13 dk.
23 Ağustos 2022
Çok sevdiğimiz zatları okurken/dinlerken dikkat edilmesi gerekenler | 2.Kısım-gorsel
Youtube Banner

Çok sevdiğimiz zatları okurken/dinlerken dikkat edilmesi gerekenler | 2.Kısım

Bu yazı, "Çok sevdiğimiz mürşitleri okurken/dinlerken dikkat edilmesi gerekenler" başlıklı yazı dizisinin ikinci yazısıdır. Serinin ilk yazısına buradan ulaşabilirsiniz.

Serinin ilk yazısında yapılan açıklamalar konuyla ilgili zihinsel çıkış noktalarının tespitiyle ilgiliydi. Şimdi farklı bir boyuta geçiyoruz.

 

Muhataba Zihinsel Olarak Verilen Rolün Önemi
 

Konuyla ilgili olarak Bediüzzaman Said Nursi'nin Kastamonu Lahikası isimli eserinde “Ehemmiyetlidir” notuyla yer alan çok önemli bir metin vardır. Metni aynen aktarıyoruz:
 

Ehemmiyetlidir!
 

[Risale-i Nur talebelerinden bir kısım kardeşlerimin, benim haddimin çok fevkinde hüsn-ü zanlarını ve ifratlarını tadil etmek (dengelemek) için ihtar edilen bir muhaveredir (karşılıklı konuşmadır.]
 

Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum.
 

O merhum kardeşim, evliya-i azimeden olan Hazret-i Ziyaeddin’nin (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane (aşırıya kaçacak derecede) muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki:

"Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu (ilimleri) biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam (zamanın en büyük mürşidi) gibi her şeye ıttılâı var." Beni onunla raptetmek (bağlamak) için çok harika makamlarını beyan etti.

 

Ben de o kardeşime dedim ki: "Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim (yenebilirim, susturabilirim). Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin. Yani o ünvanla bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur (ortadan kalkar) veyahut dörtten birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddi severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana halis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin. (Haşiye: Çünkü sen, muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiyatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakikî makamının fiyatına en büyük muhabbet de ucuzdur.")

 

Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için, benim nokta-i nazarımı (bakış açımı) kabul edip takdir etti.

 

Ey Risale-i Nur’un kıymettar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakar kardeşlerim,

 

Şahsiyetim itibarıyla sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez; fakat sizin gibi hakikatbin (hakikate aşina) zatlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusuratla âlûde mahiyetim görünse, bana acıyacaksınız. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız.

 

Ben size nispeten kardeşim; mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârâne dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var.”1

 

Bediüzzaman yukarıdaki metinde verdiği örnekle bu konuyu son derece güzel bir biçimde izah ediyor. Yukarıdaki metindeki noktaların haricinde bir mesele daha var ki bu da muhataba zihinlerde verilen roldür.

 

Şöyle ki: Gerçekten hayatta olan ve bizzat görüşülebilen kişiler dışındaki insanları böyle görmek ve onlara karşı böyle bir bakış açısı geliştirmek pek verimli değildir. Yine de Bediüzzaman gibi zatlara; her söylediğine, her zaman ve her durumda, her şekilde uyulması gereken bir şeyh, bir imam, bir üstat nazarıyla bakabilirsiniz. Bediüzzaman’a zihninizde verdiğiniz rol bu olunca onun eleştirilmesi insana çok tuhaf gelecektir. Fakat bu durumda bir alim, bir öğretmen, ilim üreten ve yayan birisi olarak Bediüzzaman‘dan istifade edememiş olursunuz.

 

