9 dk.
02 Haziran 2022
Çocukken ölenler ve yaşlanıp cehenneme gidenler-gorsel
Youtube Banner

Çocukken ölenler ve yaşlanıp cehenneme gidenler

Soru: Bir çocuğun akıl baliğ olmadan vefat ettiği zaman cennete gideceği söyleniyor. Fakat bir başka kişi 60 yaşına kadar yaşayıp cehenneme gidebiliyor. Bu durumda 60 yaşına kadar yaşamış kişi için bir adaletsizlik oluşmuyor mu? Herkes kul olduğuna göre herkesin aynı imtihana girmesi gerekmez mi? 60 yaşına gelip cehenneme giden kişi de 10 yaşından önce ölmüş olsaydı cennete gidecekti. Burada bir adaletsizlik söz konusu değil mi?
 

Cevap: Bu soru aslında bazı açılardan yeni gözükse bile geçmişi mutezile dönemindeki kelam konularıyla ilgili tartışmalara kadar uzanan bir sorudur. Hatta kelam literatürüne giren ve ihve-i selase (üç kardeş) olarak bilinen sembolik hikaye de bu soruyla ilgilidir.(1) Bu konudaki geleneksel tartışmaları ayrı bir yazıya bırakalım ve sorudaki mantık hatalarına göz atarak başlayalım.

 

Sorudaki birinci mantık hatası: Bir mantıksal çıkarımda bütün ara önermelerde geçen aynı kelimeler, aynı anlamlara sahip olmalıdır. Örneğin “Gerçekler acıdır. Biber de acıdır. O halde gerçek, biberdir.” şeklindeki önermenin hatası her iki önermedeki ‘acı’ kelimesinin aynı anlamda kullanılmamasıdır. Bu soruda da soruyu soranın zihnindeki vefat eden çocuğun farz-ı muhal yaşaması durumunda içinde bulunacağı yaşamsal şartlarla, 60 yaşında ölen kişinin yaşamsal şartlarının eşdeğer olacağı varsayımı bulunuyor. Bu varsayım zaten bir varsayımdır, gerçekleşmiş olmadığı için gerçek değildir. Dahası varsayımın gerçek olması durumunda dahi her iki kişinin hayatı birbirine eşdeğer olmayacaktır. Yani aynı hayatlardan bahsedilmemektedir. Altmış yaşında iki kişinin karşılaştırılması bir derece daha makul olabilir ancak o da yaş itibariyle bir karşılaştırma olmuş olacaktır. Sonuçta soruyu soran kişi, bazı sonuçları kesin biliyormuş gibi soruyor. Yani örneğin 6 yaşındaki bir insanın da mutlak olarak 60 yaşına ulaşabileceğini varsayıyor, oysa bunu bilmiyoruz ve bilemeyiz. Bu yönden de bilinmeyen şeylerin karşılaştırılması mantıksızdır. 

 

İkinci hata ya da problem ise; adalet ve adil kelimelerinin ifade ettikleri anlam bakımından bir belirsizlik olmasıdır. İyi tanımlanmamış, net olmayan kavramların kullanıldığı mantıksal önermelerden doğru sonuçlara ulaşılamaz. Bu soruda “Adalet nedir, adil kime derler?” gibi soruların cevabı net değildir. İki insan arasında 20 tane ceviz mi bölüştürülecektir yoksa bir hakimin mahkemede verdiği karar cinsinden bir karar mı kastedilmektedir? Allah-u Teala’nın adil olup olmamasıyla ilgili bir önermede adalet kelimesi ne anlamda kullanılmaktadır ki Allah-u Teala için adildir veya değildir sonucuna varılabilmektedir? Bu da belli değildir.

 

Bu tarz soruların neredeyse hepsinde ortak olan çok temel bir mantık hatası da şudur ki; “Allah’ın şöyle yapması adil mi? Böyle yapması doğru mu?” formlarındaki sorularda “Allah” derken kastedilen, zihinde kurgulanan varlık aslında sorunlu bir varlıktır. Yani soruyu soranın zihninde sorunludur. Ya da en azından sıfatlarında, icraatlarında, yani özellikleri ve yaptığı şeylerin değerlendirilmesinde belirsizlikler ve eksiklikler-hatalar bulunabilen bir varlıktır. Allah olarak bir varlığa, yani kainatı inşa eden, bu dünyayı bir imtihan meydanı olarak var eden, arkasından cenneti ve cehennemi var edecek olan (eden), bize hidayet etmek, doğruyu yanlışı öğretmek, eğri yolun akıbetini ifade etmek üzere peygamberler gönderen, her şeyi bilen, her şeye kadir, tüm güzelliklerin kaynağı olduğu gibi adalet anlayışının da kaynağı olan bu Zatın yaptığı ve yapacağını bildirdiği şeylerle ilgili “Bunlar adil mi?” diye sormak anlamsızdır. Çünkü bu zat ne yaparsa güzel olan odur, adil olan odur, iyi olan ve doğru olan odur. 

