Her çocuk fıtrat üzerine doğar, anne ve babası çocuğu Hristiyanlaştırır, Yahudileştirir veya Mecusileştirir.” konusunda da asıl mesele Hristiyan veya Yahudi olmak değildir. Her çocuk esasında boş bir zihin ve yetenekler-istidatlar manzumesiyle doğar ama dilediği zaman hakikati anlayabilecek yetenek-istidat da bu manzumeye dâhildir. Yani o çocuk ileride iradesini kullandığı zaman hakikati de anlayabilecektir. Ancak ana babaları ve içinde yetiştikleri toplum o çocuğa hakikatin çarpıtılmış hallerini doğru ve gerçek olarak öğretebilir. O çocuk da artık dünyaya öyle bakmaya başlar.
İslam ve iman genetik bir şekilde ana babadan geçemez ama ana baba ve toplum İslam ve imana gidecek yolları geniş bir şekilde açabilirler. Bunun tersi de mümkündür. Mesela nasıl ki şu zamanda çocuklar, aslında o yönleri biyolojik olarak gelişmediği halde daha 4-5 yaşlarındayken kız-erkek arkadaş, aşk, sevgili gibi kavramları öğrenebiliyorlar. Yahut bir kız çocuğunun yine o yönü henüz gelişmemişken, yani ergenlik döneminde gelişmeye başlayacak olan kendini süsleme meyli henüz ortada tam anlamıyla yokken 3-4 yaşlarında çevresinden gördüğü şekliyle makyaj yapmaya, daha doğrusu makyaj malzemelerini rastgele de olsa kullanmaya meyledebiliyor. Yahut bir erkek çocuğu henüz çok küçük yaşlarda hem ataerkil, hem zorbalığı cesaretle karıştıran hem de ahlaksızlığı sempatik gören bir ortamda kendisine öğretilen kötü sözleri söyleyebiliyor. Bu durumda örneği verilen erkek ve kız çocukları iffetle ilgili hakikatleri gerçek anlamıyla daha zor öğreneceklerdir. Bu çocukların iffet üzerine şartlandırılmaları oldukça zor olacaktır. Dolayısıyla iman ve İslam’ın hakiki kavramları gerçek anlamlarıyla ana-babadan tam olarak aktarılamayacaktır. Ancak diğer taraftan farklı bir ortamda büyüyen o çocuklar için imana ve İslam’a giden yollar açık bırakılabilir ve bu durumda ilgili kavramların daha kolay öğrenilmesi, daha rahat benimsenmesi mümkün hale gelir.
Sonuç itibariyle evet, ataların ve çevrenin etkisi insan türü dünyaya boş bir şekilde geldiği için çok kuvvetlidir. Örneğin negatif duyguların tamamı çevreden öğrenilir. İnsanın kendi içinde negatif duygu üreten bir merkez aslında yoktur. Bu nedenle de bırakılabilir ve bırakılması gerekir. Gerçek duygular, yani insan bünyesinin kendi içinde üretilen duygular ise terkedilemezler ancak yönlendirilebilirler. Yani irade altına alınabilirler ama bırakılamazlar. Mesela açlık veya cinsellik duygusu yok sayılmaz, yok edilemez. Bunlar insan bünyesinin kendi içinde üretilen duygulardır ve insan üzerinde ciddi etkileri vardır ama kontrol altına alınabilirler ve iradî olarak yönlendirilebilirler. Tekrarlayacak olursak; insan negatif duyguların tamamını kendi içinde üretmez, çevresinden öğrenir. Hatta bir kavim, bir topluluk, belli şerlerde çok kuvvetli bir şekilde şartlanmışsa o topluluğa bir daha peygamber de gönderilmez. İnsanlık tarihinde belli kavimlere peygamberlerin çok eskiden gönderilmesi, bazılarına çok yeni zamanlarda gönderilmesi meselesini de buraya bağlayabilirsiniz.
Diğer taraftan bir kavimde yanlış şeyler çok kuvvetli yerleşmişse bunlar ancak o kavmin içindeki salih bir topluluğun ya da başka bir salih kavmin çok büyük enerji harcamasıyla düzelebilir. Bu enerjiyi ya kendi gayretleriyle harcarlar ya da onlara zulüm ve eziyet yapılarak o enerji üretilir. Efendimiz (sav) zamanındaki ashabın yaşadığı birkaç yıllık boykot dönemini bu şekilde değerlendirebilirsiniz. O dönemde istidatları müsait olanlar iman ettikten sonra her ne kadar kendilerinin bir tebliğ gayretleri olsa da sayıca çok az olmaları nedeniyle, Arap toplumundaki değişim için gerekli enerji onların çektiği o ıstıraptan üretilmiştir. Burada bir takım ince manalar söz konusudur ve herkes tam göremeyebilir ama Allah-u Teala’nın kainata ve insanlık âlemine koyduğu kanunlar vardır ve Allah, hidayeti direkt-sebepsiz olarak veriyor değildir.
