Dil Belası | Tek Parça
Soru: Dürüstlük, yerinde konuşma, üslup ve benzeri açılardan konuşmamızı nasıl düzeltebiliriz?
Cevap: İnsanlar okuma yazma öğrenmeden önce konuşmayı öğrenirler. İletişimde konuşma, yazıdan önce gelir ve daha yaygın kullanılır. Bununla birlikte konuşmak, yazmaktan daha yaygın, daha kontrolsüz ve daha serbesttir. Bu nedenle konuşma üzerine çalışmak yazı üzerine çalışmaktan daha zor görünebilir ancak bazı yönleriyle konuşmanın daha kolay düzeltilmesi de mümkündür.
Konuşmakla ilgili Kur’an daha esas ve temel hususlarla ilgilenir.
Öncelikle insanın ağzından çıkan her sözün kayıt altına alındığına dair akıl sahipleri için ciddi bir uyarı vardır: İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”1 konunun daha baştan ciddiyetine temas edilmiştir. Ayrıca;
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin.”2 ayeti, sözü vakıaya mutabık, doğru ve hakikat olarak söylemenin Allah korkusuyla, Allah’a karşı saygılı olmakla doğrudan ilişkili olduğunu belirtir.
“Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu, iman edenleri üzmek içindir.”3 ayeti ile kötü niyetli, başkalarına zarar verme amaçlı fısıldaşmalar açıkça yerilmiş ve bunların şeytanî özellikte olduğu vurgulanmıştır.
“Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi?”4 ayetiyle arkadan çekiştirmenin ölü insan eti yemeye benzetilmesi gıybetin iğrençliğini anlamamıza katkı sağlamak içindir.
Alay etmek ve küçümsemek gibi tavırlar da daha çok müşriklerle, gönderilen peygamberlere karşı gelenlerle ve Firavun gibi isimlerle ilişkili olarak anlatılmıştır5 ki bu ayetlerin toplamından, alay etmenin mümine yakışmayan bir tavır olduğu anlaşılmaktadır.
Konuşmak ciddi bir ameldir. Üzerinde durulması, dikkat edilmesi, kontrol altında tutulması ve hakkında çalışılması gereken bir ameldir.
Bir hadis-i şerifte; “Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden Cehennemin doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer.”6 buyrularak meselenin önemi ve ciddiyeti açıkça vurgulanmıştır.
Yine Efendimiz (sas); “İnsanları yüzüstü Cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir!”7 buyurmuş, dilin veya konuşma yeteneğinin kontrolsüz bıraklıdığında insanı ne hâle düşürebileceği tasvir etmiştir.
Şimdi ifade edeceğimiz hadisi önemi nedeniyle tam metin halinde okumamız yerinde olacaktır:
Hz. Muaz bin Cebel (ra) anlatıyor:
“-Ya Rasulallah! Beni cennete girdirecek, cehennemden uzaklaştıracak bir iş (amel) söyle bana” dedim.
“Çok büyük bir şey istiyorsun. Ancak bu, Allah'ın kolay kıldığı kişi için pek kolaydır: Hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca Allah'a kulluk edersin. Namazı dosdoğru kılarsın. Zekâtı verirsin. Ramazan orucunu tutarsın. Gücün yeter, imkân bulabilirsen haccedersin." buyurdu.
Sonra sözüne devamla:
“Şimdi sana hayır kapılarını haber vereyim mi? Oruç kalkandır. Sadaka, suyun ateşi söndürmesi gibi günahın azabını söndürür. Kişinin gece yarısı kıldığı namaz da günahı söndürür." buyurdu.
Bundan sonra Allah Rasulü (sas) “Korkuyla ve umutla Rablerine kulluk ettikleri için vücutları yataklarından uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.” (Secde, 16-17) ayetini okudu. Daha sonra Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
“Sana bütün işlerin başını, ana direğini ve doruk noktasını bildireyim mi?" Ben:
“Evet, bildiriniz Ya Rasulallah!” dedim.
“İşin başı İslâm, direği namaz, doruğu cihaddır.” buyurdu.
Sonra:
“Sana bütün bunların kıvamının kendisine bağlı olduğu şeyi (can damarını) bildireyim mi?” dedi.
Ben: “Evet, bildir Ya Rasulallah!” dedim.
Bunun üzerine Hz. Peygamber dilini tuttu ve:
“Şunu koru!” buyurdu.
Ben: “Ya Rasulallah! Biz konuştuklarımızdan da sorgulanacak mıyız?” dedim.
