Ateşten topuklarla ilgili hadis
Soru: Müslim’de geçen bir hadis rivayeti özetle şöyle: Halk bir ikindi namazı vakti acele etti, abdeste de tam riayet etmedi, topuklarını ökçelerini yıkamadıkları belli de oluyordu. Bunun üzerine Efendimiz (sav) buyurdu ki; “Ateşten ökçelerin vay haline! Abdesti tam alın!” Başka rivayetleri de var abdesti tam almaya dair. Ama benim sorum, meselenin abdestle alakalı kısmı değil de psikolojik boyutuyla alakalı. Kendimi tabii ki olmadığım bir dönemde olmadığım bir insan yerine koyamam. Ama düşünmeden edemiyorum. Vücudumun çok küçük bir bölümü, biraz da acele sebebiyle, yıkanmadı diye bana böyle denilse çok üzülürüm. Bu hadisi okumak bile beni çok korkuttu. Negatif duygu ve düşüncelere kapılmamak için meseleyi nasıl değerlendirmem gerekir?
Cevap: Bir yerde ders çalışıyor olsak ve çalıştığımız sınav hakkında tecrübeli biri gelip bize “Sen bu çalışma temponla o istediğin bölümü kazanamazsın.” dese üzülür, kırılır hatta belki de o insana küseriz. Herhangi bir biçimde hayallerimize ters sözlerde bu tepkiyi veririz. Hatta bunlara hayal bile demek doğru olmayabilir. Hakikatle uyumu kontrol edilmemiş, zihnimizde kurduğumuz resimler denebilir belki. İnsan olarak o resimler çerçevesinde hep hoşumuza gidecek, bizi motive edecek cümleler kurulmasını istiyoruz.
Henüz 5-6 yaşındaki bir çocuğa daha yumuşak davranmak gerekir, bu doğru. Okula yeni başlamış bir çocuğunuz, yeğeniniz, kardeşiniz vardır ya da böyle bir çocukla karşılaşırsınız bir ziyarette. Gelir size yazısını gösterir. Bütün harfleri yamuk, eksik, yanlış yazıyordur. Ama “Aferin, ne kadar güzel yazıyorsun, maşallah.” dersiniz. Eklersiniz “Ama bak bu Y harfinin kuyruğunu öyle değil de böyle yapsan daha güzel olur.” Yeni başlayan 5-6 yaşında bir çocuk tabii ki her harfi yamuk-yumuk, yanlış yazacaktır. Ona öyle konuşursunuz. Zira o yaşta bir yürek daha fazlasını kaldıramaz. Ancak biz 18 de, 28 de, 58 de olsak; beklentimiz ve hayalimiz öyle oluyor ki, bize hep böyle konuşulsun, realiteden bahis açılmasın.
O yüzden soruda bahsedilen tarz meselelerdeki gibi ikazlarla karşılaşınca ürküyoruz ve kaçasımız geliyor. Ayet ve hadisin manası daha net ve daha sert olmasına rağmen onu bile mümkün olduğunca çevirip kendi hoşumuza gidecek, bu çocuksu beklentilerimizi karşılayacak manalarda yorumlamaya çalışabiliyoruz. Bundan kaynaklı olarak, o hadisin metnine bir açıdan muvafık olan ama asıl vurgusu olmayan manalar halk arasında daha yaygın oluyor. Bu durumun bir adım ötesinde de, dindar ve bir miktar okumuş insanların, hadis diye bildiği metinlerin belki yarısı hadis değildir. Bir ulemanın sözüdür, bir bakıştır, bir yorumdur. Ama Kur'an ve hadisin netliği ve verimi içerisinde değil de biraz daha bize yansıtılmış, bizim o çocuksu halimize ve hayat algımıza uyarlanmış sözlerdir. Belki de bu yüzden onlar daha çok bilinir ve yayılırlar.
Soruda geçen hadisin içeriği olan abdest mevzusuna gelirsek; 6-7 yaşında bir çocuğa abdest almayı öğretiyor olsanız ve bu çocuk topuklarını yıkamayı unutmuş olsa mevzu ona bu netlikte ifade edilmez. “Ne güzel abdest aldın, aferin sana, o kadar arkadaşın abdest almıyor ama sen alıyorsun. Ne kadar güzel, ne kadar hoş ama şöyle yıkasan belki biraz daha iyi olur.” denir, böyle konuşulur. İşte insanlar da gayri ihtiyari bu beklentide ve hep bu tarz uyarılar duymak istiyorlar.
Diğer taraftan, Efendimiz (sav) bir meseleyi net bir şekilde bildiriyor. Hepimizin hayatında mecburiyetler vardır ve Allah Resulü (sav) de bunu ifade ediyor.
