Bize sorulmadan dahil olduğumuz imtihan sonucu cehenneme gitmemiz adil midir?
Soru: Allah'ın insanları imtihan ettiği söyleniyor. Fakat insanlar bu imtihana kendi iradeleriyle girmiş midir? İnsanın kendi iradesiyle, kendi kabulüyle dahil olmadığı bir imtihanın neticesinde cehennem gibi bir yere gönderilmesi adil bir tutum olur mu?
Cevap: Sorunun içerisinde zımni, açıkça dile getirilmemiş çok farklı varsayımlar var. Öncelikle bu örtük varsayımları ele alalım ve birkaç mantık kaidesini hatırlayarak başlayalım.
İlk mantık kaidemiz; kural olarak bir şey var olmadan önce onun üzerinde herhangi bir tasarruf yapılamaz. Dolayısıyla var olmayanın herhangi bir konuda izni de alınamaz. Soru gramer olarak doğru gözükse bile mantıksal olarak yanlıştır. Çünkü sorudaki ilk varsayım var olanın var olmadan önce izninin alınabileceği varsayımıdır. “Tüm sellere karşı dayanıklı bir barajla tüm barajları yıkan bir sel karşılaşırsa ne olur?” sorusu da buna benzemektedir. Bu soru da gramer açısından doğru gözükmektedir ancak aynı evrende, aynı evren seti içinde ya da aynı evren kümesinde bütün sellere dayanıklı bir barajla bütün barajları yıkabilen bir sel aynı anda bulunamaz. Dolayısıyla bu soru da anlamsızdır. Çünkü bir yerlerde şimdiye kadar bütün sellere dayanmış bir baraj varsa demek ki bütün barajları yıkmış bir sel yoktur ve olmamıştır, olamaz da. Eğer bir yerlerde veya bir zamanlar bütün barajları yıkmış bir sel var ise bu durumda da bütün sellere dayanmış bir baraj yoktur ve bu da olamaz. Bu ikisinin farklı zamanlarda ve farklı yerlerde olmaları ise sorudaki “bütün” kelimesini anlamsızlaştıracaktır. Eğer bu soruda “şimdiye kadar” kaydı ve manası var ise o zaman da sonuç bilinemez olacaktır.
Evet, bir soru gramer dizilimi açısından doğru olabilir ama aynı soru varsayımsal ve mantıksal açıdan yanlış olabilir. Bu nedenle de cevaplanamaz, cevaplanması da gerekmez. Her şeye rağmen verilecek herhangi bir cevap da yine anlamsız ve faydasız olacaktır. Aslında bu cins sorular"‘gerçek soru" da sayılmazlar.
Bu soru açısından baktığımızda da, bir imtihana kendi iradesiyle girmek öncelikle var edilmeyi ve irade sahibi kılınmayı gerektirmektedir. Bunlar gerçekleştikten sonra da zaten imtihana girilmiş olunur.
İkinci mantık kaidemiz; bir şeyin adil olup olmaması önceden tanımlanmış kurallara ve (adı konulmamış, örtük de olsa) varsayımlara bağlıdır. Mesela iki eşit insana birisi 100 Lira verse ve “Bu sizindir.” dese bizler o miktarın ellişer lira olarak her iki kişi arasında eşit olarak bölünmesini bekleriz. Adil olanın bu olduğunu varsayarız. Bu beklenti ve varsayımımız insanlara, insanların yaşamına, geçmişe dair analizlerimiz çerçevesinde oluşmuş bir varsayımdır. Yani belirli işlemlerden sonra ulaşılan bir sonuçtur. Başka bir yerde mesela iki kardeş vardır, biri bir iş yerinde çalışıyordur, diğeri çalışmıyordur. O iş yerinin sahibi gelip yüz lira verirse bu sadece çalışan kişinin hakkıdır. Zaten işveren ona borçludur. Burada da varsayımları değiştirdiğimiz zaman verilecek cevabın değiştiği görülecektir.