“Annen yokluğuna yansın ey Muaz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir!” buyurdu.8
Ayrıca “Allah'a ve ahiret gününe inanan ya hayır söylesin ya da sussun.”9 hadisini bilmeyenimiz yoktur.
Dilini Tutmada Geleneksel Metotlar
“Dilini tut.”, “Ya hayır konuş ya sus.” gibi ibarelerden bazı kesimler tamamen susmayı anlamıştır. Özellikle bazı tasavvuf kitaplarında tamamen susmanın faziletlerinden bahsedilir. Hatta Hz. Ebu Bekir (ra) gibi hayırdan başka bir sözünü bilmediğimiz büyük bir sahabinin günaha düşmek korkusuyla kendi dilini gösterip “Başıma gelenler hep bunun yüzündendir.” dediği, çok konuşmamak için ağzında çakıl taşı taşıdığı anlatılır.10
Ayrıca tasavvufta “sükût” ile özel bir şekilde ilgilenilmiş, “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”11 ayeti ile yukarıda zikredilen hadisler ışığında sükût ayrı bir başlık hâlinde ele alınmıştır.
Örneğin Kutu'l Kulub’da “Sükut”, “Terbiye Yolunun Temel Esasları” başlığı altında ele alınmıştır. Bu kısımda sükût kavramı “Gereksiz konuşmayı bırakmak.” olarak tanımlanmıştır. Sonrasında ise konuyla ilgili hadisler ve seleften alimler ile bazı mutasavvıfların sözleri aktarılmıştır. Ancak konuyla ilgili bireysel olarak ne yapılabileceğine dair net öneriler pek bulunmamaktadır. Bu da okuyanları veya insanların genelini her halükârda susmanın konuşmaktan daha iyi olduğu şeklinde yanlış anlamalara götürebilmektedir. Çünkü insanların çoğu müdekkik değildir, araştırarak ve ince ayrımlara dikkat ederek okumaz. Okuduğunu da genellikle düz anlar ve düz anlaşılan şeylerin yanlış anlaşılması bazen kaçınılmaz olur.
Yine bu kitaplarda Bişr bin Haris’ten rivayet edilen “Nefsin konuşmanı istediği zaman sus, nefsin susmanı istediği zaman ise konuş.”12 gibi sözler mutlak manada alınmıştır ki bu tip bağlamsız ve koşulsuz ifadeler tavsiye edilen şeyin her zaman ve her yerde aynı şekilde uygulanması gerektiği şeklinde anlaşılır. Bu durumda örneğin iyi bir hatip veya vaizin hutbe veya vaaz vermeyi istemediği zaman hutbe/vaaz vermesi gerektiği gibi tuhaf sonuçlar çıkmaktadır.
Bazı anlatımlarda da tamamen susmakla çok konuşmak veya yerinde konuşmakla yersiz konuşmak arasındaki dengenin gözetilmeye çalışıldığı görülmektedir.
Bu bağlamda Ebu Bekir el-Farisî gibi bazı mutasavvıflar; “İnsan sadece kendisini ilgilendiren veya lüzumlu olan konularda konuşmakla yetindiği zaman sükût sınırını aşmamış olur.” diyerek, Ebu Hafs gibi bazıları da “Konuşan kişi konuşmanın afetlerini bilse, Hz. Nuh kadar ömrü bile olsa, ömür boyu susmaya çalışırdı. Sükût eden kişi de sükûtun afetlerini bilseydi, Hz. Nuh’un iki katı ömür yaşasa, yine de hepsini konuşmakla geçirirdi.” diyerek meseleye bir ölçü getirmeye çalışmıştır.13
Elbette tamamen susmak doğru değildir. Çünkü insanların konuşmasını gerektirecek ve konuşmalarının faydalı olacağı pek çok durum vardır. Gerçi bir şeyi öğreninceye kadar onu söylememek, dili tutmak veya konuşmayı tamamen azaltmak konuşma eğitimi açısından faydalı olabilir. Örneğin bir insan dijital oyunlara fazla düşkün ise bu alışkanlığından kurtulmak için ya akıllı telefonunu veya yapabiliyorsa her türlü telefonu kullanmayı tamamen terk edebilir. Bu bağımlılığı bittikten sonra tekrar kontrollü biçimde telefon kullanmaya başlayabilir. Aynı mantıkla bir insan konuşmasını düzeltme adına isterse bir süre tamamen susmayı, kendisine sorulmadıkça, cevap vermesi veya konuşması farz olmadıkça, çok gerekmedikçe tamamen susmayı tercih edebilir. Bunun konuşma eğitimi açısından işlevsel bir yönü olabilir.
