Takke, sarık ve cübbe | 2.Kısım
Önceki yazıda sünnet kavramının aşırı genişliğine, sarık hakkındaki rivayetlerin durumuna temas ettikten sonra namazda sarık sarmanın hangi açılardan güzel ve anlamlı olabileceği üzerinde durmuştuk. Bu yazıda ise dine dair konuların bilinmesi ve yorumlanması üzerinden konuyu ele alacağız.
Bilgi ve Dinin Bilgi Boyutu
Dini bir konuda şu ilkeyi unutmamalıyız: Din de bir bilgi alanıdır. Yani din, belli türden bilgiler bütünüdür. Mahiyet itibariyle her şey ilme yani bilmeye dayandığı gibi din de o konudaki bilgi değeri olan ayet ve hadislere dayanır. Bilgi olması itibariyle aynen veri bilimindeki bilgiler gibi, gözlem ve deneyle elde edilen veya gazete haberlerinde geçen enformatif bilgiler gibi, yahut gündelik hayatımızı sürdürmeye yarayan pratik bilgiler gibidir.
Bir veri bilimciyi ele alalım. Veri bilimci verileri nereden ve nasıl alacağını iyi bilir, verileri sınıflandırır, onların analizini yapar, verilerdeki eksikleri saptar, ilgili problem ekseninde verileri biçimlendirir, verilerle yeni modeller oluşturur ve bu modelleri uygulama yazılımlarına konuşlandırır, verileri görselleştirme teknikleri kullanır, hipotezler geliştirir ve yeni çıkarımlarda bulunur. Bütün bunları yaparken de eğitim, zeka, kavrayış ve bilgi düzeyi her aşamada etkili olur. Dini bilgiler de bir bilgi türüdür. Bu bilgi türü de onu yorumlayan kişinin zekasına, hayat görüşüne, genel duygu ve düşüncesinin kapsayıcılığına, anlayış zenginliğine, metodolojik hatalardan kaçınabilmesine bağlıdır. Dini bilgiler veya ayet ve hadislerden elde edilen veriler cahilce, mantıklı bir yöntem gözetmeden analiz edilirse dar ve sığ yorumlar ortaya çıkacaktır. Daha zeki, inceliklere daha çok dikkat eden, yöntemi belli bir tarzda yorumlanırsa daha farklı sonuçlar çıkacaktır.
Dini bilgi kendi başına her zaman mutlak bir sonuç vermez. Çünkü örneğin bir ayetin yorumlanmasında konuyla ilgili nasih ve mensuh ayetler vardır, umumi ve hususi ayetler vardır. Bir hadisin yorumlanmasında da örneğin yorumlanacak hadiste aslında Efendimiz (sas) özel bir durum için bir söz söylemiştir ancak hadisi okuyan kişi bu özel durumu kaçırmıştır. Bazen de kullanılan kelimelerin yaygın sözlük anlamlarıyla özel deyim anlamları karışabilmektedir. Bu ve benzeri hatalar sonuçta yorumların da hatalı olmasına yol açmaktadır.
Dolayısıyla hadislerden çıkarılan yorumların da bazen hatalı olması mümkündür.
Örneğin Mutarrif bin Abdullah’ın babasından naklettiği bir hadis-i şerifte “Beni Amir kabilesi heyetiyle Allah Rasulü’nün yanına gitmiştik ve ona “Sen bizim efendimizsin!” diye hitap ettik. O da “Efendi Allah’tır!” buyurdular. Biz de “Fazilette en ileri olanımız, mertlikte en önde gelenimizsin!” dedik. Bize “Söyledikleriniz her zaman bu veya buna yakın olsun. Şeytan sizi abartılı övgülerde koşturmasın!” buyurdular.1
Bu hadisten yola çıkarak belirli bir meşrepteki bazı insanlar “Peygamberlere ve Peygamberimize “Efendimiz!” denilmesi şirktir.” gibi bir sonuca ulaşmışlardır. Ancak bu hatalı bir yorum, yanlış bir çıkarımdır. Çünkü bu konudaki farklı hadisler ve bir kelimenin farklı cümlelerde farklı anlamlarda kullanılabileceği gibi basit bir dilbilim ilkesi göz ardı edilmiştir.
Örneğin Efendimiz (sas) konuyla ilgili bir başka hadiste “Kıyamet günü insanların efendisi (seyyidi) benim.”2 buyurmuştur.
Bir başka hadiste de Hz. Hasan (ra) için Seyyid (Efendi) tabirini kullanarak “Bu oğlum seyyiddir, Allah onunla iki büyük taifenin arasını bulur, barıştırır.”3 buyurmuştur.
Hz. Ömer (ra) de Hz. Ebu Bekir (ra) ve Hz. Bilal Habeşi (ra) için “efendi-efendimiz” tabirlerini kullanmakta bir beis görmemiş, bir ortamda “Ebu Bekir bizim efendimizdir, efendimizi (Hz. Bilal’i) azad etmiştir.”4 demiştir.
Demek ki Seyyid ve Efendi-Efendimiz gibi kelimeler peygamberler için de peygamber olmayan insanlar için de kullanılabilmektedir. O hâlde Efendimiz’in (sas) kendisine gelen heyetin kendisi için “Efendimizsin” demelerine mukabil “Efendi Allah’tır!” buyurmalarının başka bir nedeni olmalıdır. Sırf bu hadise bakarak “İnsanlar için efendi tabirini kullanmak şirktir.” gibi bir hüküm çıkarmak abestir, yanlıştır.
