11 dk.
27 Ağustos 2022
Çok sevdiğimiz zatları okurken/dinlerken dikkat edilmesi gerekenler | 3. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Çok sevdiğimiz zatları okurken/dinlerken dikkat edilmesi gerekenler | 3. Kısım

Bu yazı, “Çok sevdiğimiz zatları okurken/dinlerken dikkat edilmesi gerekenler” konulu yazı dizisinin üçüncü yazısıdır. Yazı dizisinin ikinci yazısına buradan erişebilirsiniz. 

Kur’an’la muhatap olma sadece anlamını bilmeden yüzünden okuma, meal ve tefsirlerle olmaz. İnsanlar Arapça bilmeyince ve bu nedenle asli kaynakla (Kur’an ve hadislerle) muhatap olmayınca asli kaynakla bağları da neredeyse hiç kurulamamış oluyor. Evet, konuşma Arapçası gerekmese bile hiç olmazsa “Kur’an Arapçası” olarak bilinen Arapçayı az bir gayretle öğrenmek mümkün. Böylece ayetler ve hadisler önemli ölçüde asli kaynaklarından okunmuş, öğrenilmiş olacaktır. Çeviri, tefsir, yorum gibi faaliyetler genelde akademik faaliyetler zannedilir ve bu işler ilahiyatçılardan beklenir. Ancak bir insanın Kur’an’ı, tanıyıp ona aşina olabilmesi için bir parça da olsa metnin bizzat kendisiyle doğrudan bağ kurması gerekir. Bu bağ doğal olarak dil üzerinden kurulacaktır. Bunun yanında en azından hangi konuların nerede geçtiğini bilecek kadar bir okuma da gereklidir. Ancak bu olmayınca, yani Müslümanların çoğunun dinin orijinal kaynaklarıyla bağı sıfıra yakın olduğu için bu insanlar tanıyıp benimsedikleri, ailelerinden veya çevrelerinden görüp bildikleri bir hocayı, bir şeyhi veya tarikati-cemaati, bir alimi farkında olmadan ve adını da öyle koymayarak dinin esas kaynağı olarak görmüş oluyor. Böyle olunca da kendileri bizzat böyle bir iddia da bulunmasalar da, hatta duysalar “Estağfirullah!” diyecek olsalar da pratik açıdan o zatı bir cins peygamber gibi görmüş oluyorlar. Dolayısıyla dini kendilerinden öğrendikleri zata karşı en ufak bir sözü aşırı duygusal bir tepkiyle karşılıyorlar.

 

Örneğin kendi dinini Nakşibendi geleneği içinde öğrenmiş, İmam Rabbani (ra) Hazretlerine ve eserlerine ciddi muhabbet besleyen bir insan İmam Rabbani’nin, Hz. Yakup’un (as) oğlu Hz. Yusuf’a (as) karşı muhabbetiyle ilgili sorulan soruya verilen cevabı bilir ve bu cevabı benimsemiştir. Bu cevabın dışındaki yorumlar ona göre ya hatalıdır ya da ikincil derecede cevaplardır. Bu nedenle bu kişi örneğin Bediüzzaman’ın, İmam Rabbani’nin bu cevabına karşı “Ey Üstad! O tekellüflü bir tevildir. Hakikat şu olmak gerektir ki: O, muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir”1 şeklindeki cevabını görünce “İmam Rabbani gibi bir zat hakkında böyle uygunsuz sözler söyleyen bir insanın kitaplarını okumam.” gibi duygusal, gereksiz ve sadece o eserlerden istifade edememe sonucunu doğuracak bir tepki gösterebilir. Hatta bunun gibi yaşanmış örneklere rastlamak da mümkündür.

 

Aynı şekilde vahdet-i vücut nazariyesini benimsemiş ve Muhyiddin Arabi’ye karşı ciddi muhabbet besleyen birisi de İmam Rabbani’nin (ra), Muhyiddin-i Arabi’ye (ra) karşı eleştirilerini görse, okusa benzer bir reaksiyonu gösterebilir ve böylece İmam Rabbani’den istifade edemez.

 

Yine Bediüzzaman’a (ra) ve eserlerine karşı ciddi muhabbet besleyen, imanını o eserlerle takviye eden birisi de bir başkasının “Şu risalenin şu kısmındaki hadis aslında sahih değildir. Her ne kadar o hadisin sahih olmaması anlatılan konuya bir zarar vermese de bu da bilinmelidir. Ayrıca şu bölümdeki mantık önermeleri içinde bir iki tanesi mantıken biraz zayıftır, o konu başka yerde daha iyi açıklanmıştır veya şu şekilde açıklansa daha iyi olurdu.” gibi sözlerini duysa “Sen Bediüzzaman’dan daha mı iyi biliyorsun? Bediüzzaman’ı eleştirmek kim sen kim?” gibi konunun ve söylenen sözlerin aslıyla hiç ilgisi olmayan negatif duygusal bir reaksiyon gösterebilir.