Sonuçta konuşmayı toparlama ve konuşma tarzına bir çeki düzen verme son derece önemlidir. Bu hususta eski tasavvuf kitaplarımızda eğitim amacıyla önerilen “konuşmayı terk etmek” tekniği her zaman verimli olmayacaktır. Bununla birlikte yapıldığı zaman verim alınabilecek önemli hususlar da bulunmaktadır. Gelecek yazıda bu hususlar aşamalar hâlinde açıklanacaktır.
Kişinin kendi konuşmasını düzeltme çalışmasında bilinmesi gereken hususlar ve uygulanabilecek aşamalar şu şekilde sıralanabilir:
Konuşma Eğitiminin Aşamaları
Birincisi: Negatif Duyguları İfade Etmeme ve Başkalarını Suçlamayı Bırakma
Bizim kendimize dair herhangi bir şeyi düzeltmemiz için gerekli olan ilk husus, negatif duyguları ifade etmeyi bırakmaktır. Bunu başarabilmek için de ilk yapmamız gereken, insanları suçlamayı terk etmektir.
Herhangi bir konuda, insanlarla aramızda çıkan gerilimlerde, hoşnutsuzluklarda, kalp kırıklıklarına yol açabilecek meselelerde başka insanları suçlamayı tamamen bırakırsak ve o hoşnutsuzluk anlarında “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.”(14) ayetine de uygun olarak kusuru kendimizde görürsek ancak o zaman gerçek manada kusurlarımızı aşma yoluna girebiliriz.
Bu noktada “kusuru kendinde görme” meselesi “Benim tek kusurum herkesi kendim gibi iyi zannetmem. Birine güvendik hata ettik.” gibi söylemlerde olduğu üzere kendine kusur atfetme görüntüsü altında kendi kibrini yansıtma demek değildir. Burada asıl mesele gerçekten kendi kusuruyla ilgilenmektir. Karşı tarafın da hatası olabilir ancak o bizi ilgilendirmemektedir.
Bunu yapamadığımız zaman, hayatın içindeki meselelerde başkalarına az-çok kırılmaya, onları suçlamaya devam ettiğimiz sürece kendi hatalarımızı düzeltmemiz pek mümkün değildir.
Dikkat edilmelidir ki buradaki mesele, her durumda bizim kendimizin, benliğimizin aleyhine işlemesi gereken bir durumdur.
Örnek verelim: Karşılıklı konuşma esnasında muhatabımıza bir şeyler anlattık ancak muhatabımız anlamadı. Bu durumda “Acaba ahmak mı? Yoksa beni dinlemiyor mu?” diye düşünmektense “Ben neden anlatamıyorum? Uygun dil mi bulamadım? Şartlar mı uygun değildi? Kelimeleri mi seçemiyorum?” şeklinde düşünmek gerekir.
Tersi durumda da mesele kendi aleyhimize olacak şekilde uygulanmalıdır. Yani muhatabın biz olduğumuz durumlarda eğer bize anlatılan meseleyi anlamamış isek “Anlatmaya çalışan anlatamadı. Beceriksiz bir hatip veya anlatmaya çalıştığı meseleyi bilmiyor.” diye düşünmektense “Ben anlayamadım. Dikkatli dinlemedim ya da konu hakkında yeterli bilgim yok.” şeklinde düşünülmelidir.
Bizim söylediğimize birisi kırılır ise; “Suç bende. Ben kaba konuştum.” Başkasının söylediğine biz kırılmış isek; “Ben lüzumsuz alınganlık yapıyorum.” denilmelidir.
Bu noktada bir diğer önemli husus, kendimizi suçlamamızı da dile getirmemektir. Kendimizi hatalı görmemizi başkalarına aktarmamak gerekir. Hatta bunları birer cümle olarak kendi kendimize de söylememeli, sadece düşünce olarak içimizden geçirmeliyiz. Daha sonra bu düşünceden de kurtulma, yani hatanın kendimize ait olduğu düşüncesinin bizde negatif bir his oluşturmasından da kurtulmak gerekecektir.
Kendine Tapınma Mekanizması
İnsanın benliğine haricen bir cins kendine tapınma mekanizması konulmuştur. Bu mekanizma serbest, kendi hâlinde bırakıldığında insan bir söz karşısında kırıldığında “Beni kırdılar.”, kendisi bir başkasını kırdığında “Ben kırmadım, kırılan alınganlık yapıyor.” diyecektir. Konuşulanı anlamayınca “Anlatmaya çalışan anlatamıyor.”, kendisi konuşup karşı taraf anlamayınca da “Ben anlatıyorum, karşı taraf anlamıyor.” diyecektir. Her durumda başkasını suçlayacaktır.