Bunun benzeri başka örnekleri de görebiliriz. İmam-ı Azam Ebu Hanife gibi bir dehayı, dönemin ulemasının kendisine “İmam-ı Azam” yani en büyük imam dediği imamı ele alalım. İmam-ı Azam mutlak müçtehittir, büyük bir alimdir. Meşhur hadis alimi Hüreybi’nin belki biraz mübalağa ile ama ciddi bir vefa borcunu hatırlatması açısından dediği gibi “İslam ümmetine namazlarında Ebu Hanife’ye dua etmesi vaciptir..”2 Böyle bir imamdır Ebu Hanife. Bir de Ebu Hanife’nin bir ders halkası vardır. Bu ders halkasında farklı seviyelerde yüzlerce öğrenci ders görmüş, oradan aldıkları ilimleri farklı coğrafyalara taşımışlardır. Fakat bu öğrenciler içinde İmam’ın kendi tabiriyle “Bu ashabımız 36 kişidir. 28’i davalara bakmaya, 6’sı fetva vermeye, (İmam Züfer ve Ebû Yusuf’u kastederek) 2’si kadı ve müftü yetiştirmeye, ehildir.” dediği özel talebeleri de vardır. Bu talebelerin ortak özellikleri, özellikle de içlerinden ikisinin (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) en önemli özellikleri, o ders halkasında anlatılan meseleleri itirazsız, eleştirisiz tam öğrendikten ve benimsedikten sonra İmam-ı Azam’a muhalefet edebilmeleri, onun bazı görüşlerine karşı çıkabilmeleridir. Ancak bu talebeler İmam-ı Azam’a hakiki varis olmuşlar, yani onun misyonunu hakiki manasıyla devam ettirebilmişlerdir. Hatta Hanefi mezhebinin sonraki alimleri İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam-ı Azam’ın farklı görüşlerinden hangisine, hangi şartlarda uyulacağı konusunu kendi aralarında tartışmışlardır. Buna göre İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed bir konuda birleşerek Ebu Hanife’ye muhalefet etmişlerse konuya bakılır, eğer bu konu zamanın ve şartların değişmesinden kaynaklanan bir mesele ise Ebu Hanife’nin değil İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşünün esas alınacağı kabul edilir. Bu iki talebe bu kadar önemlidir. İmam-ı Azam’ın da bazı fetvalarından bu iki talebesinin görüşlerine katılarak rücu ettiği bilinmektedir. Şehir içindeki hapishanelerde teyemmümle namaz kılma, hibe ve kabz konusunda şahitlik, hayvan kiralamada akde aykırı hareket etme gibi pek çok fıkhî konuda bu büyük imam, önceleri talebeleri olan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’den ayrı düşünürken daha sonra onların görüşleriyle aynı noktaya gelmiştir.3

 

Bu nedenle İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, İmam-ı Azam’ın ilim oluşturma, üretme faaliyetinde hakiki talebeleri olabilmiş, diğerleri ise (İmam’ın bahsettiği 36 öğrenciyi hariç tutarsak) o seviyeyi yakalayamamışlardır. Elbette İmam-ı Azam’ı bir şeyh gibi benimseyen, onu sadece dinleyen ve sadece ezberleyen insanlar olmuştur. Hatta İmam’a karşı diğer öğrencilerin bazı itirazlarını tuhaf karşılayanlar da olmuştur. Fakat tekrar edelim ki bu kişiler, İmam-ı Azam’ın hakiki talebeleri olamamışlardır.

 

Çünkü bir insanın şeyhe karşı tavrı başka olmalıdır, öğretmene karşı başka, yöneticiye karşı tavrı başka olmalıdır.

 

Şeyhe, şeyh-mürit ilişkisinde kişisel terakki çerçevesinde hiç itiraz edilmez, edilmemelidir. Hatta şeyhten kalben şüphe bile edilmemelidir. Nasıl ki bir insan kendi karısına veya kocasına sık sık bakıp “Acaba daha iyisini bulabilir miydim?” diye düşünüp durmamalıdır ve bu değerlendirme, böyle bir sorgulama bir cins ihanet sayılır. Bir defa sevdikten ve tercih ettikten, karar verip evlendikten sonra bir insanın eşini (çok önemli istisnalar dışında) tekrar tekrar değerlendirmemesi beklenir. Hatta eşine karşı “Ben sokakta, çevremde gördüğüm kadınlara bakıyorum ve sonra düşünüyorum ki içlerinde en güzeli sensin.” demek bile bir cins ihanettir. Bunun gibi, bir şeyh karşısında müridin ‘Şeyhim acaba diğer şeyhlerden daha iyi mi değil mi?” şeklinde düşünmesi de bir cins ihanettir ve müritliğe manidir.

 

Yöneticilikte ise bir insan ilgili konuda ve istişare çerçevesinde kendi fikrini söyler, söylemelidir. Fakat yönetici bu bireysel fikri kabul etmez, başka bir şey emrederse buna itaat etmelidir.

 

Komutana karşı ise kişi itiraz bile etmemeli, komutanın fikrinin yanlış olduğunu düşünse de emre itaat etmelidir. Hatta kendisine verilen emrin dışına çıksa ve kendi görüşüyle yaptığı iş başarıya ulaşsa dahi kişi emre itaatsizlikten ceza alacaktır.

