7 dk.
13 Haziran 2024
Duanın Sonuçlarını Sabit Kabul Etmek | Yanlış mı Dua Ediyorum?-gorsel
Youtube Banner

Duanın Sonuçlarını Sabit Kabul Etmek | Yanlış mı Dua Ediyorum?

Not: Bu yazı “Yanlış mı Dua Ediyorum?” başlıklı yazı dizisinin ikinci yazısıdır. Serinin ilk yazısına buradan erişebilirsiniz.

Duanın Sonuçlarını Sabit Kabul Etmek ve Duaların Eğitici Yönü
 

Ettiğimiz bir duanın aynen kabul olması hâlinde o duanın sonuçlarını ebediyen sabit kabul etmemiz gerekmez.

 

Sorudaki şekliyle örneklendirecek olursak: Bir insan üniversiteyi bitirdikten sonra tayin edilmek istediği yer için “Allah’ım! Benim tayinimin küçük, sakin ve havası soğuk olan bir yere çıkmasını nasip eyle!” diye dua etse, duası da aynen istediği gibi kabul edilse, sonra bu insan yanlış dua ettiğini düşünse bu durum artık o konuda bir daha farklı bir dua edemeyeceği, o duasının sonuçlarını ölene kadar değişmeden sabit tutması gerektiği anlamına gelmez.

 

Bu durumdaki bir kişi bu sefer şöyle dua edebilir: “Allah’ım! Ben o zaman öyle düşünmüştüm. Düşüncesizlik etmişim, hâlâ düşüncesizim. Bildiğim ve bilemediğim düşüncesizliklerim var. O zaman ben insanlardan uzakta, sessiz, sakin ve havası soğuk bir yer istemiştim. Ancak kendimi ve şartların-sonuçların tamamını, bütün yönlerini bilmiyordum. Şimdi de böyle bir hâle düştüm. Allah’ım! Duamı kabul ettiğin için Sana şükür ve hamdederim. Fakat ben bu durumu kaldıramadığımı gördüm. Bana daha az soğuk bir yer nasip eyle. Yahut Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben Senin kulunum. Beni Sen yarattın. Ben aciz ve düşüncesiz, zor şartları kaldıramayan bir kulunum. Benim zorlanmayacağım bir yere tayin olmamı nasip eyle!”

 

Duayı bu şekilde yapmakta bir problem yoktur. Hatta bu güzel bir ameldir. Çünkü dua etmemiz ve duamızın kabulü aynı zamanda bir eğitim sürecidir.

 

Bizler bu dünyaya zaten yaşadıklarımızdan bir şeyler öğrenmek, anlamak ve olduğumuzdan daha farklı bir hâle dönüşmek için gelmiş bulunuyoruz. Terakki bu demektir. 

 

Efendimiz’in (sas) buyurduğu “Nefsim elinde olana yemin ederim ki eğer günah işlemeseydiniz Allah sizi yok eder ve günah işleyen sonra Allah’tan mağfiret diledikleri için kendilerine mağfiret ettiği bir kavim getirirdi.”1 hadisinin manası da budur. Bu hadiste kastedilen insanın bir şeyler deneyip, hata yapıp, doğru sonuç olduğu durumda devam edip yanlış sonuç aldığı şeyleri değiştirip ilerlemesidir. Bu durum bilim dallarında böyle olduğu gibi manevi alanda da böyledir. 

 

İnsan bazen gıybete takılır ve onun zararını görür. Bazen gözlerini haramdan koruyamaz, onun da zararını görür. Derken bu günahları bırakınca terakki eder. Bazen kendisi için hayırlı olacağını düşündüğü bir işe girişir. Sonra o işin sonuçlarının zannettiği kadar hayırlı olmadığını görür ve vazgeçer.

 

Benzer durum dua için de geçerlidir. İnsan dua eder, ettiği duanın sonuçları kendisi için olumsuz olabilir. Bu durumda “Madem bir defa dua ettim, artık bunun sonuçlarına katlanmalıyım.” dememelidir. Ettiği her duanın sonucunun Allah Teala’nın kendisi hakkındaki mutlak ve değişmez, kesin hükmü olduğunu da düşünmemelidir. “Allah’ım! O zaman o şekilde dua ettim. Sana hamd ediyorum aynısını verdin. Fakat ben kendimi ve şartları tanımıyormuşum. Mesela soğuk ne demek bilmiyormuşum. Uzak yer ne demek bilmiyormuşum. Öyle bir laf etmişim. Hem benim günahımı bağışla hem bana afiyet içinde bir yer ver!” demelidir.

 

Terakkide Hataları Fark Etmenin Önemi

 

Soruda geçtiği hâliyle “Önceleri çok şikâyet ediyordum ancak bu son Ramazan ayında aklıma birden geldi ki; ben meğer duamı yaşıyormuşum.” kısmı oldukça önemlidir. Bu anlayış veya farkındalık, kişinin manevi terakkisi adına harikulade bir şeydir.

 

Gerek “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.”2 ayetinin, gerekse Efendimiz’in (sas); “İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki?”3 hadisinin işaretiyle insanın kınamaları, gıybetleri, büyük konuşmaları hatta dile getirmese de bu şekildeki düşünceleri başına gelenlerde büyük bir paya sahiptir.

