10 dk.
11 Şubat 2024
Kur'an ve Bilim | 2. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Kur'an ve Bilim | 2. Kısım

Not: Bu yazı "Kur'an ve Bilim" adlı yazı dizisinin ikinci yazısıdır. Serinin ilk yazısına buradan ulaşabilirsiniz.

Bilimin Doğası

 

Kur’an’dan bilimsel veriler çıkarmaya çalışmak Kur’an’a da bilime de haksızlıktır. 

 

Daha da ötesi, bilimin doğasında serbestiyet hakimdir. Bu noktada “Falan ayetin işaretiyle dünya sabittir.” de deseniz “Filan ayetin işaretiyle dünya dönmektedir.” de deseniz, dünyanın sabit oluşu veya dönüşünden birini dini açıdan bağlayıcı hâle getirmiş olursunuz. Dünyanın dönmesi konusunda artık daha fazla bir araştırma yapamaz, daha fazla söz söyleyemez hâle gelirsiniz. Çünkü ayetler bağlayıcıdır, mutlaktır ve esastır. Diğer yandan devlet yönetimiyle ilgili modeller değişken olduğu gibi bilim de yanlışlanabilen veya test edilebilen modeller hâlinde çalışır. Bu nedenle serbest çalışmayı gerektirir. 

 

Allah Teala Kur’an’da insanlara adaleti emretmiş, istişare gibi meseleleri de tavsiye etmiştir. Kur’an’dan bu gibi ilkelere bakarak adaletsizliği en aza indirecek bir hukuki ve siyasi sitem kurulabilir. Aynı şekilde Allah Teala Kur’an’da kâinatta bir düzen olduğunu belirtmiştir. Bu hakikatten de hareketle maddi evrenin düzenini oluşturan parça ve işleyişler daha iyi anlamaya çalışılır ve bu da zaten bilimsel çalışmayı gerektirir.

 

Toparlayacak olursak: Kur’an ayetlerinden alışıldık şekilde bilimsel sonuçlar çıkarılmasını ciddi sakıncaları olduğundan söz edilebilir. Bunun birinci sebebi Kur’an’ın aslî maksadının bu tip sonuçlar olmaması ve söz konusu bilimsel verilerin (temel bilimsel prensiplerin değil) geçici olmasıdır. Bu geçicilik elbette kısa bir süreyi değil bazen yüzyıllar sürebilecek bir zaman dilimini kapsayabilir. O ayrı bir konudur.

 

İkincisi: Kur’an’ın herhangi bir bilimsel bulguya işaret ettiğine dair beyanların neredeyse hiçbir zaman orijinal bir beyan olmadığı görülmektedir. 

 

Örneğin; Hubble’ın 1929’da yaptığı gözlemler sonucunda gök cisimlerinin dünyadan uzaklaştıkları ve mesafe arttıkça da uzaklaşma hızlarının arttığı görülmüş, sonraki gözlemler ve hesaplamalarla da evrenin sürekli genişlediği kanıtlanmıştır. Bu veri yaygınlık kazanıp bilinir olduktan sonra Müslümanlar “Biz göğü kudretimizle bina ettik ve şüphesiz biz onu genişletiyoruz.”1 ayetine referansla bu bilimsel veriye Kur’an’da işaret edildiğini söylemişlerdir. Dahası, bu ayetle ilgili geçmiş dönemlerdeki tefsirlerde “Genişletiyoruz, genişletmekteyiz.” gibi manalar yerine, “Daha yükseğini, daha büyüğünü de bina edebiliriz.”, “Her tarafı o genişlikte ihata ettik.” gibi anlamlar verilmiş hatta yakın dönem alimlerimizden Elmalılı merhum da “Biz çok vüs’a (genişliğe) sahibiz.” manasını tercih etmiştir. Aslında Elmalılı Hamdi Yazır bilimsel gelişmeleri takip eden ve tefsirinde bu verilerden de faydalanan bir alimimizdir ancak muhtemelen tefsirini yazdığı dönemde evrenin genişlediğiyle ilgili veriden haberdar değildir. Rüzgarların aşılayıcı özelliği, denizlerin birbirine karışmaması gibi konular da aynı şekilde düşünülebilir.

 

Tefsir tarihimize baktığımızda bütün müfessirlerimizin, özellikle Fahreddin Razi, Zerkeşî, Suyuti gibi döneminin bilimsel gelişmelerini tefsirlerinde kullanan müfessirlerin tamamının bu konuda kendi dönemlerinin bilimsel seviyesi ile sınırlı kaldıkları görülecektir. Bu isimlerin tefsir ilmine veya Kur’an’ın daha iyi anlaşılmasına yaptıkları katkılar elbette takdire şayandır. Ancak yine bu isimlerin tefsirlerinde bugün için yanlışlığı açıkça bilinen bazı konuları doğru gibi aktarmaları ve bunu bir ayeti tefsir ederken yapmış olmaları gibi bir durum da söz konusudur. Örneğin Fahreddin Razi “O (Allah) ki yeryüzünü sizin için bir döşek göğü de bir tavan kılmıştır.”2 ayetinin tefsirinde yeryüzünün bir döşek gibi olmasının şartlarından birisinin de dünyanın dönmemesi olduğunu söyleyebilmiştir.3 Elbette Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi “Tefsirde mezkur olan her bir emir tefsirden olmak lazım gelmez. İlim ilme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır.”4. Dolayısıyla müfessirlerin kendi kişisel yorumlarını ayetin manalarından biri olarak kabul etmek zorunda değiliz. Çünkü her müfessir kendi döneminin sınırlarıyla kayıtlı olmuştur. Tahakküm etmemek, “Bu görüş, bu yorum mutlak doğrudur.” dememek şartıyla bu hatalar mazur görülebilir. Ancak “Kur’an bunu söylüyor.” demek yanlıştır ve Kur’an’a kendince bir şeyler söyletmek anlamına gelir ki kaçınılması gereken bir durumdur. 