 

Diğer taraftan böyle bir zata inanılmıyorsa, yani Allah ismi verilse de zihinlerde bir cins Zeus gibi, Hübel gibi farklı bir karakter canlandırılıyorsa böyle bir soruyu sormanın gene anlamı yoktur. 

 

Eğer hakikatte doğruluğun, güzelliğin, her türlü hayrın kaynağı olan Allah-u Teala’ya inanılıyorsa o zaman da O’nun icraatlarının adil olup olmadığını sormanın bir gereği olmayacaktır. Yani soruyu soran farkında olmadan kendisinin, Allah-u Teala’nın yaptıklarını etik olarak değerlendirebilecek “Bu yaptığı yanlış, bu yaptığı doğru.” gibi bir konumda görmüş oluyor. Aslında o çerçevede o soruyu sorarken zımni varsayım olarak Allah-u Teala (haşa) herhangi bir insan, bazı yaptıkları doğru bazıları yanlış gibi yorum yapabilecek bir halde görüyor ki bu soruyu sorabiliyor. 

 

Evet, bazı noktalarda bizim lokal değerlendirme hakkımız olabilir. Örneğin üniversitede hoca tahtada mesela mühendislik dersinin zor bir konusunu anlatırken basit bir hesap hatası yapmış olabilir ve siz hocanın hatasını görmüşsünüzdür ve dersiniz ki; “Hoca hesap yaparken artıyı eksi olarak geçirdi.”. Böyle bir değerlendirme sizin kudretiniz ve bilginiz dahilindedir. Hoca sizden çok şey biliyor olmakla beraber bu mevzuda ve o anlık denginizdir ve başka meseleleri sizden daha iyi bildiğini bildiğiniz halde bu hatayı söyleyebilirsiniz. Ama henüz 1. sınıf öğrencisi iken orada hocanın herhangi bir bilgisini ve yaptığı şeyi değerlendirmeniz makul olmaz.  Kaldı ki Allah-u Teala’nın zatı ve özellikleri ile bizim aramızdaki seviye farkı, örnekteki üniversite hocası ve öğrencisi arasındaki seviye farkından hesaplanamayacak kadar daha fazladır. Bu ince bir mevzu olarak görülse de Allah-u Teala'nın zatı ve icraatları hakkındaki sorulan soruların çoğunun ardında "Ben onu değerlendirebilirim, adil bulup bulmayabilirim." gibi bir varsayım vardır. Bu da son derece mantıksız bir varsayımdır. Bu mantıksızlığı zirvede gerçekleştiren ise bildiğimiz şeytandır. Yani Hz. Adem’e secde edilmesi emrine mukabil “Sen beni ateşten onu topraktan yarattın, ateş topraktan değerlidir.” derken “Sen ateşin topraktan daha değerli olduğunu bilmiyorsun, yanlış yaptın, bak ben sana doğrusunu öğreteyim.” tavrı vardır. Bunun da mantıksızlığı açıktır. Hem “Allah-u Teala” deyip hem de O'nun bilmediğini, yanlış yaptığını varsaymak mantıksal çelişkinin zirvesidir. 

Özetle, bu ve benzeri sorular sorulurken zihinlerde eğer Zeus gibi bir şeyden bahsediliyorsa biz zaten bunu cevaplıyor değiliz. Ancak Kur’an’ı ve peygamberleri gönderen ve bu Kur’an’da yaptıklarını ifade eden zatın yaptıklarını soruyorsanız öncelikle kim kimi değerlendiriyor ve kontrol ediyor, bunu düşünerek sormak lazım.

 

Çocukların ölümü ve cennet konusuna gelince: Aslında hadis-i şeriflerin tamamına bakınca vefat eden çocukların nereye gideceğine dair net bir bilgi elde edemeyiz. Özellikle de gayrimüslim çocuklarının ahiretteki durumları hakkında kesin bir kanaate varmamız mümkün değil gibidir. Bazılarına göre vefat eden çocuklar ana babalarına tabi olacaklar, bazılarına göre direkt cennete gideceklerdir. Kesin bildiğimiz, mümin olan bir insanın kendisi cennete gittiği vakit kendisinin çocukları da ona bir ikram ve iltifat olarak onunla beraber cennette bulunacaktır.