Evet, insanlar arası hukuki çerçevede; şu anki yaşadığımız dünyada bir insana sorulmadan, bir tercihte bulunmadan yüklenen şeyleri adil görmemeye eğilimliyizdir. Örneğin herhangi bir ülkede doğmuş olabilirsiniz. Daha sonra size sorulmadan o ülkenin mevcut anayasası, kanunları çerçevesinde siz askerlik yapmakla mükellefsinizdir. Ayrıca gelirinizin belli bir kısmını devlete vergi olarak vermek zorundasınızdır. Bu düzen ve kurallar konulurken de size sorulmamıştır. Bu da kimilerine adil gelmeyebilir. Kimilerine de normal ve adil görünür hatta alternatifleri tuhaf görünür. Bu tuhaf veya normal görünme zamana göre de değişebilir. Bir anayasanın varlığı bundan 500 yıl önce tuhaf görünebilir. Yani sonuçta bir şeyin adil olup olmaması o şeyin genel işleyişine dair varsayımlara dayalıdır. Bundan 100 yıl önce insanlar birilerinin zorla askere alınması meselesini normal görüyorlardı. “Zorla” kelimesini duymuyorlardı bile. “Bu kanun konulmuş, o zaman gidilecek.” olarak bakıyorlardı. Üstelik insanlar buna kendiliklerinden gönüllü de oluyorlardı. Farklı zamanlarda ve coğrafyalarda ise insanlar bazı kanunların kabulünde kendilerine danışılmadığını, bu yönde oy kullanmadıklarını, dolayısıyla böyle bir kanunu kabul etmediklerini söyleyebilirler.
Yani kul ve ilah arasındaki ilişkiye dair belli varsayımlar açıkça ifade edilmeden bu konudaki herhangi bir olguya adil dememiz veya demememiz mantıklı değildir.
Üçüncü bir mantık ve yöntem yanlışı da, kul ile Allah-u Teala arasındaki seviye ve mahiyet farkının dikkate alınmamasıdır. Bizler kul ile Allah arasındaki ilişkinin, seviyenin ve mahiyet farkının mesafesini pek tahmin edemiyoruz. Kul ile Allah arasında mahiyet farkı olduğu gibi sahip olunan özellikler itibariyle de hesaplanamayacak kadar büyük bir fark vardır. Bu nedenle kul ve Allah ilişkisi ile ilgili yapılan çıkarımlar kul ile kul arasındaki ilişkiler arasındaki çıkarımlardan yola çıkılarak hiçbir zaman tam anlaşılamaz.
Herhangi bir kelimeyi söylemeye niyet ettiğimizde önceden o kelimeden izin almamız mümkün değildir. Yahut saksıya bir çiçek, bir bitki tohumu ektiğinizi düşünün. Bunları ekerken o tohumdan izin almadığınız gibi çıkacak çiçek veya domatesten izin almanız da mümkün değildir, üstelik anlamsızdır. Bir şiir yazarken, bir doğa fotoğrafı çekerken de kelimelerden ve tabiattan izin almak diye bir şey söz konusu olamaz. Yani eser sahibi ortaya koyacağı eserden tabii ki izin almaz. Hatta hakikatte o eser ortaya konulduğu için eser sahibine borçlu da olunur. Bizim de birer eser olarak eser sahibi Allah-u Teala ile aramızdaki ilişki sadece borç ilişkisidir.
İrade meselesine gelince: İrade sahibi kullar olarak şiirden, bitkiden, çiçekten ve fotoğraftan birer farkımız olduğu doğrudur. Ancak her şeyden önce bu irade bize verilidir, bahşedilmiştir. Ayrıca “bir imtihana kendi iradesiyle girmek ya da girmemek” gibi ikili bir alternatif söz konusu olamaz çünkü cüz’î veya varsayımsal bir irade sahibi olmak zaten imtihana girmek anlamına gelir.
Diğer yandan Allah-u Teala’nın irade ve hükmüyle karşılaştırılınca bizim irademiz aslında pek de iradeye benzemez (ilmi karşısında ilmimizin, kudreti karşısında gücümüzün, merhameti karşısında merhametimizin yok denecek kadar az olması gibi) hatta yok hükmündedir bile denilebilir ancak şimdilik işin bu kısmını konuyu uzatmaması adına erteleyelim. Konumuz itibariyle önemli olan nokta, bu tip sorularda Allah-u Teala ile kulları arasındaki boyut, ölçek ve mahiyet farklılığının genellikle gözden kaçırılmasıdır.