 

Bir başka örnek de geçmiş yıllarda gezegen sayılarını Yusuf suresindeki bir ayete uygulama çabalarıyla ilgilidir. “Bir zaman Yusuf babasına, “Babacığım!” dedi. “Ben rüyamda on bir yıldızın, güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm.”5 ayeti geçmiş yıllarda Kur’an’ın on bir gezegenin varlığına mucizevi şekilde işaret ettiği tarzında yorumlanmıştı. Bu yorumlar o dönemlerin dini dergilerinde sıkça dile getirilmişti. Ancak bu konudaki bilimsel gelişmeler bahsi geçen yorumu doğrulamadı. Bir dönem için bilim dünyası gezegen sayısını gerçekten on bir olarak kabul etmişti. Ancak bugün için elimizdeki gezegen olarak kabul edilen gök cisimlerinin sayısı sadece sekizdir. Daha da önemlisi bilim dünyasında hangi gök cisimlerine gezegen denileceğine karar veren, bu konudaki kriterleri belirleyen kurum Uluslararası Astronomi birliğidir. Bu kurumun 2016 yılındaki toplantısında Plüton’un gezegen olarak kabul edilmemesine karar verilmiştir. Aynı toplantıda Ceres, Charon ve UB 313 adlı gök cisimlerinin de gezegen olarak kabul edilmesi teklif edilmiş, bu cisimleren Charon’un Plüton’un uydusu olduğu kabul edilmiş, diğerleri hakkında da daha kesin verilerin elde edilmesi gerektiği kararlaştırılmıştır. Kurumun belirlediği kriterlere göre halen incelenen gök cisimleri vardır ve gezegen olarak kabul edilebilecek 12 gök cismi daha bulunmaktadır. Dolayısıyla bir dönemler bilim dünyasının on bir olarak kabul ettiği ve Müslümanların da Kur’an’dan bir ayetin bu bilimsel veriye uygun bir mucize olduğu şeklindeki beyanları geçersiz hâle gelmiştir. Halbuki ayette geçen “kevkeb” kelimesi “necm” kelimesi ile eşanlamlı olup yıldız demektir. Bu iki kavram arasındaki birinin diğerini de kapsadığı yahut ‘kevkeb’in büyük yıldızlar, ’necm’in ise küçük yıldızlar için kullanıldığı şeklindeki ayrıntılar sonucu değiştirmemektedir. Ancak bir dönem gezegen sayısı bilim dünyasında on bir olarak açıklanınca bazı Müslümanlar heyecanlanmış ve “Ayet bu bilimsel hakikate işaret etmektedir.” demişlerdir. Fakat bugün kimse böyle bir iddiada bulunmamaktadır. Çünkü bilim dünyası günümüzde farklı bir bilgiyi kabul etmeye başlayınca o konu artık gündemden düşmüştür.

 

Sonuç olarak Müslümanların veya İslam alimlerinin her dönem kendi devirlerinin bilimsel seviyesi içinde bilinen şeyleri “Kur’an böyle söylemektedir.” diyerek Kur’an’a söylettikleri olmuştur. Ancak Kur’an’a kendisinin aslen söylemediği bir şeyi söyletmek iki açıdan risklidir.

 

Birincisi: Kur’an’a bir şeyler söyletenlerin kendi heva ve heveslerini Kur’an’a söyletme riski vardır. Bu risk, Kur’an’ı bu şekilde yorumlayan herkes kendi heva ve hevesini Kur’an’ın ardına saklanarak söylemiştir anlamına gelmez. Özellikle de imanına ve ihlasına şahit olduğumuz alimlerimizi böyle bir şeyle suçlayacak değiliz ancak ilmî bir meselenin geniş kitlelere mal olması ve herkes tarafından konuşulabilir hâle gelmesi gibi nedenlerle bu risk her zaman mevcuttur.

 

İkincisi: Bazı bilimsel bulguların yanlışlanması veya değişmesi ile Kur’an’a da yanlış bir şey söyletmiş olma riskidir. Elbette bütün bilimsel veriler her zaman değişecek değildir ancak Kur’an’a saygılı olmak adına en azından temkinli hareket etmek gerekir.