İnsan kendisindeki bir arızayı gidermek, hatalarını düzeltmek istiyorsa; öncelikle bunları dile getirmeden, ifade edip aktarmadan, bundan dolayı depresif hallere girmeden, “Ben böyleyim.” rahatlığına kapılmadan hatayı kendinde aramalıdır.
Bu, başlangıç itibariyle bir yönüyle ağır ve acı verici bir durumdur. Ancak insan bu ağırlığı kaldırmaya karar verir, azmeder, o acıya katlanır ise, bir defa o yola girdiğinde o kadar güzel bir şekilde terakki eder ki bu terakkiyi kendisi de fark eder ve gayet hoş, rahat, nezih bir yolda yürümeye başlar. İnsanın bu alışkanlığı kazanıncaya kadar sabırla geçirmesi gereken zaman dilimi haricinde bu yol oldukça lezzetli ve rahatlatan bir yoldur. Hatta denilebilir ki insan bir açıdan bu dünyada cenneti ve Allah Teala ile irtibatı ve o irtibatın getireceği gönül huzurunu bu yolla yaşar.
Mertebeler ve Gerekli Süreler
Tabii bu yolda aşılması gereken pek çok mertebe vardır.
Örneğin, bazen insanlar daha düz kusurları biraz kabul edebilir hâle gelirler de, kendi asli kusurları olan meseleleri kabullenmeleri daha geç olabilir. Kendi değerlerine ait temel resimleri etkileyebilecek konulardaki hataları daha zor kabullenebilirler.
Bu da bir anda olup bitecek bir değişim değildir. Bugün siz bazı temel ve basit meseleler için başkalarını suçlamayı bırakırsanız ve bu yolda çalışmaya devam ederseniz, beş sene sonra aslında tembel olduğunuzu, on sene sonra da aslında yaptığınız şeyin verimli olmadığını anlamak gibi daha asli kusurlarınızı görüp değiştirebilirsiniz.
Buradaki “beş sene" ve "on sene” tabirleri rast gele seçilmiş değildir. Çünkü insanın kendi iç dünyasında hayra giden değişimi yakalaması hakikaten zordur ve zaman alır. Bu başarı genellikle seneler ister. Bu da bu yolda önemli bir hakikattir. Bu hakikate bakıp “Madem öyle ben bir an önce çalışmaya başlayayım.” diyebilirsiniz. Tabii bunun yıllar alacağını duyunca negatif düşüncelere kapılmamak, daha baştan yılgınlık göstermemek gerekir ancak insanların çoğuna kaybettiren de bu baştan yaşanan yılgınlıktır. Çünkü uzun süreleri gören özellikle genç kesim daha baştan vazgeçebilmektedir.
Ancak herkesin takdir edeceği üzere kötü huyları bir anda terk etmek mümkün değildir. Çünkü çoğu insan o kadar güçlü değildir. Diğer yandan bu çalışmalara bir şekilde başlamak lazımdır. Örneğin bir insan başlangıç için yedi gün, yirmi bir gün, kırk gün veya üç ay boyunca hiç gıybet etmemeye karar verip bu kararı uygulamaya başlayabilir.
Bazı bilimsel çalışmalarda bir davranışın yirmi gün uygulanması sonucu yirmi birinci gün alışkanlık hâline geleceğine dair teorilere rastlamışsınızdır. Dolayısıyla bir davranışta temel değişiklik sağlamak için yirmi bir gün yeterli bir süre sayılabilmektedir. Bu zaman zarfı minimum süre sayılmalıdır.
Bizim geleneksel tasavvuf kitaplarımızda da kırk gün süren eğitimlerle ilgili hususlar geçmektedir. Örneğin onuncu yüzyıldan sonra daha sık görülen “erbain çıkarmak” uygulamaları kırk gün süren eğitimlerle ilgilidir.
Üç ay bir davranış değişikliği ve değişen davranışın oturup yerleşik hâle gelmesi için iyi bir süredir.
Bu çalışmalar her kötü alışkanlık veya haram-günah olan davranış için uygulanabilir. Yani bir insan yedi gün, yirmi bir gün, kırk gün veya doksan gün boyunca yalan söylememek, harama bakmamak ve kırıcı konuşmamak gibi davranışları kendinde yerleşik hâle getirmeye çalışabilir.