 

Diğer yandan cennet, tek makamlı, tek tabakalı bir yer değildir. Herkes için aynı şekilde, aynı durumda tecelli etmeyecektir. Ashabın yaşadığı cennet hayatı ile hayırları şerlerinden az bir farkla fazla gelerek cennete giren birinin yaşadığı cennet hayatı aynı olmayacaktır. Bu çerçevede “Küçük çocuklar cennete gider.” derken kastedilen şey aslında onların azap görmeyecekleridir çünkü onlar sorumlu değildir. Bir de anne babaları, amcası, dedesi gibi o çocuğu tanıyıp sevip yanında isteyecek birileri varsa onların yanında cennette var olacaklardır. Kedi, koyun gibi zararsız hayvanların da bu dünyada bir varlıkları var ve bu çerçevede insanlara faydalı dostlukları da vardır. Bunlar da bir şekilde cennette bulunabilirler. Bu dünyada salihâne bir hayat yaşamış, çevresine de faydası olmuş bir insanın sevdiği kedileri veya başka hayvanları da cennette onunla birlikte kendi koşullarına göre yaşamaya devam edebilir. 

 

Meselenin farklı bir yönü de bizim insanlara bakıp bazı fiziksel, biyolojik ya da anatomik ölçülerle her insanı aynı şey sanmamızla ilgilidir. Aslında insanlar hakikatte aynı şey değillerdir. Bu kısmı biraz daha açalım: Çevremize baktığımızda gördüğümüz dağlar, ovalar, bahçeler, denizler, okyanuslar, ormanlar, bitkiler ve hayvanlar… Bunlar esasında imtihan açısından insanın varlığı için yeryüzünde -tabiri caizse- bir zemin bir dekor oluşturmaktadırlar. Kıyamete kadar vazifelerini yaparlar, kıyametin kopmasıyla da kaybolur giderler. Bu çerçevede aynı bilgisayar oyunlarındaki NPC'ler gibidirler. NPC’ler bir bilgisayar oyununda aslen kendisiyle oynanamayan yani oyuncu olmayan karakterlerdir. Oyuncu oyun içinde onlarla çeşitli etkileşimlere girer, onlardan bazı görevler alır, yapacağı işi öğrenir. NPC’ler oyuna bizzat dâhil olmazlar, oyunda yükselmezler, puan almazlar. Bilgisayar programcısı veya oyunu yazanın oyunu daha güzel hale getirmek için yazdığı karakterlerdir. Oyun bu şekilde çeşitlenir, renklenir. Oyunu oynayan kişi kazanır veya kaybeder ancak NPC’lerin böyle bir durumu yoktur. Dolayısıyla NPC’lerin oyun içinde hakiki bir varlıkları da yoktur. Varlıkları o anda, oyun içinde görünen, bizim şu anda gördüğümüz, bildiğimiz, karşılaştığımız bazı canlıların veya bazı varlıkların (taş, toprak, deniz, dağ, bitki, orman, hayvan hatta insan formunda çocuk, bebek vb.) fonksiyonu sadece NPC'lik olabilir. Zira Allah-u Teala bir açıdan her şeyi biliyor, her şeyi takdir ediyor ve bizim açımızdan o çocuğun 8 yaşındaki hâli ile 15 yaşındaki hâli aynı gözükse de belli programlar yani onu imtihan olmaya sevk edecek belli yapı ona yüklenmemişse henüz bizzat hakiki olarak bir insan değildir ki onun sorumluluğu bulunsun. 

 

Yine soruda imtihana dair bazı noktalar da göz önüne alınmamıştır. Bu nedenle de çocuk ve yaşlı kişi hakkında tüm şartlar aynıymış gibi düşünülmüş olmaktadır. Evet, 6 yaşlarında vefat eden bir çocuğa imtihana dair bazı noktalar, adeta o imtihan yazılımı henüz yüklenmemiştir. O halde bu çocuk bir cins NPC gibidir. Yani Allah-u Teala bir canlıyı imtihan etmeyi murat buyurmadan yaratmış ve bu dünyada birkaç sene bir cins NPC olarak bulunmasını murat buyurmuş olabilir. Diğerini ise imtihana tabi tutmak üzere 60-80 yaşlarına kadar yaşatmayı murat buyurmuş olabilir. Bunda adalet açısından da hakkaniyet açısından da etik açıdan da bir problem yoktur.

 


1) İhve-i Selase (Üç Kardeş) hakkındaki tartışmalar hakkında ansiklopedik düzeyde bilgi için bkz: https://islamansiklopedisi.org.tr/ihve-i-selase