Sorunun ikinci kısmı; toplumun ve ataların etkisinin insanların hidayet durumları üzerinde çok fazla etkili olması halinde insanlar bu etkiyi kırıp hidayet mesajını nasıl kabul edebilecekler ya da hakikati nasıl bulabileceklerdir?
Burada meselenin bir yönü imtihan ya da tecrübe-deney kavramlarıyla ilgilidir. Yani Allah-u Teâlâ insan adı verilen canlı türü için bir imtihan zemini açmıştır. İnsan türünün üremesiyle yeni nesiller ortaya çıktığı için de belli hikmetlere binaen bireyler imtihan edildiği gibi toplumlar da imtihan edilmektedir. Sonuçta bazı toplumlar bu imtihanı kazanıp hidayeti kabul edebildikleri gibi bazı toplumlar da farklı şekillerde hidayete giden yolları tamamıyla kaybedebilmektedirler. Kur’an’da bildirilen helak edilen kavimler bunun en bariz örneğidir. Çünkü bir toplum bazı hayati meselelerde bir yanlışa öyle kilitlenebilir ki o toplumda gelecek nesillerin toplumdan alacağı eğitim sonucunda hidayet adına hiçbir şansları kalmaz.
Yukarıda bahsedilen Hz. Nuh’un duasındaki ibareleri bu bağlamda değerlendirebilirsiniz. O toplumda toplumun bütün yönlerini kapsayan bir çürüme söz konusudur. Medyen, Âd veya Lût kavmi gibi kavimler ise spesifik bir yanlışa öyle bir odaklanmışlardır ki o noktadan sonra o toplumdan hayır adına doğacak bir şey kalmamıştır. Şüphesiz her yanlış toplumları helak edilecek seviyeye getirmez ama aileyle yani meşru kılınan cinsellikle (Lut kavmi) ya da mülkiyet hakları (Medyen kavmi) gibi belirli konularda yeterince yanlış yapılırsa o toplulukta hayır imkanı kalmayacaktır. Bu durum ağır bir uyuşturucu bağımlısı için yapılacak bir şey kalmaması ile daha hafif düzeyde bir bağımlının halen kurtarılma ihtimalinin bulunmasına benzetilebilir.
Bu hakikat tüm yönleriyle bir toplum için geçerli olduğu gibi bir toplumun içindeki daha küçük topluluklar için de geçerlidir. Aynı şekilde bireyler için de geçerlidir. Bazen bir kişinin atalarından ya da çevresinden, ailesinden ve toplumdan görüp öğrendiği-benimsediği şeyler o kadar güçlüdür ki, o konuda içine düştüğü yanlıştan asla (ekstra İlahi bir lütuf olmadıkça) kurtulamaz. Bunun dışında elbette irade göstererek içinden kurtulabileceği durumlar da olacaktır. Yine de bazı meseleler kendiliğinden toplumsaldır. Örneğin ticaret konusunda dürüst olma, borcunu vaktinde ödeme, tartıda hile yapmama gibi erdemler hiç bilinmiyorsa, yok sayılıyor veya hafife alınıyorsa, o toplumdaki her ticaret erbabı hilekâr bir insansa, bu alana giren her insan ister istemez bu kötülüklere bulaşacaktır. Burada da kişinin kendi iradesiyle göstereceği çaba son derece önemlidir.
Bu konularda olduğu gibi hidayet meselesinde de kişiler, durumun kendi şartlarına göre ya da kendi bireysel etkilenme derecesine göre iradesini kullanarak durumu değiştirebilir ya da değiştirmeyebilir. İnsanların hidayetten uzaklaşmış toplumlarda kendi iradeleriyle durumu lehlerine çevirmeleri konusunda kendi işlerine yarayacak iki önemli husus vardır:
Birincisi; salih insanlarla beraber olma, onlarla oturup kalkma, onlarla vakit geçirme, daha önce fark edilmeyen yanlışların fark edilmesini, yeni ve olumlu etkilere açık hale gelmeyi sağlayabilecektir.