 

Bu gibi tepkilerin temelindeki iki esaslı sorunun birincisi; bu insanların İmam Rabbani’yi, Muhyiddin Arabi’yi veya Bedizzaman’ı sadece bir şeyh olarak görmeleri, ikincisi de dinin tek kaynağı olarak o zatları bilmeleri, dinle ilgili bütün bağlarını o zatlar üzerinden kurmaları, bütün algılarını ve bilgilerini o zatlardan almalarıdır.

 

Böyle olunca da insanların sevdikleri alimleri eleştirilmez, asla yanlış yapmaz kimseler olarak görmeleri bir dereceye kadar normaldir. Çünkü din, bu zatlardan öğrenilmiştir. Böylece o zatlar ne söylerse dinmiş gibi anlaşılacaktır. Bu sonuncu anlayış da aslında oldukça dramatiktir. Çünkü böyle bir bakış farklı dengesizlikleri de beraberinde getirir ve hatta o kişilerin kendi hayatlarında ciddi anlamda bereket kesilmesine de yol açar.

 

Bakış Açıları ve Doğru Açı

 

Bediüzzaman’ın, kardeşi Molla Abdullah’ın, şeyhi Ziyaeddin Efendi hakkındaki aşırı hüsn-ü zannını dengelemek için söylediği şu sözlerine özellikle dikkat etmelidir:

 

Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim.”

 

Yani muhabbetinizde aşırıya kaçtığınız (bu aşırılık sizin için bir dereceye kadar normal olsa da) zatların ilminin fevkinde ilim sahibi olanlar her zaman var olabilir, vardır ve olması da doğaldır. Demek ki o zatlar kainattaki bütün ilimleri her şeyiyle, bütün ayrıntılarıyla ve tam anlamıyla bilmiyordurlar ve bu normaldir. Sonuçta “Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.”2Bu da son derece normaldir. Çünkü bir alim, her konuda uzman olamaz ve olmak zorunda da değildir.

 

Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin. Yani o unvanla bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtten birisine iner.”

 

Yani muhabbetinizde aşırıya kaçtığınız zatları hakiki anlamda seviyor olmayabilirsiniz. Çünkü sevdiğiniz zatları neredeyse her zaman onların bir unvanına binaen seversiniz. Zihninizde oluşturduğunuz o unvan “büyük alim”, “zamanın kutbu”, “müceddit” gibi unvanlar da olabilir. O halde sizin sevginiz o zatlara değil onların unvanlarınadır. O unvanlar olmasa, mesela gayb perdesi açılsa ve o zatların kutup, müceddit gibi sıfatlara haiz olmadıklarını görseniz, o zatlar sizin gözünüzde sıradan insanlar veya hocalar olarak kalacaktır. Bu durumda sizin sevginiz en azından şüpheli veya kayıtlı, şartlı bir sevgidir. Bu da hakiki sevgi olamaz. Ancak sizin zihninizde kurguladığınız, kendi kendinize resmettiğiniz hayali bir karaktere olan hayali sevginizi ifade eder.

 

Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.”

 

Yani sevdiğiniz zatlar sevilmeyecek zatlar değildir. Bilakis onlar, sevgiye ve saygıya elbette gerçek anlamıyla layık zatlardır. Ancak bu muhabbetin asıl nedeni; onların, Allah Rasulü’nün sünnetine tâbî bir şekilde, iman ve Kur’an hakikatlerini anlama ve yaşamada Müminler için etkili ve önemli birer rehber olma özellikleri olmalıdır. Asıl sevilmesi gereken yönleri budur. Onların şahsi makamları, manevi unvanları değildir.

 

Sen, muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiyatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakikî makamının fiyatına en büyük muhabbet de ucuzdur.”

 

Yani siz kendinize ait muhabbet duygusunu şeyh, müceddit, büyük alim, kutup oldukları için sevdiğiniz zatlara çok pahalıya satıyorsunuz. Sizin muhabbetiniz eğer 10 lira ediyorsa onlara verdiğiniz makamların (yani sizin sevme nedenleriniz olan unvanların) ederi belki 1000 liradır. Halbuki onların hakiki makamları yani gerçek özellikleri olan Allah Rasulü’nün sünnetine tabi bir şekilde İslam’ı anlama ve yaşamada Müminlere rehber olma özellikleri karşısında sizin muhabbetiniz değil sizin gibi yüz binlerin muhabbetleri dahi ucuz kalacaktır.

 

Bediüzzaman bu bakış açısını gösterdikten sonra kendi zatına karşı ziyade hüsn-ü zan eden talebelerine karşı şu uyarıda bulunur:

 

“Şahsiyetim itibarıyla sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez; fakat sizin gibi hakikatbîn zâtlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusuratla âlûde mahiyetim görünse, bana acıyacaksınız. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız.”