Sevap Olan Ameller Nasıl Anlaşılır?
Herhangi bir konunun, bir fiilin, amelin veya bir şeyi terk etmenin dini bir sevabı olabilmesi ve bizim bunu bilebilmemiz için Efendimiz’in (sas) açıkça o konuda “Bu sevaptır…Allah’ın rızası bundadır…Cennette şu kadar mükafatı vardır…Bunu yapan kurtulur…Bunu terk etmeyene ateş dokunur…” gibi doğrudan veya dolaylı olarak konuyu ahirete bağladığı beyanları olmalıdır.
Efendimiz’in açık beyanları dışında herhangi bir şey mantıken o beyanda ifade edilen konunun parçalarından veya gereklerinden birisi ise onun için de belki sevap vardır denilebilir.
Bunun dışında Efendimiz’in (sas) kendi açık ifadesiyle sevap veya günah olarak bildirmediği meseleler için sevap veya günah dememiz hatalı olacaktır.
Diğer yandan; bir konunun dini değeri olması için bu ilk maddeye bağlantılı biçimde Efendimiz’in (sas) onu ihdas etmiş olması yani kendisinin yeniden ortaya koyup ifade etmiş olması ya da özelliklerini ifade etmesi gerekir. Mevcut bir şeyi aynen devam ettirip onun için de sevap veya ikab (ceza) ifadesi kullanmamışsa biz o olayda bir sevap veya ikab olduğunu söylemeyiz.
Örneğin, Efendimiz (sas) binek olarak deveye, ata, katır veya eşeğe binmiştir. Sırf bu nedenle deveye binmek sünnettir, sevaptır diyemeyiz. Efendimiz’in (sas) özellikle “Deveye binmek sevaptır.” gibi bir beyanı da yoksa, açık beyan dışında o dönemde hiç kimse deveye binmezken ilk defa deveyi ehlileştiren ve binen Efendimiz olmamışsa o fiilde bir sevap olduğunu söyleyemeyiz.
Aynı şekilde kerpiç evde oturmak sevaptır diyemediğimiz gibi çadırda ikamet etmenin sevap olduğunu da söyleyemeyiz.
Aynı şekilde hurma yemek sevaptır diyemediğimiz gibi savaşlarda kılıç ve mızrak kullanmak sevaptır da diyemeyiz.
Efendimiz (sas) deveye binmiştir, kerpiç evde oturmuş bazen çadırlarda ikamet etmiştir. Hurma ve kabak yemiş, savaşlarda ata binmiş, kılıç ve zırh kullanmıştır.
Bu durumda sırf Efendimiz (sas) yaptı diye deveye binmenin, kerpiç evde oturmanın, hurma ve kabak yemenin, savaşlarda ata binip kılıç kullanmanın sevap veya sünnet olduğunu söylemek anlamsızdır.
Ancak: Hurma veya kabak yemeye besmele ile başlamak, yedikten sonra hamd etmek, Efendimiz’in (sas) besmele ve hamd ile ilgili hadislerini hatırlayarak yemeği o tefekkür içinde yiyebilmek, yerken önünden yemek, öncesinde ve sonrasında elleri yıkayıp temizlemek gibi bizzat tavsiye buyurduğu hususları yapmakta bir sevap vardır. Bununla birlikte anlaşılacağı üzere bu sevap sırf hurma veya kabak yemek sonucu oluşan bir sevap değildir. Hurma ve kabağı Efendimiz’in (sas) beyanları ekseninde yemiş olmaktır.
Sarık ve cübbe gibi giysiler konusunda da görüyoruz ki Efendimiz (sas) kavminin giyindiği gibi giyinmiştir. Kavminin içinde müşrikler de vardır. Sonuçta o dönemde Arap yarımadasında giyinen insanlar nasıl giyiniyorlarsa Efendimiz de (sas) Müslümanlar da o şekilde giyinmeye devam etmişlerdir.
Sarığı özellikle Efendimiz (sas) ihdas etmiş, ortaya çıkarmış değildir. Ebu Cehil ve Velid bin Muğire gibi İslam düşmanları da sarık sarmaktadırlar. Efendimiz (sas) ve ashabı da, diğer Arap kabileleri de sarık sarmaktadırlar. İslam bu kıyafetlerin hiçbirine dokunmamış, sadece kıyafetlerin tesettür ölçülerine uygun olması, temiz olmaları, kibir ve gösteriş vasıtası olarak kullanılmamaları, israf edilmemeleri gibi hususlarda bir düzenleme getirmiştir. Bunun tek istisnası erkeklere ipekli giymenin yasaklanmasıdır.
Bu nedenlerle sarıklı veya cübbeli olmanın kendi başına bir sevabı vardır denilemez. Ancak sarık veya cübbenin tesettürü, namaza konsantre olmayı daha iyi sağlaması gibi namazla ilişkili faydaları nedeniyle bir sevabı olduğu söylenebilir. Bu ikisinin ayırdı iyi yapılmalıdır.
1 ) Ebu Davud, Edeb, 10
2 ) Buhari, Enbiya, 3; Müslim, İman, 237
3 ) Buhari, Sulh, 9; Ebu Davud, Mehdi, 8
4 ) Buhari, Fezailul-Ashab, 23