Salih amelleri yerleşik hâle getirmek için de aynı teknik uygulanabilir. Yani namazı alışkanlık hâline getirmek veya günlük hayatın içine yerleştirmek için yedi, yirmi bir, kırk veya doksan günlük hedefler seçilebilir.
Burada her bir kötü davranışı terk etmek veya bütün ahlaki meziyetleri ve salih amelleri yerleşik hâle getirmek için aynı anda çalışmaya başlamak çoğu insan için yorucu, kısa zamanda bıktırıcı olabilecektir. Bu nedenle insan yaşına bakmadan, ömrünün kalan süresini hesaplama gibi yanlışlıklara düşmeden bir an evvel en yıkıcı olduğunu düşündüğü kötü davranışını terk etmek için çalışmaya başlamalı, bunun için makul süreler belirlemelidir. “Ya hep ya hiç” mantığıyla hareket edilmemelidir.
Örneğin; yirmi bir gün boyunca yalan söylemeyi terk etmek, sonra bu süreyi kırk gün veya doksan güne çıkarmak makul sayılabilir. Daha sonra gıybeti, harama bakmayı, kaba ve kırıcı konuşmayı terk etmek için de ayrı ayrı süreler ve hedefler belirlenebilir.
Namaz, oruç, evrad ü ezkâr gibi salih amelleri alışkanlık hâline getirmek için de benzeri bir yol izlenebilir.
Böyle yapıldığında birkaç sene içerisinde önemli miktarda kötü alışkanlıktan kurtulmak, salih amelleri de kazanmak mümkün olabilecektir.
Ayrıca insan bu beş veya on sene gibi sürelere bakıp da kendini geç kalmış hissetmemli, artık yapılabilecek bir şey olmadığı düşüncesine girmemelidir. Çünkü bu beş on sene parça parça tamamlanabilecek bir bütündür.
Bir annenin çocuk sahibi olacağı haberini almasından sonra o çocuğu kucaklayabilmesi için dokuz ay geçmesi gerekmektedir. O çocuğun sizin konuşmalarınıza dahil olabilmesi, sizinle beraber yürüyüp bazı işleri birlikte yapabilmesi için de en az altı yedi sene lazımdır. Yine o çocuktan hayat adına verim alabilmek, çocuğun kişiliğinin gelişmesi ve bir birey olarak var olabilmesi için de en az yirmi yirmi beş seneye ihtiyaç vardır. Bu süreler son derece doğaldır ve insan hayatı için takdir edilmiş kanunlara dayanmaktadır. Dolayısıyla bir insan kendisindeki değişiklikler için gerekli sürelere bakıp da negatif olmayı bırakırsa, karamsarlık ve çekingenlikten vazgeçerse, bir an evvel çalışmaya başlarsa kısa süre içinde zaten parça parça ilerlemeye başlayacaktır.
Peki bu durum bizi kötü hissettirmez mi? Kendimizden nefret ettirmez mi?
Zaten çalışmaya “şikayet etmeyi bırakma” eğitimiyle başlanmasının nedeni budur. Eğer bırakmazsanız daha negatif olursunuz. Ancak biz zaten negatif olmamaktan bahsediyoruz.
Bir insan negatif duygularını önce dışsal ifade etmeyi azaltır, sonra içsel olarak tamamen keserse ancak o zaman hatayı tam olarak kendisinde sakin bir biçimde arayabilir ve görebilir hâle gelir. Hatayı kendisinde arayıp görünce de insan hatasını değiştirebilecektir.
Ancak siz hala negatif oluyor iseniz; örneğin rüyanıza Abdülkadir Geylani, Mevlana, İmam Rabbani gibi büyük zatlar girse ve size “Bak sen biraz geveze bir insansın. Bu zaafına dikkat et!” diye uyarsa, kendi kendinize “Lanet olsun, ben geveze biriymişim, ne kadar iğrenç bir insanım, benden adam olmaz.” der ve yine hiçbir şeyi değiştiremezsiniz.
Sonuçta şikâyet eden insan kendisinde bir kusur göremez, görse dahi bunu sadece şikâyete ve depresyona çevirir, olayı kapatır.
İnsan hiçbir durumda çalışmayı bırakmamalıdır. Ancak yine çoğu insan çalışmayı daha ilk baştan terk edebilmektedir. Bir insana “Sen biraz çok konuşuyorsun” denilince o kişi üzülüp, depresyona girip o konuda çalışmayı bırakabilmektedir. “Sen çok güzel konuşuyorsun.” deyince de şımarabilmekte ve yine konuşması üzerine herhangi bir çalışmaya ihtiyaç duymayabilmektedir.