İkincisi; Kişilerin her ne kadar zor olsa da “ben biliyorum, işin doğrusu kesinlikle böyledir, benim hissettiklerim ve alışkanlıklarım doğrudur, başka yönlendirmelere ihtiyacım yoktur” kibrini kırmaları da kişilerin hidayetle tanışmalarında son derece önemli bir vesiledir. Çünkü bu durumda insan yeni şeyleri öğrenmeye açık hale gelebilecektir.
Son olarak soruyu soranların zihninde şöyle bir soru işareti de oluşmuş olabilir: Hidayetten geri dönülemez şekilde uzaklaşmış ve bireyler üzerinde son derece etkili olan toplumlarda doğan insanların hidayete ulaşmaları, hakikati kabul etmeleri kendilerini epeyce zorlamalarıyla mümkün olabiliyor. Bu durumda o toplum içinde pek çok insanın hidayete ulaşamadan ölmesi ve ahirette istenmeyecek durumlara düşmeleri büyük bir olasılıktır. Bu kişilerin içlerinde yaşadıkları toplum onların özgür iradelerini hayra kullanma şanslarını azaltmaktadır. Bu insanların hidayetten onlar kadar uzaklaşmamış ya da çoğunluğu salih insanlardan oluşan toplumlarda doğan insanlarla aynı şekilde değerlendirilmeleri ve ahirette aynı sorguya tabi olmaları adaletsizlik olmayacak mıdır?
İşin bu kısmında adalet ve eşitlik kavramlarının karıştırılması söz konusudur. İnsanlar hiçbir zaman gerek bireysel gerek toplumsal olarak eşit şartlarda doğmadıkları gibi eşit koşullarda da yaşamazlar. İnsanların her zaman her yerde eşit şartlarda doğmaları ve eşit koşullarda yaşamaları adalet değil eşitliktir. Adalet ise herkesin kendi özgün şartları içerisinde değerlendirilmesini gerektirir. Bu durumda bizler Allah-u Teala’nın insanlara zerre kadar zulmetmediğini ve asla zulmetmeyeceğini ayetlerden ve sahih hadislerden net bir şekilde biliyoruz. (3,4) Demek ki hidayetten uzaklaşmış, ataları ve kendileri uyarılmamış gafil bir toplumun içinde doğan ve o şartlarda büyüyen insanlar da ahirette kendi özgün şartları içinde, kendi başlangıç şartlarına, yaşadıkları imtihanların yoğunluğuna ve bu tecrübeleri esnasında içinde oldukları psikoloji ve karşılaştıkları zorluklara göre, kendi iradeleriyle ortaya ne koyduklarına bakılarak, ayrıca bildiğimiz-bilemediğimiz diğer farklı değişkenlere göre değerlendirileceklerdir.
Allah-u Teala’dan içinde bulunduğumuz şartları ahiretimiz adına en iyi şekilde değerlendirmemizi nasip etmesini dileriz.
1 ) Nuh, 26-27.
2 ) Buhari, Cenaiz 80, 93; Müslim, Kader 22, (2658); Muvatta, Cenaiz, 52, (1, 241); Tirmizi, Kader 5, (2139); Ebu Davud, Sünnet 18, (4714) Hadis-i Şerifin Kütüb-ü Sitte derlemesindeki tam metni şu şekildedir; "Her çocuk fıtrat üzerine doğar" buyurdu ve sonra da "Şu ayeti okuyun" dedi: "Allah'ın yaratılışta verdiği fıtrat..." (Rum; 30). Sonra Resulullah (sav) sözünü şöyle tamamladı: "Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi. Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?" Dinleyenler: "Ey Allah'ın Resulü, küçükken ölenler hakkında ne dersiniz (cennetlik mi, cehennemlik mi?) diye sordular. Hz. Peygamber (sav) şu cevabı verdi: "(Yaşasalardı) nasıl bir amel işleyeceklerdi Allah daha iyi bilir."
3 ) Enfal/51, Tevbe/70, Kaf/29, Yunus/44
4 ) “Resulullah (sav), aziz ve celil olan Rabbinden naklen anlattığına göre, Rabb Teala şöyle buyurmuştur: “Ey kullarım! Ben nefsime zulmü haram ettim, onu sizin aranızda da haram kıldım. Öyleyse birbirinize zulmetmeyin.” (Müslim, Birr 55, (2577); Tirmizi, Kıyamet 49, (2497)