Genç zihinler içine doğdukları ve yaşadıkları dünyanın hukuki, sosyal ve doğal kanunlarını kendileri için birer baskı aracı gibi görme eğiliminde olabilirler. Anne babalarının yönlendirici davranışlarını aile baskısı olarak gördükleri gibi askere gitmeyi ve vergi vermeyi devlet baskısı, ders çalışmayı ve okula devam etmeyi öğretmen ya da sistem baskısı olarak görebilirler. Bunların bir kısmı hakikaten haksız yönlendirme ve keyfi baskı da olabilir. Ancak bu durum kanunların varlığını haksız ve yersiz kılmadığı gibi onların işleyişine bir halel de getirmez. Sonuçta bireysel ve toplumsal yaşamda da, siyaset ve hukuk alanında da, bilimde ve doğada da her şey kanunlar etrafında şekillenir ve öyle işler. Bu kanunlara insanlar olarak bazen doğa kanunları, bazen fizik kanunları, bazen toplumsal kanunlar bazen psikolojik kanunlar deriz. Bunlardan kaçmak yersiz, imkansız ve anlamsızdır. Hatta bir kanundan kaçış ancak bir başka kanunla mümkündür. Yani bize sorulmadan zaten ayarlanmış ve düzenlenmiş pek çok şey vardır. Ortalama sağlıklı bir insanın günde 2000 kalori alma zorunluluğu vardır ve bu ister doğa kanununun ister tıp kanununun bir dayatması ya da uzantısı olsun, o insana sorulmadan düzenlenmiştir. Bu kanuna karşı çıkmak anlamsızdır çünkü günde 2000 kalori almazsanız ölürsünüz. Elinizi -50 veya 100 derecelik bir suya sokup bekletirseniz o eli bir daha kullanamazsınız. Bu doğa kanunlarının uzantılarını da kabul etmemek gibi bir anlamsızlık olamaz. 20 katlı bir apartmanın çatısından paraşütsüz, aparatsız bir halde aşağıya atlayamazsınız. Yerçekimi sizi çekecektir. Bedeniniz o kadar büyük bir darbeye dayanıklı değildir. Hava atomları da sizi taşıyacak bir yoğunlukta değildir. Benzer şekilde günlük hayatınızda da gönlünüze göre, canınız her istediğinde belirli bir miktarın üzerinde tütün ve alkol ürünleri tüketemezsiniz. Belli miktarları geçince sağlık problemleri bir sonuç olarak kendini size dayatır. Olumlu sonuçlar da kanunlara göre ortaya çıkar. Günde belli bir miktar egzersiz yapar ve gereksiz karbonhidrat alımından uzak durursanız kilo vermede, şeker ve tansiyon gibi hastalıkları önlemede büyük avantaj sağlarsınız. Bir yabancı dili öğrenmek için 1-2 sene sabrederek çalışırsanız sa’y kanunu gereği o yabancı dili öğrenmekle ödüllendirilirsiniz. Böyle yüzlerce, binlerce kanunlarla çevrili yaşıyoruz ve bu kanunların hiçbirisi bize sorularak konulmuş değil. Bu kanunlara uymanın ve uymamanın belirli sonuçları olacaktır.
Ahirete dair meseleler de bunun gibidir. Kanser olmak da, belli ihmaller sonucunda kalıcı felç geçirmek de, bir tüccar için iflas etmek de bir cins cehennemdir. Şartlarını ve gereklerini yerine getirdikten sonra ideallerine ulaşmak gibi olumlu sonuçlar da bir cins cennettir. Yani zaten bu tarz binlerce kanunla sınırlandırılmış vaziyetteyiz. Bunlar da bize sorulmadan konulmuşken ve aslında bilerek veya bilmeyerek bu kanunlara uyarken aynı kanun koyucu başka meselelere dair, dünyevi kanunlar gibi açıkça görünmeyen ama bizi bağlayan kanunlar koymuşsa koymuştur. Hiçbir önlem almadan yirminci kattan aşağıya atlamayı tercih edebilirsiniz veya sizi cehenneme götürecek amelleri de tercih edebilirsiniz. Eser sahibi eserini kurmuş, kaideleri koymuş, sistemi hayata geçirmiştir. Ardından farklı elçilerle bu sistemi ve kanunları öğrenmemizi de sağlamıştır. Bu kanunların bir kısmını, örneğin fizik kanunlarını yaşayarak ve çalışarak öğrenebiliyoruz. Hayata dair bazı kanunları da yaşayarak öğrenebiliyoruz. Uhrevi kanunlar için de peygamberler gönderilmiş, bu kanunların sonuçları da açıklanmıştır. Kabul edebilir veya etmeyebilirsiniz. Uyabilir veya uymayabilirsiniz. Fizik kanunlarıyla çatışmak isteyebildiğiniz gibi uhrevi kanunlarla da çatışabilirsiniz. Boşluk bulabilirseniz bu kanunlardan geçer, kurtulursunuz ama genellikle boşluk yoktur. O kanunlar sizi-bizi ezer geçer. Anlamsız kibrin ve sonuçsuz direnmenin bir anlamı yoktur. Bir doktor sigara içmeye devam ettiğiniz taktirde şu kadar sene içerisinde şu ölçülerde tansiyon, KOAH, damar sertliği gibi hastalıklarla karşılaşacağınız uyarısı yapar. Beslenmeye, spora dair tıbbın uyarılarını da bilirsiniz. Büyüklerimizin terli terli su içmemek, ıslak saçla rüzgarda oturmamak gibi uyarılarını da tanırsınız. Cennet ve cehennem konularındaki uyarıları da bu uyarılar gibi dinlemek lazım.