Pek çok meselenin başı, hatta neredeyse bütün meselelerin başı “şikayet etmeyi terk etmek” meselesidir.
Çünkü, bizim kendi subjektif hâlimiz ile bizim dışımızdaki objektif realite arasında bir uyumsuzluk çıktığı an bizde bir negatif duygu oluşur. Bu negatif duygular hüzün, kırgınlık veya öfke olabilir. Yani biz iç dünyamız, iç dünyamızdaki alışkanlıklarımız, iç dünyamızdan kaynaklanan bakış açımız ile dış dünya arasında bir uyumsuzlukla, terslikle, çelişkiyle karşılaştığımızda öfkeleniriz, kırılırız veya hüzünleniriz. Ancak aslında onlar birer sinyaldir. O çelişkiler veya uyumsuzluklar bize “Senin düşüncelerinde, alışkanlıklarında, davranışlarında, bakış açında bir problem var.” demek istemektedirler.
Tam bu noktada bizler o kırılmayı, üzülmeyi, kendine acımayı veya öfkelenmeyi aşabilirsek o sinyalin verildiği konuda kendi hâlimizi doğru bir şekilde görüp tespit etmiş oluruz. Doğru tespit edince de o olumsuz hâlimizi değiştirip düzeltme şansını yakalarız. Daha sonra doğru şekilde müdahale ederek o olumsuz yönümüzü kalıcı olarak değiştirmeyi başarabiliriz. Böylece artık başka bir insan hâline gelmiş oluruz.
Bazı Tespit Noktaları
İnsanlar konuşma tarzları, üslupları ve benzeri açısından farklılıklar gösterir. Bir insan kendisinin yalan söyleyip söylemediğini bilebilir ancak kırıcı, yersiz, fazla ve gereksiz konuşup konuşmadığını her zaman anlamayabilir.
Bu durumda bir insan konuşması sırasında iç dünyasıyla dış dünya arasında bir terslik, bir uyumsuzluk ortaya çıkınca bunları fark edebilir.
Bu durumda ilk yapılması gereken şey, hatayı kendinde arama, ikincisi de kendisini hatalı bulduğu için şikâyet etmemek, kendisinden de şikâyet etmemektir. Meseleye dışarıdan bir gözle bakıp kendi kendine alınganlık hisleri üretmeden, kendi benliğine kendisinden ayrı bir hasta muamelesi yapıp onu tedavi etmeye çalışmaktır.
Kendimize yönelik bir diğer bakış açısı da kendimizi çocuk gibi görmek olmalıdır. Evet, çocuklara bakıp onların çocukça hareketlerine gülmek kolaydır. Ancak kendimizin de o açıdan birer çocuk olduğumuzu fark etmemiz ve çocuk yanlarımızın büyümesine yardımcı olmamız gerekebilmektedir.
Sonuçta insanın kendi konuşmasını düzeltme adına çalışmaya başlamadan önce kendindeki olumsuzlukları fark edince şikâyet etmemesi, şikâyet ediyorsa bunu terk etmesi, meseleyi zor görüp zoru görünce kaçmaması gerekir.
Bu aşama hâlledildikten sonra konuşmayı düzeltme çalışmaları yapılabilir. Zaten insan hatasını fark eder hâle gelince ve her fark ettiğinde onu parça parça düzelttikçe günü geldiği vakit konuşmasını da tam olarak düzeltmiş olacaktır.
1 ) Kâf, 18
2 ) Ahzab, 70
3 ) Mücadele, 10
4 ) Hucurat, 12
5 ) Yasin, 30; Mümin, 36; Hud, 38
6 ) Buhari, Rikak, 23
7 ) Tirmizi, İman, 8; İbn Mace, Fiten, 12
8 ) Tirmizi, İman, 8; İbn Mace, Fiten, 12
9 ) Buhari, Edeb, 31; Müslim, İman, 74; Ebu Davud, Edeb, 123; Tirmizi, Kıyamet, 50
10 ) İbn Hanbel, Kitabü’z-Zühd, s. 144; Kuşeyri Risalesi, s. 214
11 ) Kâf, 18
12 ) Gazali, İhya, c. 1, s. 156, Kuşeyri Risalesi, s. 188
13 ) Kuşeyri Risalesi, s. 186-192
14 ) Şûrâ, 30