 

Özelde Bediüzzaman’a, genelde ise herhangi bir alime karşı fazlasıyla hüsn-ü zan insana pek zarar vermeyebilir. Her ne kadar fazla hüsn-ü zan ve aşırı muhabbet o zatlardan hakiki anlamda istifadenin önünde bir engel olsa da bu durum bir cins kârdan zarar sayılabilir ve insanları ahiretleri adına ekstra bir yükün altına sokmayabilir. Hatta Bediüzzaman’ın ve benzeri zatların kendi nefislerini yerden yere vurmalarına karşı bir insan bu kişisel nefis muhasebelerini "kişiseldir" deyip görmezden de gelebilir. Ancak hakikatbin olmak, yani hakikati esas alıp ona odaklanmak, karşıdaki zatın şahsiyetine değil vazifesine bakmayı gerektirir. Önemli olan o zatın Kur’an ve sünnet ekseninde gerçekleştirdiği vazifedir. O zatın şahsiyeti, kişisel manevi makamı ve bu noktadaki unvanları çok daha az önemlidir.

 

Dolayısıyla Bediüzzaman bu metinde “Ben size nispeten kardeşim; mürşitlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım.” derken sıradan bir tevazu göstergesinde bulunmuyor, bilakis kendisini seven ve sayan insanların kendisine olan bakış açılarını dengelemeye ve tamir etmeye çalışıyor diyebiliriz. Hatta bu bağlamda “Bediüzzaman burada tevazu ediyor.” demek o zatı bir cins yalancılıkla suçlamak anlamına dahi gelebilir çünkü tevazu halk arasında öyle olmayan ama öyleymiş gibi ifade edilen bir kalıp şeklinde anlaşılmaktadır. Halbuki Bediüzzaman’ın sözleri açıktır ve “Tevazu yapıyor.” gibi bir basitlikle geçiştirilemeyecek kadar önemlidir.

 

Cenâb-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette taksimü’l-mesâi (işbölümü) kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.”

 

Burada da aynı dairede beraber gayret gösteren insanların birbirlerine karşı konumlarının “işbölümü” kavramıyla açıklanması son derece önemlidir. Nasıl ki bir devlet dairesinde genel müdürden hizmetliye kadar çeşitli iş kolları vardır ve herkesin yapacağı vazife bellidir. Genel müdür falan şahıs olmazsa filan şahıs olacaktır, çünkü o devlet dairesinde görülen işler, hizmetler bir şekilde devam edecektir. Aynı durum müdür yardımcısı, birim amirleri ve sıradan memurlar ve odacılar, hizmetliler için de geçerlidir.

 

Son tahlilde, Bediüzzaman’ın, Ziyaeddin Hazretlerine karşı önerdiği bakış açısı, bizim de sevdiğimiz ve saydığımız, kendilerinden istifade etmeye çalıştığımız zatlara karşı sahip olmamız gereken bakış açısı olmalıdır.

 

Aksi durumda dramatik sonuçlarla karşılaşılması kaçınılmaz olacaktır. Yanlış bir bakış açısıyla hayatın içindeki imtihanlara karşı daha kırılgan hale gelmek mümkündür. Örneğin, Bediüzzaman dahil kimse gaybı bildiğini iddia etmemiştir. Ancak o zatı gelecekten kesin haber veren birisi olarak gören birisi; Bediüzzaman’ın, kabrinin gizli kalmasıyla ilgili sözlerini de gelecekle ilgili verilen kesin bir haber olarak anlamıştır. Bediüzzaman bir yerde talebelerine kabrinin bir iki talebesinden başka kimsenin bilmemesi için gerekli önlemleri almaları konusunda vasiyette bulunur.3 Bediüzzaman vefat ettikten sonra Şanlıurfa’da defnedilir ve kabri herkesçe bilinmektedir. 4 aya yakın bir süre (111 gün) bu şekilde kalır. Daha sonra ise naaşı şu anda halen herkesçe bilinmeyen bir yere götürülür ve defnedilir. Bediüzzaman’a karşı aşırı muhabbet ve hüsn-ü zan besleyen birisi de bu durum karşısında ciddi bir boşluğa düşer ve Bediüzzaman’ın gelecek hakkında verdiğini zannettiği haberin yanlış çıktığını düşünerek bütün hüsn-ü zannını yitirir. Bu ve benzeri örneklerden hareketle aşırı hüsn-ü zannın bu gibi zahmetlere ve dramatik sonuçlara neden olabileceğini görüyoruz.


Yazı dizisinin üçüncü bölümü burada sona ermektedir. Dördüncü bölüm yarın yayımlanacaktır.
 


1 ) Mektubat, 8. Mektup

2 ) Yusuf, 76

3 ) Emirdağ Lahikası, 123. ve 126. Mektuplar