Bir insanın kalori ihtiyacı; yaşa, boya, kiloya ve günlük rutinine bağlı olarak bellidir. Ya da belirli periyotlarda ihtiyacı olan vitamin ve minerallerin de miktarı bellidir. Bu kaloriyi, vitamin ve mineralleri almazsanız ya da gerektiğinden eksik alırsanız zamanla ya enerjiniz azalır ya da çeşitli sağlık problemleriyle karşılaşırsınız. Doktor bunu bu netlikte ifade etse, ona karşı bir kırgınlık oluşması normal midir? Yoksa kendisine başımıza gelecekleri gösterip bizi uyardığı için teşekkür etmemiz mi gerekir?
Gelelim çözüme. Bu mevzunun çözümü “negatif duyguları ifade etmeme” egzersiziyle başlıyor. Cümle başlıyor diye bitti zira bu uzun bir süreç. İnsan; hayalleri, yani kendisine ve hayata dair kafasındaki boş kuruntular ile gerçeklik arasında bir uyuşmazlık fark edince; içinde bir enerji oluşur. Eğer onu kontrol etmeyi, yönlendirmeyi bilmiyorsa negatif duygu olarak hisseder bu enerjiyi. Bunu rahatlıkla ifade eder, kendine veya başkalarına kızar, birilerini suçlar ve bir şeylerden şikayet ederse o iç dünyasındaki hayallerini, boş kuruntusunu sürdürmüş olur.
Mesela sorudaki hadisi okuyup rahatsız olanlar, abdest konusunda eksikleri varsa fark edemeyecektir. Ama nasıl ki kalori ihtiyacında, yerçekimi yasasında belli sertlikler ve belli netlikler vardır ve bunlara uyulmayınca kısa veya uzun zamanda kötü neticelerle karşılaşılır; abdest konusunda da uyulmayan netliklerin belli neticeleri vardır. O abdestte yıkanması farz olan bir yer yıkanmamışsa o abdest eksik demektir. Gerekli maddi ve manevi sonucu doğurmamış demektir. Onun negatif hali de yaşanacak demektir. Biz bu bilgiyle karşılaşınca çöküyorsak kendimizi düzeltme fırsatı ve gayreti bulamayız.
Sadece bu bilgiyle karşılaşınca değil, herhangi bir insanın herhangi bir tavrıyla, hava durumuyla, soğukla ve sıcakla, trafikle, herhangi bir meselede o veya bu şekilde negatif oluyorsak bu hayata dair realiteye uymayan bir hayalimiz var demektir.
Misal, sabah namazına kalkamayan bir insan, “Tüh ya, bugün de sabah namazını kaçırdım, ne biçim bir insanım ben, lanet olsun...” gibi cümleler kuruyor ise o kişi muhtemelen sabah namazlarını kaçırmaya devam edecektir. Dini amellerde eksiklerden sonra negatif olma, kendine kızma bazı tasavvufi eserlerde iyi bir şey olarak anlatılır. Tabii ki bu meselenin de faydalı fonksiyonları vardır. Fakat zamanla halkın içinde yanlış manalara işaret eder hale gelmiştir. İlk ifade edenlerin anlatmaya çalıştığı, daha çok Efendimiz‘in (sav) “Mümin hayır olarak da şer olarak da işlediği şeyleri büyük ve ehemmiyetli görür. Münafık ise günahlarını çok küçük görür.”(1) ibaresinde olduğu gibi, önem vermeyi öne alır.
Hayatın içinden bazı örnekler de verebiliriz. Arabalarla, bilgisayar oyunlarıyla, filmlerle, futbolla ilgilenen insanlar vardır. İlgilendiği konuyu en ince noktasına kadar bilir, bir tek filmi veya bir tek maçı kaçırmak istemezler. O konuda çıkmış bir ürünü ilk alanlardan olmak isterler. Severler ve sevdikleri için önemserler. Önemsedikleri için hiçbir noktasını ihmal etmezler. İlgilendikleri şeyler için saatlerce sırada bekleyebilir, ciddi paralar ayırabilir hatta istedikleri sonuca ulaşmak için belki hakaret görmeye, tartaklanmaya bile razı olabilirler. Dünyevi pek çok alanda bunun çarpıcı örneklerini görebilirsiniz. İnsan bir şeyi hakikaten seviyor, ehemmiyet veriyorsa ona dair başkalarının küçük göreceği meseleleri büyük görür.