 

Bir öğrencinin ise bir mevzuda hocasına farklı konularda itiraz etmesi, kendi fikrini savunması ve ikna olmazsa da kendi fikrine sahip olmaya devam etmesi gerekir. Aksi hâlde o öğrenci hakikate saygısızlık etmiş olur.

 

Biz Müslümanların, topyekûn İslam aleminin, alimlerimizi aynı anda şeyh olarak düşünmek gibi bir zahmetimiz vardır. Bu nedenle de birkaç adım sonra gerek İmam-ı Azam gerek İmam Gazali gerek İmam Rabbani gerek Bediüzzaman’ın söyledikleri; artık üzerine çalışılmaz, genişletilmez, şerh edilmez, eksikleri tamamlanmaz, ekleme yapılmaz olarak görülmüştür. Bu nedenle de bu zatların ürettikleri ilimler yeniden üretilemez hale gelmiştir. Meselenin ilmî yönündeki bu tamamlanamayan noktalar da zamanla çeşitli noktalarda az veya çok zarar vermeye başlamıştır.
 

Mesela Risale-i Nurlar telif edilmeye başlandığı 20. yüzyılın başlarından bu yana insanların imanına çok büyük katkıda bulunmuştur. İman ve Kur’an hakikatlerinin üzerine insanların nazarında yüzyıllardır sinen tozu toprağı temizlemiş, bakış açılarını tazelemiş, insanların duygusal ve zihinsel merkezlerini o mecraya doğru yeniden kanalize edebilmiştir. Risale-i Nurlar hâlen bu özelliğini kaybetmiş değildir. Böyle bir iddiadan Allah’a sığınırız. Ancak şu da bir gerçektir ki; değişen şartlar, insanların iman ve Kur’an hakikatleri adına takıldığı noktaların farklılaşması ve çeşitlenmesi ve benzeri nedenlerden dolayı bu eserler insanlar üzerinde önceki dönemlerdeki kadar etkileyici olmayabilmektedir. Bu durum devam ederse eserlerin tesiri yıldan yıla azalmaya da devam edecektir. Oysa Risale-i Nurların verdiği eğitim yeni gelişen şartlara, sorulara ve sorunlara karşı yeni stratejiler ve mantık örgüleri geliştirmeyi de kapsamaktadır. Yani Risalelerde hem muhataplarını eğitecek hem de o konuda öğretmen olacak insanları eğitecek potansiyel de vardır.

 

Bediüzzaman da kendi talebelerine “Sizin vazifeniz devam ediyor.” demiş, özelde o talebelerine, genelde Risalelerden tam ve hakiki ders alanlara şerh ve izahın yanında "tekmil" ile de görevli olduklarını açıkça söylemiştir.4 Ki tekmil “tamamlama” demektir. Buna binaen gerek telif edilmeyen kısımların telifi gerekse eksik bırakılan yerlerin tamamlanması gibi açıkça verdiği veya bir çeşit vasiyet ettiği görevler olduğu gibi, kendi ifadesiyle tahkik mesleği olan Risalelerin o işaret edilen tahkik ile tahkik edilmesi sonucu tam ders alanların eksik gördüğü yerleri tamamlaması da haricen öngörülebilir bir şeydir.

 

Ancak Bediüzzaman’a daha çok bir şeyh nazarıyla bakıldığı, eserlerindeki hakikatlere “ilim” gözüyle bakılmadığı ve o nazarla değerlendirilmediği için yazılanların çoğunlukla nakledilmesiyle yetinilmiştir. Bu nedenle de Risale-i Nurlardan gerçekten istifade etmiş, o eserlerin hakiki bir talebesi çıkıp da “Burada böyle söylenilmiş ancak bu söylenenler bugünün şartlarında yeterli gelmiyor. Şurada ise şöyle bir eksiklik var denilebilir. Şu kısımda da zayıf bir hadis kullanılmış ancak şu hadis kullanılsa daha iyi olurdu.” gibi söylemlerde bulununca duygusal tepkilerle karşılaşabilmektedir. Bu duygusal reaksiyonlar da bu eserlerden doğru bir şekilde istifadenin önündeki önemli engellerden birisidir. Halbuki o eserlere gerçek varis olma; o ilmi, o ilmin öngördüğü mantık ve dil örgüsünü değişen şartlara da uyarlayabilmek, gerektiğinde yeni şeyler söyleyebilmek hatta tabiri caizse iman ilminde, fıkıhta olduğu gibi içtihadı devam ettirebilmektir.