Yani bu tip uyarıları “Ey insan! Senin bir sitemin var, biyolojik sistemin gibi, ruhani bir sitemin de var. Senin iyiliğin için söylüyorum. Eğer şunları şöyle yaparsan şöyle sonuçlarla karşılaşırsın. Bunları böyle yaparsan da manevi sistemin şöyle çalışır veya şöyle şöyle güzel bir sonuçla karşılaşırsın.” gibi dinlemek lazım.
Sonuçta kurulu bir sistemin içine doğmuş durumdayız ve yine aynı sistemin içinde yaşıyoruz. Sağlık sistemi, biyolojik sistem, fiziksel sistem gibi manevi bir sistem de mevcuttur. Bizim insan olarak mahiyetimize kurulan ve manevi yaşamımızı etkileyen bir sistem de vardır. İnsanlara karşı gösteriş yapıp, kibirle davranıp onların kalplerini kırmanın, aynen uzun süre ve yoğun bir şekilde sigara içmenin sonuçları gibi sonuçları olacaktır. Böylesi kibirli ve zorba bir insana hak ettiği ruh hali verilecektir. Bu kaideler biz farkında olalım veya olmayalım aksamadan işler. Belirli kimyasal sıvılarla aklınızı durdurmanın belirli zararları olduğu gibi müstehcenliğin de belirli zararları olacaktır. Allah ile irtibatı sürdürmenin iç sisteminize belirli faydaları olduğu gibi bu irtibatı aksatmanın veya koparmanın da zararları olacaktır. Bu aksaklıklar ve kopukluklar da birikince bu durumun dünya hayatından sonra devam edecek hayatınızda sizin için acı sonuçları olacaktır. Seçimdeki tercih hakkı sizindir. Bu gibi uyarıları bir zorbanın kendi keyfine göre sizi yönlendirmek istemesi şeklinde değil, sizin iyiliğinizi isteyen bir büyüğünüzün şefkat uyarıları olarak dinlemek ve böyle kulak vermek de mümkündür. Ki Kur’an’daki uyarılar böyledir.
“Bu (Kur’an), bütün âlemlere bir öğüt, bir uyarıdır. İstikamet sahibi olmak isteyenler onu dinlerler.” (1)
“Nefsini maddi-manevi kirlerden arındıran kurtuluşa erer.”(2)
“Öğüt dinleyerek temizlenen ve arınan kurtulmuştur.”(3)
“Kim kendisini çirkinliklere/günaha daldırırsa o ancak kendisine zarar vermiştir.”(4)
“Doğrusu Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendi kendilerine zulmettiler.”(5)
Kur'an'da geçen bu ve benzeri pek çok ayet de meseleyi böyle değerlendirmenin gerekliliğini göstermektedir. Yani baştan kurallar böyle konulmuş ve bu kurallar hakkında bize uyarıda ve hatırlatmada bulunulmaktadır. Kalplerimizi yumuşatmak ve zihinlerimizin daha da açılmasını sağlamak için meseleye bu yönden bakmak bizim menfaatimize olacaktır. İnsan bu uyarılara kulak verebilir de vermeyebilir de. Makul ve mantıklı olan bu uyarılara kulak vermek, manevi sistemin kanunlarına uymaktır.
1 ) Tekvir, 27
2 ) Şems, 9-10
3 ) A’la 14
4 ) Nisa, 111
5 ) Âl-i İmran, 117