Geçmişte bunu ifade eden büyüklerimiz olmuş. “Sabah namazını kaçıran bir insan o gün akşama kadar bunu unutmamalı, bu öyle önemli bir meseledir ki insan yemekten içmekten kesilse yeridir.” denmiştir mesela. Bunları ifade eden kişiler doğru bir manayı kast etmiştir. Fakat bu ifadeler zamanla kendimize kahredelim, kızalım, negatif olalım diye anlaşılmış ve öyle yansıtılmış. Hasılı oradaki ifade edilmek istenen mana farklıdır.
Toparlamak gerekirse, Allah Resulü (sav) soruda bahsedilen hadiste uyardığı kişiye net bir biçimde işin hakikatini ifade ediyor. Allah'ın koymuş olduğu kuralları umursamamanın doğal neticeleri olacaktır ve insanlığı doğru yola sevk etmekle vazifeli olan peygamber de bu doğal neticeleri hatırlatmakla mükelleftir. Buna ek olarak, bu hadiste Peygamberimiz'in uyardığı sahabe bu uyarıyı kaldırabilecek kıvamda bir insan olsa gerektir. Zira her uyarı her seviyedeki insana yapılmaz, Allah Resulü de insanlara karşı çok hassastır.
Dileriz ki Allah, kendi emir ve yasaklarına riayet edebilmeyi bizlere lütuf buyursun.
1 ) Mümin, günahlarını üzerine düşüverecek bir dağ gibi büyük görür. Fâcir (fütursuzca günah işleyen) kimse ise günahlarını burnu üzerine konan ve kovalayınca kaçacak bir sinek gibi görür.
Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 49
حَدَّثَنَا هَنَّادٌ أَخْبَرَنَا أَبُو مُعَاوِيَةَ عَنِ الأَعْمَشِ عَنْ عُمَارَةَ بْنِ عُمَيْرٍ عَنِ الْحَارِثِ بْنِ سُوَيْدٍ حَدَّثَنَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ مَسْعُودٍ بِحَدِيثَيْنِ أَحَدُهُمَا عَنْ نَفْسِهِ وَالآخَرُ عَنِ النَّبِىِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ عَبْدُ اللَّهِ إِنَّ الْمُؤْمِنَ يَرَى ذُنُوبَهُ كَأَنَّهُ فِى أَصْلِ جَبَلٍ يَخَافُ أَنْ يَقَعَ عَلَيْهِ وَإِنَّ الْفَاجِرَ يَرَى ذُنُوبَهُ كَذُبَابٍ وَقَعَ عَلَى أَنْفِهِ قَالَ بِهِ هَكَذَا فَطَارَ . HM3627 İbn Hanbel, I, 382.حَدَّثَنَا أَبُو مُعَاوِيَةَ حَدَّثَنَا الْأَعْمَشُ عَنْ إِبْرَاهِيمَ التَّيْمِيِّ عَنْ الْحَارِثِ بْنِ سُوَيْدٍ حَدَّثَنَا عَبْدُ اللَّهِ حَدِيثَيْنِ أَحَدَهُمَا عَنْ نَفْسِهِ وَالْآخَرَ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ قَالَ عَبْدُ اللَّهِإِنَّ الْمُؤْمِنَ يَرَى ذُنُوبَهُ كَأَنَّهُ فِي أَصْلِ جَبَلٍ يَخَافُ أَنْ يَقَعَ عَلَيْهِ وَإِنَّ الْفَاجِرَ يَرَى ذُنُوبَهُ كَذُبَابٍ وَقَعَ عَلَى أَنْفِهِ فَقَالَ لَهُ هَكَذَا فَطَارَ قَالَوَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَلَّهُ أَفْرَحُ بِتَوْبَةِ أَحَدِكُمْ مِنْ رَجُلٍ خَرَجَ بِأَرْضٍ دَوِّيَّةٍ مَهْلَكَةٍ مَعَهُ رَاحِلَتُهُ عَلَيْهَا طَعَامُهُ وَشَرَابُهُ وَزَادُهُ وَمَا يُصْلِحُهُ فَأَضَلَّهَا فَخَرَجَ فِي طَلَبِهَا حَتَّى إِذَا أَدْرَكَهُ الْمَوْتُ فَلَمْ يَجِدْهَا قَالَ أَرْجِعُ إِلَى مَكَانِي الَّذِي أَضْلَلْتُهَا فِيهِ فَأَمُوتُ فِيهِ قَالَ فَأَتَى مَكَانَهُ فَغَلَبَتْهُ عَيْنُهُ فَاسْتَيْقَظَ فَإِذَا رَاحِلَتُهُ عِنْدَ رَأْسِهِ عَلَيْهَا طَعَامُهُ وَشَرَابُهُ وَزَادُهُ وَمَا يُصْلِحُهُ