 

Yine Hanefi mezhebi için de benzer bir durum söz konusudur. İmam-ı Azam’ın yaşadığı dönem olan Hicri 2. yüzyılda insanlar arasında henüz müçtehit bir imamı taklit etmek olgusu başlamamıştır. İnsanlar dini konularda bilgisine güvendiği kişilere kendi özel sorunuyla ilgili sorular sorup ona göre amel etmektedir. İçtihat kapısı ardına kadar açıktır. Fıkıh ekolleri de yeni yeni oluşmaktadır. Bu atmosferde İmam-ı Azam’ın öğrencilerinin bizzat hocalarına, hatta İmam Züfer, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed gibi önde gelen talebelere muhalif içtihatlarda bulundukları da bilinmektedir. İmam-ı Azam, kendi sistemini kurmuş, yöntemini öğretmiş ve talebeleri de o sistem ve yöntem içerisinde gerektiğinde hocalarına da muhalefet ederek sistemin işleyişini devam ettirmişlerdir. Bu da sadece fıkıh alanında değil, adına sonradan "kelam" denilecek iman ve Kur’an hakikatlerini anlama ve yorumlamadaki birikimleri alanında da olmuştur. Bu bağlamda Hanefi mezhebi salt bir fıkıh ekolü değil aynı zamanda iman ve Kur’an hakikatlerinin anlaşılıp yorumlanmasında da önemli bir okuldur. İmam-ı Azam’ın talebeleri bu konuda da hocalarının ilmini Orta Asya’ya kadar götürmüşlerdir. Böylece Hanefi ekolü daha verimli, reel hayatın içinde daha yaşanabilir bir hâle gelmiştir.

 

Ancak zamanla içtihat kapısı neredeyse kapanmıştır. Hicri 3. Yüzyılın ortalarına kadar içtihat, yani geniş anlamıyla nasların anlaşılması, yorumlanması ve uygulanmasında sürekli bir gelişim ve yenilik demek olan içtihat konusunda hiçbir kısıtlama yoktur. 3. Yüzyılın ortalarından sonra içtihadın bu geniş anlamı daralmış, mevcut birikimin yorumlanması ve uygulanmasıyla yetinilmiştir. Çünkü sadece önceki dönem müçtehitlerin içtihat etme yetkisinin bulunduğu, sonraki gelenlerin içtihat edemeyecekleri gibi tuhaf bir anlayış yaygınlaşmış ve yerleşmiştir. Hatta bu anlayış kısa sürede, 4. Yüzyılın başlarından itibaren genel bir kabule dönüşmüştür ve artık bu dönemden sonra ulemanın fonksiyonu, önceki ulemanın görüşlerini yorumlamaktan, şerh etmekten ve nakletmekten ibaret bir hâle gelmiştir. İçtihat kapısının kapanması da zaten bunu ifade eder.
 

Sonuç olarak; zihnimizde şeyh, imam (yönetici), hoca gibi roller biçtiğimiz zatlara karşı mutlak itaatin veya onların söyleyip yazdıklarını aynen kabul etmenin ne zaman gerekip ne zaman gerekmeyeceği meselesinde o zatlara zihnimizde verdiğimiz rollerin belirleyiciliği önemlidir. Şeyh olarak gördüğümüz, aramızda öyle bir ilişki bulunan zata karşı farklı; kendisinden ilim öğrenmeyi planladığımız zata karşı farklı bir tutum sahibi olmak en doğrusudur.


Yazı dizisinin ikinci yazısı burada sona ermektedir. Üçüncü yazı, yarın internet sitemizde yayımlanacaktır. 
 


1 ) Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, s:58

2 ) İmam Zehebi, Menakıb-ı İmam Ebu Hanife, s: 78

3 ) Ayrıntılı bilgi için bkz: www.islamhukuku.com/Uploads/Sayilar/islam%20hukuku%20dergisi%2019545.pdf

(Ebu Hanife’nin İcihadlarındaki Değişim (Kaynaklar-Sebepler-Analiz) Soner Duman, s: 441-465

4 ) Kastamonu Lahikası, 35. Mektup