 

İnsanın bir konuda yanlış yaptığını veya yanlış düşündüğünü anlaması, başkalarını suçlamadan, gereksiz şeylerden şikâyet etmeden sorunu kendinde görmesi, az daha ileri bir seviye olarak “Kendi hak ettiğimi Allah’ın takdiri ile yaşıyormuşum. Benim işlerim hep Allah iledir. Görünüşte falancanın eliyle veya hadiselerin o şekilde gelişmesiyle bana bir zarar ulaşmış gibi görünse de o kişinin veya olayların-şartların bana verdiği zarar aslında benim bir yerde sadakayı ihmal etmem yahut birine bir haksızlık yapmam yahut bir günaha eğilim göstermem nedeniyle olmuştur.” diye düşünmesi çok önemlidir. 
 

Uhud savaşından bahseden bir ayette Allah Teala şöyle buyurur: “Allah size (sonraki öncekini unutturacak) keder üstüne keder verdi ki artık (dünya adına) elinizden gidene de başınıza gelene de üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”4 Ayette dünyevi açıdan musibet olarak görülebilecek şeylere karşı çok önemli bir psikoloji ortaya konmaktadır. Buna göre insanın başına arka arkaya gelen musibetlerden sonraki gelenlerin önceki gelenleri unutturacak şekilde şiddetli olması mümkündür. İnsan bu şekilde hem başına gelen olumsuz şeylere karşı bir tür bağışıklık kazanır hem de dünya hayatının mahiyetini tanır. Böylece dünya adına kazandıklarına çok sevinmemesi kaybettiklerine de gereğinden fazla üzülmemesi gerektiğini kavrar. Üstelik bu kavrayış, başına musibet gelmeyenlere göre çok daha derin bir kavrayıştır. O hâlde musibetler müminlerin başına onların günahları veya hataları sonucu gelmiş olsa bile hem onların affına hem direnç kazanmalarına hem dünyayı daha iyi anlamalarına vesile olmaktadır. Bunlar basit kazanımlar değildir ve bu kazanımlar aslında bir mükafat da sayılır. Önemli olan musibetin ilk vurduğu anda sabredebilmek, tevekkül ve iman adına bir gerileme yaşamamak, bunlar için de musibetlerin nedenleri içinde kendi hatalarını fark edebilmektir. O hâlde kul başına musibet geldiğinde “Bu ayette belirtilen eğitimi almam gerekiyormuş. Demek bu musibetler ya terakki edebilmem için birer şarttı veya günahım, hatam, yanlış tercihlerim nedeniyle başıma geldi. Başıma gelenlerden benden başka kimse sorumlu değildir. Allah da bana karşı her zaman Rahman ve Rahim’dir. Diğer insanlar, şartlar, dünyevi olaylar ise sadece birer konu mankenidir. Onların birer araç olmaktan öte fonksiyonları yoktur. Hava durumu da olayların akışı da ekonomik sıkıntılar da böyledir. Ben de hiçbir zaman başıma gelenler için başkalarını sorumlu tutmayacağım. Sadece kendimi sorumlu tutacağım. Olaylara sakince bakıp meseleleri hep Allah ile benim aramda özel bir muamele olarak göreceğim.” diyebilmelidir.

 

Bu anlayışa ulaşıp bu sözleri söyleyebilme seviyesi eğer kaybedilmezse iman ve terakki noktasında çok büyük bir adım atılmış olacaktır.

 

Bir insanın bu anlayışa ulaşma karşılığında birkaç yıl soğuk havanın ve benzeri olumsuzlukların zahmetini çekmesi çok ucuz bir bedel sayılabilir. Allah Teala’dan her zaman afiyet isteriz. Hiçbir zahmeti, hiç kimsenin uğradığı en küçük bir musibeti bile küçümsemeye hakkımız yoktur. Üstelik bu konuda “iddia” sahibi olmak da riskli olacaktır. Yukarıda “Ucuz bir bedel sayılabilir.” dememizin nedeni de büyük konuşarak bir iddiaya girmek istemememizdir. “Ucuz bir bedeldir!” denilse karşılığında bize “Madem öyle hükmettin, o zaman senin terakkin için birkaç yıl soğuk ve benzeri zahmetlerin olduğu şartlar takdir edildi!” denilebilir. Çünkü insan üzerinde hükmettiğiyle hükmedilir. Yani insan neye hükmetmişse onun üzerinde de o hüküm icra edilir. Ancak işin hakikati budur. Dolayısıyla “Ucuz bir bedel sayılabilir.” demek bir yönüyle “Cennet o kadar büyük bir nimettir ki her türlü azap onun yanında küçük kalır.” demek gibidir. Bunu da derken Allah’tan her zaman afiyet istediğimizi özellikle belirtiyoruz. Çünkü insan özellikle de bir din görevlisi ise bazen konuşurken kendini unutarak konuşur ve konuştuğu meseleler ona kendisinden bağımsızmış gibi gelir. Bu nedenle konuşurken kendisini de işin içine katmak önemlidir.

 

Gelecek yazıda evlilik tercihleri ve evlilik konusunda dua meselelerine odaklanacağız.

 


 

1 Müslim, Tevbe, 9

2 Şûrâ, 30

3 Müsned, V, 231; Tirmizi, İman, 8

4 Âl-i İmran, 153