 

Tekrar vurgulamakta fayda var: Fahreddin Razi, Suyuti, Zerkeşî, İmam Gazali, İmam Rabbani, Bediüzzaman, Ahmet Avni Konuk gibi zatların kendi dönemlerindeki imanı koruma adına yapmaları gereken şeyi yapmaları onları suçlu yapmaz, onların kıymetini düşürmez. Özellikle yakın geçmişimizde “bilim” kavramının suiistimali ile iman hakikatlerine yönelik fikrî saldırı gibi bir fitneye karşı koyma adına bu kadarını yapmış olmaları da bir cins zorunluluk sayılabilir. Ancak o dönemsel durum değiştikten sonra halen daha bu kapının açık kalması, özellikle de Kur’an ilimlerine yabancı, Kur’an’ın iklimine de görece uzak insanların o kapıyı istedikleri gibi kullanmaları pek hoş değildir.

 

Diğer yandan; o zatların bu meseleleri Kur’an’ın aslî meseleleri olarak ele almadıkları da zaten bilinmektedir. Örneğin Bediüzzaman bir yerde “Kur’an niçin medeniyet harikalarını (teknolojik gelişmeleri) açıklamıyor?” sorusuna karşı “Çünkü medeniyet harikalarının hakları Kur’an’da ancak o kadar olabilir. Zira Kur’an’ın asli vazifesi, Rububiyet dairesini tanıtmak, ubudiyet (kulluk) dairesinin vazifelerini talim etmektir. Bu durumda şimdiki teknolojik gelişmelerin bu iki daireye göre hakları sadece zayıf bir remiz ve gizli bir işaret ancak olabilir. Mesela insanların icat ettiği uçak Kur’an’a “Bana bir söz hakkı ver, ayetlerinde bana bir derece ver.” dese Elbette rububiyet dairesinin uçakları gibi olan gezegenler, yeryüzü ve ay Kur’an namına “Burada ancak cirmin kadar yer alabilirsin.” diyeceklerdir.”6 cevabını verir. 

 

Gerçekten de bilimsel alandaki ilerlemeler ve teknolojik yenilikler Kur’an’da neden yer alsın ki? Yahut Kur’an onlara neden işaret etsin ki? Meselenin bu kısmı bilimsel bulguların yanlışlanabilirliğinden daha önemlidir.

 

Bizim Kur’an’a karşı esas vazifemiz Kur’an’ın ne söylediğini dinlemektir, kendi anlayışlarımızı Kur’an’a söyletmek değildir. Kendi anlayışlarımıza Kur’an’dan delil bulmak yerine anlayışlarımızı Kur’an’la zenginleştirmemiz gerekir.

 

Aslında meselenin bu yönü sadece bilimsel alanla da ilgili değildir. Kelam ilminin meseleleri yahut hukuk ilmi için de benzeri durumlar söz konusudur. Geçmiş dönemlerde ehl-i sünnet, Şia ve Mutezile alimleri arasındaki tartışmalarda Kur’an ayetlerinin sıklıkla delil olarak kullanıldığını görürüz. Ayrıca günümüzde de bütün ceza hukukunun Kur’an’dan çıkarılabileceğini zanneden bazı kesimler vardır. Temel itikadi meseleler ve temel helaller-haramlar dışında her görüş, her düşünce için Kur’an’dan deliller bulmaya çalışmak da bir yönüyle Kur’an’a kendi anlayışını söyletmeye çalışmaktır. Halbuki insan hayatının olağan akışı içinde Kur’an’ı bir ruh veya hava gibi düşünmek gerekir. O, hayatın her alanında olabilir ve farklı bir manada da olmalıdır ancak bu var oluşu birer kanun maddesi yahut bir inşaatın harcı gibi değil de hafif, iç dünyaya nüfuz edebilecek latiflikte bir ruh gibi olmalıdır. Çünkü Kur’an tevhid, nübüvvet, ahiret, adalet, ibadetler, helaller ve haramlarla ilgili temel esasları verdikten sonra kripto paralar, evlerin hangi yapı malzemeleriyle yapılacağı, ülkelerin hangi yönetim sistemiyle yönetileceği, insanların hangi mevsimde ne giyecekleri, üretim araçlarının mülkiyeti, yargı sistemleri veya yargılama usulleri, iletişim teknolojilerinin nasıl geliştirileceği, gezegenlerin yörüngeleri, evrenin genişlemesinin nasıl hesaplanabileceği gibi kendi anlattığı konulara nazaran bir sinek kanadı kadar önemi olmayan meselelerle ilgileniyor değildir. Bizim asıl pozisyonumuz da bu bakış açısına dayanmaktadır.

 

Allah Teala’dan bizleri, kelâmını kendi muradına ve rızasına uygun bir şekilde doğru okuyup anlayanlardan, anladığını hayatına mâl edebilenlerden ve anlatanlardan eylemesini diler ve dileniriz.

 


 

1 ) Zariyat, 47

2 ) Bakara, 22

3 ) Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, c. 2, s. 112-114

4 ) Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, Birinci Makale, s. 39

5 ) Yusuf, 4

6 ) Bediüzzaman, Sözler, 20. Söz, 2. Makam, s. 359